22 Eylül 2014 Pazartesi

‘Gündelikçi Metin’ ödül getirdi

22 Eylül 2014
Evlere temizliğe giden bir adamın hikâyesini anlatan Toz Ruhu, önceki akşam sonra eren 21. Altın Koza Film Festivali’nde en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi sanat yönetmeni ödülleri aldı. Nesimi Yetik’in yönettiği film, kendi halinde, sıradan bir hayat yaşayan, mutlu mesut geçinip giden Metin karakterini güçlü bir dille anlattığı için ödüle uzandı. Toz Ruhu, Yetik’in ilk uzun metraj filmi fakat, 2006’da çektiği 3 dakikalık kısa filmi Annem Sinema Öğreniyor ile yurtiçi ve dışında aldığı 17 ödül, Altın Koza’nın habercisiydi. Şair, yazar ve yönetmenlerin kurduğu Afilli Filantalar blogunda yazdığı öyküleriyle de tanınan Nesimi Yetik ve filmin senaryosunu birlikte yazdığı eşi Betül Esener’le Altın Koza ödül töreni sonrasında konuştuk.

Ödülü almak sürpriz oldu mu?

Çok sürpriz oldu. Beklemiyorduk çünkü yarışma çok zordu. Usta yönetmenler ve iyi filmler vardı. Bir taraftan da, film ilk kez izleyici karşısına çıktı. Hiçbir şey öngöremiyorsunuz. Bir şey beklemeden geliyorsunuz. İlk filminizle ilk katıldığınız yarışmadan en iyi film ödülü almak doğal olarak büyük bir sürprizdi.

Hikâye nasıl ortaya çıktı?

Betül’le (Esener) birlikte yazdık hikâyeyi. Betül filmin yapımcısı, senaristi ve eşim. Aslında gerçek bir erkek gündelikçi hikâyesinden esinlenerek kurmaca bir senaryo yazdık. Dört yıl sürdü yazım aşaması.

Bu erkek gündelikçi kim, nerede yaşıyor?

İstanbul’da, Taksim’de yaşıyor. Hâlâ evlere temizliğe gitmeye devam ediyor. 37 yaşında, işini seven biri. Biz hikâyemizde gündelikçi Metin’i sadece karakter olarak baz aldık. Filmdeki diğer karakterler; mesela yeğeni, Neslihan, Suzan Hanım tamamen kurmaca.

Hikâyenizin çıkış noktası tam olarak neydi?

Böyle bir adam, dünyası dışarıdan gelen müdahalelerle değişirse o adam ne yapar, hayatına devam mı eder, yoksa düzeni bozulur mu? Ve herkesin bu kadar görünmeye ve ünlü olmaya meraklı olduğu bir dünyada bu kadar geri planda kalan, kendi âleminde yaşayan ve nihayetinde de gittiği televizyon yarışmasının çekiciliğini umursamayıp yine kendi hayatına dönen Metin bizim için ilginçti.

Nasıl dikkatinizi çekti Metin, onu nasıl keşfettiniz?

Biz film yapmak için Ankara’dan İstanbul’a taşındık. Bu süreçte uzun metraj bir film senaryosu yazmıştık. Bu senaryoyla uğraşırken komşumuz olan Metin’in her gün evinde söylediği şarkıları biz de dinliyorduk. Mutluluk üzerine düşünürken hikâye yavaş yavaş şekillendi.

Şimdi bütün gazeteciler, televizyoncular onu bulup röportaj yapmak ister…

Valla ne olur kimse bulmasın… Gerçekten çok naif bir adam ve dünyası bozulsun istemeyiz. Filmimizde bile oynamak istemedi. Aslında başrolde onun oynamasını istemiştik ama kabul etmedi. Çekimlerimizle bile hiç ilgilenmedi. Biz sürekli ona bilgi veriyorduk ama o, ilgilenmemeyi tercih etti.

Filmin en güzel ve sevilen ayrıntılarından biri, Metin’in gömlekleriydi. Neredeyse bir mağaza dolusu rengarenk gömleği var, evinin ortasında açık askıda duruyorlar (üstteki büyük kare). Gerçek Metin de böyle mi?

Evet gerçek Metin de böyle bir kişi. Gömlekleri ve belinde asılı radyosuyla... Metin’in evde kasetlere kaydettiği şarkıların sözlerini de Betül yazdı. Mesela “Yarin Olmazsa Olmazı Var’’ sevildi. “Kalbime söyle taş mı basayım/Verdiğin sözü nasıl unutayım/Ellerini böyle boş mu tutayım/Yarin olmazsa olmazı var/Kapılarını yalnızlık çalacak/Gözlerine kanlı yaşlar dolacak/Gönlüm seni elbet unutacak/Yarin olmazsa olmazı var.” beğenildi sanırım.

Filmde, star yarışmalarının sahne arkasını gösteren, hatta yarışmacılara karşı acımasızlığı eleştiren bir sahne vardı. Metin’in yarışmaya katılmaktan vazgeçmesinin nedeni bu muydu?

Evet Metin’i o stüdyodan çıkaran, yarışmaya katılmaktan vazgeçiren temel sebep sahne arkasında insanlara yapılan muamele.


Arabesk tutkunu

Filmde Metin karakterini canlandıran Tansu Biçer, bu rolüyle en iyi erkek oyuncu oldu.
Metin (37), İstanbul’da yaşayan bir erkek gündelikçidir. Kendi halinde, mutlu bir dünyası vardır. Arabesk müzik tutkunudur, şarkılar besteler. Metin’in küçük dünyası, İstanbul’a asker olarak gelen yeğeni Ümit’in ziyaretiyle değişir. Ama dünyasının asıl sarsılışı müşterisi Suzan Hanımlar’da birlikte çalıştığı Neslihan’ın evine gelmesiyle olur. En nihayetinde Metin’in hayatına giren iki kişi de kendi yollarına doğru giderler. Metin yine küçük dünyasında, yalnızlığıyla baş başa kalır. Bu sırada Metin’in hayatında ilginç bir gelişme olur, televizyondaki bir star yarışması onu konuk olarak çağırır.



15 Eylül 2014 Pazartesi

Türkiye'nin ilk müzik yapım firması yeniden kuruluyor

15 Eylül 2014
Bugünlerde herkesin başı telif haklarıyla dertte. Türk müziğinin önemli bestecilerinden Attila Özdemiroğlu, 1980'de müziklerini yaptığı Yedi Kocalı Hürmüz müzikalinin telif sorunuyla uğraşıyor.Bir yandan da eski ortağı Şanar Yurdatapan ile 1972'de kurdukları Türkiye'nin ilk müzik yapım şirketi ŞAT Yapım'ı hayata geçirmeye çalışıyorlar. Özdemiroğlu ile hem yeni projelerini hem de Müzik Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) başkan yardımcısı olarak, telif haklarıyla ilgili tartışmaları konuştuk.

Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan, Türk müziğine bugüne kadar önemli katkıları olan iki isim. Firuze, Rakkas, Kalbim Egede Kaldı, Hasret gibi şarkıların bestecisi Özdemiroğlu, Ajda Pekkan'dan Nilüfer'e, Sezen Aksu'dan Kayahan'a birçok sanatçı ile çalıştı. 7 kez Altın Portakal ödülü aldı. Melike Demirağ'ın seslendirdiği 'Arkadaş' şarkısının bestecisi ve söz yazarı Şanar Yurdatapan ise 100'den fazla esere imza attı. Onun da Türk müziğine önemli katkıları oldu. Fakat her iki sanatçı da epeydir müzikten uzaktılar. Hatta Yurdatapan, elini ayağını çekmişti. Artık eski iki dost, aktif bir şekilde müziğe dönüyorlar. 1972 yılında birlikte kurdukları Türkiye'nin ilk müzik yapım firması ŞAT Yapım'ı yeniden hayata geçirecekler.

Şanar'ın ŞA'sı ile Attila'nın AT'ı birleştirilerek kurulan ŞAT Yapım'da 1979'a kadar Sezen Aksu, Rüçhan Çamay, Yasemin Kumral, Nilüfer, Esmeray, Melike Demirağ, Banu ve daha pek çok sanatçının müzik dünyasına adım atmasını sağlayan plak prodüksiyonlarını hazırladılar. Plaklardaki şarkı düzenlemelerinin çoğunu Özdemiroğlu ve Yurdatapan yapmıştı. Olmaz Olsun Cüzdanımda Milyonlar, Para Para Para, Unutama Beni, Kaç Yıl Geçti Aradan, Bim Bam Bom, Arkadaş, Ne Haber, Ölsem de Bir Kalsam da Bir ŞAT Yapım'da hazırlanan plaklardan bazıları. Özdemiroğlu, kurulumu henüz başlangıç aşamasında olan ŞAT Yapım'la ilgili dilimize bir parça bal çaldıktan sonra 1980'de müziklerini yazdığı Yedi Kocalı Hürmüz müzikali ve MESAM başkan yardımcısı olarak tüm müzik eserleri hakkında yaşadıkları telif sorunlarını anlattı.


Yedi Kocalı Hürmüz, opera ve baleye uyarlanıyormuş. Ama telif sorunu olduğunu öğrendik, doğru mu?
Evet, doğru. Samsun Devlet Opera Balesi, müziklerini bestelediğim Yedi Kocalı Hürmüz müzikalini opera ve baleye uyarlamak istiyor bu yıl. Bence daha mantıklı çünkü müzikleri o formatta yazmıştım. Çok sesli Türk müziği koroları var içinde.

İlk ne zaman sahnelenmişti müzikal?

1979'da büyük bir kadro ile Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda oynandı. 80 metre büyüklüğünde bir Üsküdar mahallesi kurduk sahneye. Adile Naşit, Turgut Boralı, Altan Erbulak, Ayşen Gruda, İlyas Salman aklınıza gelen ne kadar efsane tiyatrocu varsa oynadı. Cüneyt Gökçer sahneye koydu, Ayten Gökçer, Cihan Önal başroldeydi. 38 kişilik orkestrayı üç gün ben yönettim, benden sonra İtalyan şef. Yaz boyu her gün 5 bin kişi izlemeye geldi müzikali… O yıllarda televizyonda da yayınlanmıştı müzikal, çok sevilmişti.

Sonra ne oldu?
Müzikalin bütün notalarını Devlet Tiyatroları'na (DT) teslim etmiştim. Sanıyorum orada sahip mi çıkamadılar, artık nedir bilmiyorum, notalar kaybolmuş. Aslında bu koca bir eser, içinde 23 tane müzik var. Ama 'Tanrım' şarkısıyla biliniyor sadece. Çünkü sonradan tiyatro eseri olarak sadece bu şarkıyla sahneye koydular. Samsun ‘biz tüm bestelerinizi kullanarak hepsini oynamak istiyoruz' deyince tamam dedim, gerekirse yeniden yazarım, ama siz gene de bir bakın DT'nin arşivine, az da olsa bir nota kaldıysa sıfırdan yazmayayım.

Siz de kopyası yok muydu?
O zaman henüz bilgisayar, nota programları yok, her şey elle yazılıyor. Yazıp teslim etmişim. Nasılsa DT'de var, arşivde duruyor diye düşünüyorum. Çünkü DT'ye eserler, kurul kararıyla kabul ediliyor ve artık kurumun repertuvar malı oluyor, daha güvenilirdi. En son AKM'deydi notalar, oradan nereye gitti bilmiyoruz, araştıracaklar.

Eğer bulunursa tüm notalar, 2014-2015 sezonunda opera ve bale olarak mı sahnelenecek?
Daha sahnelenip sahnelenmeyeceği belli değil. Çünkü yine telif meselesi ile karşı karşıyayız.

Tüm sanatçıların başı telif ile dertte. 
Yedi Kocalı Hürmüz aslında bir tiyatro eseridir ve yazarı değerli tiyatro yazarımız rahmetli Sadık Şendil'dir. Eserin telif haklarını Onk Ajans takip ediyor. Sadık abinin metnini, kendisinin izniyle, Sevgi Sanlı müzikal formu için librettosunu yeniden yazdı. Şimdi Sadık abinin mirasçıları, Onk Ajans aracılığıyla Sevgi Sanlı'nın ismini eserden çıkarmamızı istedi.

Neden çıkarmak istiyorlar?
Bilmiyorum. Adını çıkarmamız mümkün değil. Müzikaldeki en sevilen 'Tanrım' şarkısının sözlerini Sevgi abla yazdı. Bunun üzerine DT, müzikale yeniden söz yazmamızı istedi. Ben de kabul etmedim. Böyle bir çıkmazdayız. Eserin bu müzikal formu artık sadece Sadık Şendil'in değil, Sadık abinin tiyatro eseri üzerine benim müziklerim ve Sevgi ablanın müzikale uyarladığı metni ile yeni bir form. Fakat mirasçıları, eserde Sevgi Sanlı'nın adını istemiyor. O zaman da çok beğenilen bu müzikal formu tarihe gömülecek. Vârislerin, eser üzerinde çok fazla söz hakkı var. Olmalı mı, olmamalı mı? Uluslararası imzaladığımız yasaya göre eser, onu yaratanındır. Ama şu andaki yasada MÜYAP (yapımcılar) ve MÜYORBİR (yorumcular), aynen eser sahibi gibi izin hakkına sahip. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir şeye sahipler.

Nasıl oldu bu?
Menfaat grupları girdiler araya, yasanın 81. maddesini ezip büzüp yönetmeliklerde bakanlık birdenbire hak sahibi olarak dört hak sahibi ikdas etti. Aslında komşu hakları var ama izin hakları bir tek Türkiye'de var. Bu yasanın varlık amacına aykırı bir durum.

Siz uzun yıllar, UNESCO'nun çatısı altında bulunan dünya entelektüel fikri hak organizasyonuna bağlı Uluslararası Eser Sahipleri Birlikleri Konfederasyonu (CISAC) ile çalıştınız. Telif hakları konusunda oldukça tecrübelisiniz. Ülkemizde telif hakları meselesi niye bu kadar tartışmalı, yasada bir sorun mu var?
1951'de kabul edilen telif hakları yasası gayet basit, kolay, anlaşılır. Karmaşık hale getiren menfaat gruplarının elinde yasanın iğdiş edilmesi. Bir de bilgisiz ve bilinçsiz bürokratlar da var işin içinde. Şöyle ki; yönetmelikleri bakan hazırlamıyor, bürokratlar hazırlıyor. Ve sonunda öyle bir şeyle karşılaşıyorsunuz ki, -bizde şu anda olduğu gibi- telif hakları yasası sanki eser sahibi için değil de, sadece yapımcılar ve icracılar için var. Yasanın tek amacı bilim ve sanat eseri üretimini teşvik ederek insanlığın yararına sunmaktır.

Çıkar grupları kim, tam olarak ne yapmak istiyorlar?
Müzik sektörü için söyleyeyim. 70'li, 80'li yıllarda Türkiye'nin bütün müziği Unkapanı'nda üretiliyordu. Bunlar eser sahibini çok fazla sömüren gruplardı. Yasa komisyonlarına baskı yaparlardı. Orada adamları vardı. MESAM başkanı iken ben de bir kere çağrıldım komisyona. Üç ay çalıştım. Bazen dışarıdan uzman kişiler çağırıyorlar. Bu baskı olayını orada canlı olarak yaşadım. Bazıları çok ısrarlı, diyorum ki, “bu yasada yok, uluslararası sözleşmemize ve anayasamıza aykırı.” Ama hayır, ısrar ediyorlar. Bir kelime değiştirerek, yasanın yönünü kendi menfaatlerine çeviriyorlar.

Çıkar ve menfaat grupları yayıncılık sektöründe de var. Fikir ve sanat yasasının asıl amacı nedir, galiba bunu kimse anlamıyor.
İlk amacı eseri korumak ve yayılmasını sağlamak. Medeniyet, bilim, teknoloji ve sanat üretimi el ele gelişiyor. İkincisi, eser üreteni korumaktır. Müzik eserim artık benden çıktıktan sonra her yerde çalınıyor. İnternette dolaşıyor, televizyonlar çalıyor, gece kulüpleri çalıyor, herkes para kazanıyor. Ben ne olacağım? Yasanın amacı aslında beni korumak olacakken öyle bir hale getirdiler ki, MESAM'dan bu yıl bana ilk altı ayda yapılan telif ödemesi 2.500 TL. Bütün film müziklerimden, diğer bestelerimden kazandığım para bu. Yasa ve yönetmelikler böyle çarpıtılırsa sonuç da böyle oluyor. Meslek birlikleri öncelikle yasa ve yönetmelikler engelinden tam verimli çalışmıyor. Şu an tekrar MESAM'ın yönetim kurulundayım ve bunun savaşını veriyorum. Kültür Bakanı'nın, aslında öncelikle artık anayasa ihlali durumuna dönüşen bu durumla ilgilenmesi gerekiyor.

MESAM'da kavga veriyorum dediniz, ne kavgası?
Umuma müzik yayını yapan ve bundan para kazanan işyerleri yasa ile zorunlu olmasına rağmen meslek birlikleriyle sözleşme yapmıyor. Mesela Flash TV'nin yıllardır hiçbir sözleşmesi yok. Yıllardır eserlerimizi kullanıyor, hiç kimseye telif ödemiyor. RTÜK'ün bunu yasaklaması, lisansını iptal etmesi lazım, etmiyor. Kültür Bakanı'nın bu ciddi sorunlar ile de ilgilenmesi gerek. Bu olumsuzluklara ilişkin bir girişimine tanık olmadım.

1951 yılında yapılan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun 47. maddesinde bir değişiklik yapıldı yakın zamanda. Yasaya göre bakanlık bazı eserleri (kitap, albüm vs.) kendisi yayımlayacak. Müzik sektörüne nasıl yansıdı bu değişiklik? 
Önce yasanın amacını kavranabilse, Anayasa'nın 27'nci maddesinde bu belirtilmiştir. Konuşulanlara göre yaptıkları yasa değişikliğinden sonra kendi yayımladıkları eserin satışından elde edilecek gelirin yüzde 70'ine el koyulması tasarlanıyor. Yasada geçen “Bu gelirin hangi gayelere tahsis edileceğine Bakanlar Kurulu karar verecek.” ifadesi, aslında bunun kanıtı. Bu yasanın özünü de hayattan kaldırma girişimidir. Bakın ben size daha gerçek bir şey söyleyeyim.

Tabii buyrun...
Müzik eserleri sahiplerinin geçen yılki toplam telif geliri 20 milyon Euro (2013 rakamı). Bu sene daha da düştü. Yani oteller, diskotekler, umumi işyerleri, televizyonlar, her yerden toplanan toplam parayı söylüyorum size. Bütün Türkiye çapında, bütün sanatçılar için toplanan telif parası bu. Yanımızdaki 10 milyonluk Yunanistan'da bu rakam 140 milyon Euro. Daha utanç verici rakamlar var. Romanya bizden sonra yani 1989'dan sonra telif ödemelerine başladı, yıllık 84 milyon Euro telif topluyor. MESAM ve MSG ne kadar topladı? Bu bir utanç meselesi. Örnek verdiğim ülkelere bakın, bir de bize bakın. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve diğer tüm bakanlar bu konuyu gündeme getirdiğimizde 'Turizme darbe mi vuracaksınız?' diyebiliyorlar. Vizyon bu.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


13 Eylül 2014 Cumartesi

Samuel Beckett’ın oyunu Kürtçe oynanacak

13 Eylül 2014
Dünyaca ünlü İrlandalı tiyatro yazarı, yönetmeni, absürd tiyatronun kurucusu Samuel Beckett’in 1958’de yazdığı tek kişilik eseri “Krapp’ın Son Bandı” dünyada ilk kez Kürtçe olarak sahnelenecek.Hilmi Demirer’in çevirisiyle Uluslararası Tiflis Tiyatro Festivali’nde 6 Ekim’de Tiflis’in tarihi tiyatrosu Kote Marjanishvili Devlet Drama Tiyatrosu’nda sahnelenecek olan “Teyba Dawi A Krapp” adlı oyunun yönetmenliğini Emre Erdem, yapımcılığını ve sahne-kostüm dizaynını Genco Demirer, koreografisini Gökmen Kasabalı, müziklerini Kristopher Fischer, dizayn asistanlığını Mutlu Öztürk üstleniyor. Yaşlı bir adamın daha önceki band kayıtlarından kendi kendine nasıl yabancılaştığını ve eski kişiliğini artık anlayamadığını anlatan oyunun başrolünde Hilmi Demirer oynuyor.

Krapp’ın Son Bandı’ı 1958’in yazında Barney Rosset’in kurduğu Evergreen Review 2.5 adlı edebiyat dergisinde daha sonra Krapp’s Last Tape and Embers (Faber, 1958) ve Krapp’s Last Tape and Other Dramatic Pieces (Grove, 1960) gibi yayınlarda yayımlandı. Beckett oyunu kendisi Fransızca’ya çevirerek 4 Mart 1959 tarihinde Les Lettres Nouvelles yayınlarından La Dernière Bande ismiyle çıkardı. Oyunun dünya prömiyeri ise 28 Ekim 1958 ile 28 Kasım 1958 tarihlerinde Londra’daki Royal Court Theatre’da yapıldı. Oyunun yönetmeni Donald McWhinnie, oyuncusu ise Patrick Magee idi. Amerika’da ise ilk kez 14 Ocak 1959 tarihinde Alan Schneider yönetmenliğinde Donald Davis tarafından sahnelenmişti.

Genco Demirer ve Berna Oğuzutku Demirer tarafından kurulan TiyArtro ise, Türkiye’nin ilk bilingual (iki dilli) tiyatrosu. Samuel Beckett’in eseriyle bu sezon ilk kez perde açacak olan topluluk, özgün eserleri seyircisiyle buluşturacak. (www.tiyARTro.com)

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



11 Eylül 2014 Perşembe

UNESCO’nun merkezine ebru yağıyor

11 Eylül 2014
ABD'den Dany Rodriguez Portland, Hollanda'dan Elsje van der Ploeg, Yusuf Akkaya, Angelina Zolotaya, Rusya'dan Tatian Kirillova, Katy Savelyeva, Güney Afrika'dan Larissa Don, Fransa'dan Levent Acar, İsviçre'den Ebru Özel, New York'tan Hümeyra Mavruk, Türkiye'den Atilla Can ve daha birçok ebru sanatçısı bu yılın başından itibaren UNESCO'nun Paris'teki merkezine ebru yağdırıyor.Tek bir amaçları var. Ebru sanatının, somut olmayan kültürel mirasa alınmasını ve her yıl eylül ayının ikinci cumartesi gününün dünyada ebru günü olarak kutlanmasını sağlamak. Ebru postalama işi Kasım 2014'e kadar devam edecek. Çünkü, Kasım 2014'te UNESCO'da 9. Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler Arası Komite Toplantısı'nda ebru sanatına dair içerik görüşmeleri yapılacak ve daha önceden nasıl ki Karagöz ve Hacivat UNESCO tarafından koruma altına alındı ise ebru da uluslararası bir kurum tarafından tescillenmiş olacak.

Aslında Türkiye'de 3 yıldan bu yana Dünya Ebru Günü kutlanıyor. 2012'de İstanbul'da, 2013'te Gaziantep'te kutlandı. Bu yıl ise 13 Eylül Cumartesi günü Trabzon'da yapılacak olan Dünya Ebru Günü etkinliklerine 10 ülkeden 300 ebru sanatçısı katılacak. Etkinlik kapsamında paneller düzenlenecek, sergiler açılacak. Ebru sanatının UNESCO tarafından koruma altına alınması için 2009'dan beri uğraşan, ayrıca Dünya Ebru Günü'nü düzenleyen ebru sanatçısı Atilla Can yaptığı çalışmaları anlattı:
Dünya Ebru Günü projesi nasıl başladı?
Dünya Ebru Günü, ilk kez 2012 yılında İstanbul'da “Ebru, suya yazılan bir aşk hikâyesi”dir diyerek başladı. Ardından 2013 yılında Gaziantep'te “Sesler ve Renkler” başlığıyla devam etti. Şimdi de Trabzon'da “Sudaki Tılsım” diyerek 10 ülkeden 300 sanatçı buluşacak. 2009 yılından beri, ebru sanatımızın gelecek kuşaklara aktarılması, ebru sanatımızın kültürel miras envanterine kaydolması, dünyada her yıl eylül ayının 2. cumartesi gününün “Dünya Ebru Günü” olması için gayret sarf ediyorum.

Neler yapıyorsunuz, UNESCO boyutu nasıl gelişti?
Bu projemi yıllardır yazdığım maillerle, dilekçelerle, mektuplarla, telefon görüşmelerimle başta UNESCO Paris Merkez, Birleşmiş Milletler Cenevre, T.C. Cumhurbaşkanlığı, T.C. Başbakanlık, T.C. Kültür Bakanlığı, Türkiye UNESCO Milli Komisyonu'na, UNESCO Paris daimi temsilciliğimize anlatmaya çalışıp desteklerini istedim. Başlattığım projemden yaklaşık 3-4 yıl sonra ebru sanatı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından çalışmalara başlanıp Somut Olmayan Kültürel Miras Ulusal Envanteri’ne alındı. Ayrıca dünyadaki ebru sanatçılarından UNESCO’nun merkezine ebru göndermelerini organize ettim.

Ne yaptınız tam olarak?
Dünyanın birçok ülkesinden ebru sanatçısı UNESCO Paris merkeze ebrularını gönderdiler, kendilerinden ve ebru sanatından bahsettiler. Amaç ebru sanatı adına farkındalık yaratmak, dünyanın her tarafında tanınan bir sanat olduğunu göstermekti. UNESCO kuruldu kurulalı bu kadar çok ebru UNESCO Paris merkez binasına gitmemiştir. 

 
UNESCO'daki son durum nedir şimdi?
Somut Olmayan Kültürel Miras Ulusal Envanteri’ne alınan ebru ile ilgili hazırlanan bir dosya geçen yıl UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras bölümüne sunuldu. Şu an, Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamındaki Ebru Adaylık Dosyası, UNESCO Paris'te teknik olarak geçti ve Kasım 2014'te 9. Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler Arası Komite toplantısında içerik ile ilgili görüşmeler yapılacak.




HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ
 

9 Eylül 2014 Salı

‘İslam Dünyası Hattatlar Birliği’ kuruluyor

9 Eylül 2014
İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin (IRCICA) bu yıl ilk kez düzenlediği Uluslararası Hat Sanatı Buluşması, 12-15 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak. 32 ülkeden 150 hat sanatçısının katılacağı etkinliğin sonunda İslam Dünyası Hattatlar Birliği’nin kuruluşu ilan edilecek.

Merkezi Yıldız Sarayı’nda bulunan İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA’nın düzenlediği “IRCICA Uluslararası Hat Sanatı Buluşması” programı 12 Eylül Cuma günü Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde açılacak hat sergisiyle başlıyor. Buluşmaya 32 ülkeden yaklaşık 150 hattat, hat dernekleri başkanları, araştırmacılar, hat uzmanları ve koleksiyoncular katılacak. Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde 16 Eylül’e kadar açık kalacak olan sergide, IRCICA’nın 1986’dan bu yana üç yılda bir düzenlediği Uluslararası Hat Yarışması’nda ilk üç dereceye giren sanatçıların 70 yeni eseri sergilenecek.  IRCICA Uluslararası Hat Yarışması’nda 2010’da nesihte ve sülüste birinci olan Iraklı Sabah Maghded Arbilly de o sanatçılar arasında. Uluslararası Hat Buluşması, serginin yanı sıra paneller, atölyeler, icazet töreni ve inceleme gezileri gibi çeşitli etkinlikleri de kapsıyor.

Programın 13 Eylül Cumartesi günü İstanbul Grand Cevahir Oteli’nde yapılacak açılış töreninin sonunda yurtiçinden ve dışından hat kurslarında eğitim alan 30 hattata icazet belgeleri verilecek. Hat Sanatı Buluşması, aynı gün, ustaların ve uzmanların sunumlarıyla gerçekleşecek panel oturumlarıyla devam edecek. 14 Eylül Pazar günü ise tam gün devam edecek oturumlarda yine tüm dünyadan 16 hat ustası ve hocasıyla ‘hasbihal’ edilecek. Bunun yanında aynı gün, beş hat ustasının yöneteceği atölye çalışmaları yapılacak. Katılımcılar arasında Dubai Kültür ve Sanat İdaresi Başkanı Mohammed Ahmad al-Murr, bir dönem İngiltere’deki Nur İslam Sanat Vakfı’nda yazar ve hat danışmanı olarak görev yapan Dr. Nabil F. Safwat, 1966’da Hamid Aytaç’ın da öğrencisi olan Iraklı hattat Yousif Thanoon yer alıyor.

“IRCICA Uluslararası Hat Sanatı Buluşması”nın en önemli duyurusu ise programın son gününde ilan edilecek. İslam hat sanatını canlandırmak, korumak ve desteklemek amacıyla düzenlenen buluşmada, IRCICA şemsiyesi altında İslam Dünyası Hattatlar Birliği’nin temeli atılacak. (www.tr.ircica.org)

Uluslararası hat buluşması etkinlik programı

12 Eylül Cuma:Hat Sergisi Açılışı, Dolmabahçe Sanat Galerisi, 16.00
13 Eylül Cumartesi-Şişli Grand Cevahir Hotel-16.00:
1. Panel-Oturum Başkanı: Muhammed el-Murr “Şeyh Hamdullah Amasi'ye Kadar Kat Sanatı”, Konuşmacı: Yousif Thanoon “Onbeşinci Yüzyılın Başında Osmanlı Hat Sanatı Medresesinin Gelişimi” Konuşmacı: Dr. Nabil Fethi Safwat.
2. Panel-Oturum Başkanı: Prof. Dr. Hüsrev Subaşı “Ahmet Karahisari”, Konuşmacı: Prof. Dr. Muhittin Serin.“16. Asırdan Bu Yana Osmanlı Hat Sanatı”, Konuşmacı: Prof. M. Uğur Derman. “Günümüzde Hat Sanatı ve Eğitimi”, Konuşmacı: Mehmed Özçay.

14 Eylül Pazar-Grand Cevahir Hotel-Hocalarla Hasbihal-10.00-16.45: Hasan Çelebi, Ahmed Ziya, Obida Albanki, Belaid Hamidi, Mohamed Zakariya, Mosaad Khodeir, Abdulreda Behiyye, Mohammed Sharifi, Jalil Rasuli, Amir Ahmed Falsafi, Savaş Çevik, Davut Bektaş, Ayten Tiryaki, Hüseyin Öksüz, M. Efdaluddin Kılıç'ın katılımıyla ‘Hocalarla Hasbihal’ başlığı altında dört oturum yapılacak. Kapanış Konuşması-18.00: İslam Dünyası Hattatlar Birliği'nin ilk toplantısı.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


6 Eylül 2014 Cumartesi

Erdoğan, düşünce suçundan hapse girdi şimdi hiçbir düşünceye tahammülü yok

6 Eylül 2014
Düşünce Suçları Müzesi fikrini online olarak hayata geçiren besteci, söz yazarı ve insan hakları savunucusu Şanar Yurdatapan'ın Üsküdar Fethipaşa Korusu'ndaki evine misafir olduk. Ömrü hapishanelerde geçen Said Nursi'den fikirleri nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalan Nazım Hikmet'e, şiir okuduğu için hapse atılan Recep Tayyip Erdoğan'a kadar herkese müzesinde yer veren Yurdatapan, “Ben Cumhurbaşkanı ile aynı görüşte değilim, bu ayrı bir şeydir. Müzemizde düşüncesinden dolayı hapse giren herkese yer var. Fakat bir zamanlar şiir okuduğu için mahkûm edilen Erdoğan, şimdi hiçbir düşünceye tahammül edemiyor.” diyor. (www.dusuncesuclarimuzesi.net)



Düşünce Suçları Müzesi, online bir müze. Yeni de kuruldu, fakat evveliyatı 1990'lı yıllara uzanıyor öyle değil mi?

Evet, 1995'te Yaşar Kemal'in yargılandığı gün “Düşünce Suçuna Karşı Girişim” adı altında bir imza kampanyası başlattık. Düşüncesinden dolayı yargılanan kim olursa olsun destekleyecektik. O süreçte çeşitli mesleklerden çok ünlü insanlar da bize katıldı, binden fazla imza toplandı.Kampanya metnine ne yazdınız?Her kim ki başı düşüncesinden dolayı belaya girerse, onun düşüncelerine katılsak da katılmasak da imzamızı atalım ve kendimizi ihbar edelim diye yazdık.

'MAHKEMELERDE OYUN TERSİNE DÖNMÜŞTÜ

'Tam olarak ne yapıyordunuz? 


Kim olursa olsun, onun suçuna iştirak edip dava açtırıyorduk kendimize. Bir kitap basıldı, içine on makale konuldu. Bunlar düşünce suçlularının, yargılanan insanların makaleleriydi. Kampanyaya imza veren 1.040 kişi de kitabın yayıncısı olduk. Makaleleri tekrar yayınladığımız için kanuna göre biz de suçluyduk. İki üç günde bir savcıdan randevu alarak bizi yargılamalarını istiyorduk. Her gün kapısına ayrı bir grup diziliyordu. Bir gün yazarlar, bir gün gazeteciler, profesörler, sanatçılar... Bu olay Türkiye'de büyük sansasyon yarattı. Mahkemelerde oyun tersine dönmüştü, tazı kaçıyor, tavşan kovalıyordu.

Ne kadar sürdü bu davalar?

Mahkemeye bizi 30'ar kişi çağırıyorlardı. Bir hesap yaptık. Dava 60 yıl sürecekti neredeyse. Demek ki, kanunları değiştirmek için bu şekilde zorlayamayacaktık. Bu kez, bir iki yapraktan ibaret A5 kâğıdına bir kişinin suçunu yazıyoruz, en fazla beş kişi yayıncı olarak adını yazıyor. Bu yıllarca böyle devam etti. Devlet bizden kurtulmak için zaman zaman bir cümlelik kanunlar çıkarttı. ‘Basın yoluyla işlenen suçlar üç sene için ertelenmiştir, bir daha yaparsa ikisini birden çeker' gibi. Bu arada bir kişi var ki, onun tam beş kere suçuna iştirak ettik ve yargılandık. Kim olduğunu tahmin edersiniz…

Kim?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Şiir okuduğu için yargılanan Erdoğan'ın suçunu o dönemde beş kez biz de ortak olduk.

Başka kimlerin suçlarına ortak oldunuz?

15 yılda 80.000'den fazla kişi, 300'den fazla düşünce suçlusunun suç(?)larına katıldık. Necmettin Erbakan yargılanınca onun da suçuna iştirak ettik. Düşünce Suçları Müzesi aslında fiilen o zamanlar açılmıştı fakat adına müze denilemedi. Müze açmanın kanuni prosedürü çok uzun. O zaman yasak kitapları toplayalım ve Basın Müzesi'nde sergileyelim istedik. Fakat Kemalistler ağır bastı orada, her türlü suçlu var ya, işin içinde Kürt meselesi de var, vazgeçtiler kitapları Basın Müzesi'nde sergilemekten.

Vazgeçmemişsinizdir siz...

İzmirli bir grup avukat, İzmir'de bu müzeyi açalım dediler. İçlerinden birinin babadan kalma eski bir evi varmış. Orayı aralarında para topladılar, boyadılar, onardılar. 1997'de açıldı müze ama o yıl bela bir yıl. Devlet müdahalesi olmasın diye Hollandalı parlamenter Türkiye-Avrupa Birliği Ortak Komisyonu Başkanı Pete Dankert'i davet ettik açılışa. O gelince kimse bir şey diyemedi. Fakat hiç ummadığımız bir şey oldu. Cumhuriyet gazetesi bir saldırıya geçti.

Neden?

Çünkü yasaklı kitaplar arasında Nazım Hikmet'in eserleri de var, Necip Fazıl'ın eserleri de. Mızraklı İlmihal de. Yasaklanmış kıyafetler arasında başörtüsü de var, sarık da. Bu saldırının sonucunda avukatlar ikiye bölündü ve öylece kaldı orası. Böyle bir müzeyi Türkiye'de yapmak ayrı bir dert, savunmak ayrı bir dert. Bundan sonra aklıma bu müzeyi internette açmak geldi.

MÜZEDE DÜŞÜNCESİNDEN DOLAYI BAŞI DERDE GİREN HERKES OLACAK

Düşünce Suçları Müzesi'nde neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Müzede hiç ayrım yapılmaksızın ifade özgürlüğüne yapılan her türlü saldırı yer alacak. Her koridora sembolik olarak bir-iki oda koyduk. Nazım Hikmet ile Necip Fazıl Kısakürek'in odası yan yana. Düşüncesinden dolayı başı belaya giren insanlar müzemizde yerini alacaklar.

Ömrü hapishanelerde geçen Said Nursi'den Nazım Hikmet'e, Cumhurbaşkanı'na kadar herkese yer vermişsiniz…

Evet tabii, öyle olmak zorunda. Ben şahsen Erdoğan'ı desteklemem ama bu ayrı bir şey, müzede olması ayrı bir konu. Fakat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir zamanlar düşünce suçundan hapse girdi ama şimdi kendi hakkındaki karikatürlere bile dayanamıyor. Musa Kart hakkında dava açtırdı. Bazı davaları da kazanıyor. Türkiye'de yargının hali de apayrı bir durumdur.

'Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı' şu andaki Türkiye'nin ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yine ifade özgürlüğünün tehlikede olduğunu görüyorum. Tehlikenin şekli değişiyor. Bir zamanlar, öldürülmekti bu tehlike. Veya hapse atılıyordu insanlar. Şimdi bunlar pek olmuyor ama insanlar düşüncelerini söylediği için mesleklerinden oluyorlar, gazetelerinden atılıyorlar, devlet dairelerinde aynı şey devam ediyor. Maalesef iktidarı elinde tutan, kendi düşüncesinin tek hâkim olmasını istiyor. Acıklı tabii. Yapacak çok işimiz var ne yazık ki.
Şanar Yurdatapan'ın Üsküdar'daki evinde, Kürşat Bayhan fotoğrafını çekerken...


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



3 Eylül 2014 Çarşamba

#şiirsokakta olsun mu, olmasın mı?

3 Eylül 2014
#şiirsokakta HAREKETİ 1 YAŞINDA
Geçen yıl bugün yani 3 Eylül 2013’te sosyal medyada açılan https://twitter.com/siirsokakta ile https://www.facebook.com/ikinciyeni hesaplarıyla #siirsokakta hareketi başlamıştı. Duvarlara, kaldırımlara, otobüslere, köprü altlarına sevdiği dizeleri yazanlar, yaptıkları eylemin fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşarak harekete destek verdiler. En çok dizeleri paylaşılan şairler Turgut Uyar, Özdemir Asaf, İsmet Özel, Edip Cansever, Can Yücel, Cemal Süreya, Ahmet Arif, Didem Madak… Gençlerin çok sevdiği #şiirsokakta giderek büyüdü. Bir yıl içinde birçok benzer hesap açıldı. Hareketi başlatan kişi ise gerçek kimliğini açıklamak istemiyor. Serdal adıyla kendini tanıtıyor. Kısa bir süre önce ise bu hareket, şairler arasında tartışmaya neden oldu. “Bu ‘şiir sokakta’ saçmalığı nedir ya?!” cümlesi ile başlayan tartışmayı sayfamıza taşıdık ve hareketi destekleyen ve desteklemeyen şairlerle konuştuk.


“Esasen bir fanteziden ibarettir” 
 İhsan Deniz (Şair):
“Hiç kuşkusuz şiir sokakta da olsun. Her yerde olsun. Bunun kime, ne zararı var? Ancak, günümüz ortamında sokağa açılacak şiir nasıl bir şiir olacaktır? Kısaca, sokaktaki şiir herhangi bir estetik ölçütü veya donanımı içerebilecek midir? Sözünü ettiğiniz maceranın çıkış noktası, esasen bir fanteziden ibarettir. Sosyal medya denilen ‘illet’, tüm insani değer, ölçüt ve yapıları iğdiş etmeyi, köreltmeyi sürdürüyor, sürdürecek. Şiir de bundan payını alıyor, alacak. Bunu başlatanlar nezdinde, merdivenleri boyamakla sağa-sola dize çiziktirmek arasında bir fark olduğunu sanmıyorum. Yani, örneğin bir ‘varoluş’ kaygusu, hayatın anlamına dair bir soru işareti taşımıyor. Adı üstünde, ‘fantezi’! Sahici bir çaba ve niyet değil. Bugün var, yarın yok. Bugün gözde, yarın gözden düşmüş... Emin olun, ucu soytarılığa kadar açılabilir. Evet, etik ve estetik değerler skalası dahilinde şiir sokağa çıksın, gezinsin, nefes alsın ve versin, sokaktaki insana bir his ve hassasiyet alanı açsın, sağlasın. Ne güzel! Yeter ki sosyal medya bu işe o koca burnunu sokmasın. Ha, bütün bunların dışında ve ötesinde, bana kalırsa şiir kitapta ve dergide güzel. Taş yerinde ağırdır!”

“Şiirin kaldırımlarda, parklarda boy göstermesi doğrusu pek hoşuma gidiyor”

İbrahim Tenekeci (Şair):
Çok sık duyduğumuz şikâyet yahut sitemlerden biri de, şiirin halktan/halkın şiirden koptuğu yönündeydi. İnsanımız artık şiir okumuyor, şairlerimiz de bunu pek önemsemiyor gibi. Şiirin sokağa inmesi; duvarlarda, kaldırımlarda, parklarda boy göstermesi, doğrusu, pek hoşuma gidiyor. Hele beğendiğim dizeleri görünce, daha bir seviniyorum. Sosyal medya, birçok olumsuzluğun yanı sıra olumlu işlere de vesile oluyor. Bunlardan biri, hiç kuşkusuz, şiirin hızlı bir biçimde dolaşıma girmesi, daha fazla insana ulaşması. Belki, bunun sakıncalarından bahsedilebilir, vasat isimlerin önünün açıldığı vs. söylenebilir. Hayır diyeceğim, çünkü paylaşılan, ilgi uyandıran şiirlerin büyük bir kısmı, ortak kabul görmüş iyi şairlere ait. İsmet Özel’den Cemal Süreya’ya, Edip Cansever’den Turgut Uyar’a kadar. Öte yandan, isterim ki, evlerin, binaların duvarlarına şiirler yazılırken, daha dikkatli olunsun. Malum, kullanılan boya, kolaylıkla çıkmıyor. Bir evin yahut bahçenin duvarına ‘bir şey’ yazılmadan önce, sahibinden izin alınabilir mi? Keşke alınsa ve verilse. Bunu şunun için söylüyorum: Şiiri sevindirmeye çalışırken, birilerini üzmeyelim.

“Şiir, sonunda işgalci yönünü de gösterdi”
 
Haydar Ergülen (Şair):
“Şiirsokakta, bir vurgu. Belli ki gerek duyulmuş bu vurguya. Hem zaten şiir nerede olacaktı ki? Şiir sokaktan başka nerede olabilirdi? Cemal Süreya “Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka” derken, neyi düşünmüş olabilir ki, akıp giden sokağa sevinip gelen şiirden başka?
Şiirsokakta, evet, Nazım Hikmet’ten, Orhan Veli’lerden, İkinci Yeni’lerden, 60’lardan 70’lerden bu yana, sokak çocuklarıyla arkadaş olan şiir sonunda işgalci yönünü de gösterdi ve yurdu olan sokağa çıktı. İnsan buna, okur olsun, şair olsun ancak sevinir, çünkü bu şiirin yeniden sokağa, yani oyuna ve hayata çağrılması, çıkması demektir.
Sokaklar, parklar, duvarlar, hepsi de şiirin yaprakları, sayfaları sayılırlar. Üstelik şiir her zaman şairden ilerde, ondan cesur ve daima öndedir, böylece şiir, şairini de sokağa davet edecektir.”

“Şiiri, slogana ve aforizmaya dönüştürüyorlar”

Ercan Yılmaz (Şair):
‘Şiir sokakta’ eyleminin (bunun bir eylem olduğundan şüpheliyim), modasının ne zaman ve hangi vesileyle başladığına dair bir bilgim yok. Ama bu ‘eylem’in doğası itibarıyla gelip geçici modaların, kaba ideolojilerin, retorik olanın çok ötesinde olduğunu düşündüğüm ‘şiir’i örseleyici bir yanı olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyanın malûliyetlerinden biri de şiiri şiirsizleştirmesi, slogan ya da aforizmaya dönüştürmesinin yanında her bayağılığın ‘şiir’ olarak algılanması tehlikesini barındırmasıdır. Adorno’nun ‘Lirik Şiir ve Toplum’ makalesindeki şiirin o kendine özgü muhalefetinin lirik şiir yoluyla gerçekleşebileceğine ilişkin yorumu şiiri hayatın tam içinde konumlandırıyor zaten. Ama yüksek sesle bağırmak suretiyle değil. ‘Şiir sokakta’ eylemi şiirin bayağılaştırılmasını, ayağa düşürülmesini, itibarsızlaştırılmasını hızlandıran, niteliği değil niceliği öne çıkaran anlayışın ve kitsch’in tezahüründen başka bir şey değil kanaatimce. Tanpınar zevk hezimeti diyordu, çok haklıydı, estetik kaygılardan ziyade modaların egemen olduğu ve yönlendirdiği bir çağın şahidi olmak çok acı. Poetikasını Yahya Kemal’in ‘Mısra benim haysiyetimdir’ ifadesi üzerine kurmuş birinin böyle ‘hareket’lere teveccüh etmesi mümkün değil elbette. Latince deyişle ‘horribile dictu’ (korkunç şaka) olmalı bu!

“Şiir kimindir, şairin mi, okurun mu?” 

Vural Bahadır Bayrıl (Şair):
Hatırlayalım Il Postino’da şiirsever ve âşık ve en asil duyguların insanı postacı Mario, “Şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir” der Neruda’ya. Sıkı bir ders. Okur’un şiiri nasıl “alımlayacağı”, nasıl “tüketeceği”, nasıl “kullanacağı” konusu Şair’in tasarrufunda mıdır? Hiçbir çağda olmadı bu. Bugün de mümkün değil. Üstelik “telif hakları kanununa” rağmen. İyi ki de öyle. Zira, eserine bu tür bir tasarruf tarzı, kapitalizmin sanatı ve sanatçısı olan romancılar ve kültür endüstrisinin mütemmim cüz’ü, bir meta olarak roman için geçerlidir. Şair, yazar ve şiirini yeryüzüne bırakır. Sözünü terk eder. Kimin ona ihtiyacı varsa, kim ona ulaşıyor ve sahip çıkıyorsa, o söz artık onundur. Şiir sokağa da çıkabilir göğe de ağabilir. Ağaç kabuğuna da yazılabilir, duvarlara, banklara, metrolara, aklımıza gelen her yere de ... Elbet her şeyde olduğu gibi şiirsokakta’nın da içerdiği bir sürü olumsuz yön var; iyi şairlerin olduğu kadar kötü dizelerin de yayılmasına neden olabiliyor. Ne yapalım? Vitrinler kırılıyor diye gösteri yürüyüşlerini mi yasaklayalım? Ayrıca bir vitrin camını indirmenin, ruha nasıl iyi geldiğini, böyle bir tecrübeden geçmeyenlere anlatmak ne kadar zordur! En iyisi ustamızın ustasına, gönül adamı, o lirik derviş Necatigil’e kulak verelim: “Ve şairler boyuna kimlere yazarlar? / Yıkılmış köprülerin başında/ Ürkmüş boşluktan biri inliyorsa/ ve şairler onlara geldimlere yazarlar”.

Serdal (#şiirsokakta hareketini başlatan ve müstear isim kullanan kişi):
En çok dizeleri paylaşılan şairler Turgut Uyar, Özdemir Asaf, İsmet Özel, Edip Cansever, Can Yücel, Cemal Süreya, Orhan Veli, Ahmet Arif, Didem Madak...
"Şiir Sokakta, ifade olarak çok eskidir aslında. Geçmişi Fransa 68'e kadar uzanır. O dönemin sloganlarından biridir. Özgürlüğün sokakla ve sokakta gerçekleşeceğini işaret eden bir slogan. Bizler bu slogana, 40 küsur sene sonra tarihin tekerrürü gibi 2013 Gezi direnişinde rastladık, Fransız Kültür'ün ahşap kapısına ve Fransızca olarak. Daha sonra aynı slogana Taksim civarında bir duvarda rastlandı. Bu sefer şöyle yazılmıştı: Defteri kapat... Şiir Sokakta!. Ve altında Ece Ayhan'ın bir şirinden alıntı yapılmıştı. ''Düzayak çivit badanalı bir kent...'' Başka yerlerde de rastladık sonra bu slogana ''Şiir Sokaklardadır'' diye yazılmıştı mesela. Bu söylediklerimin hepsi sadece bir sloganın sokaklarda dolaşımını içeriyor. Etkinlik ismini buradan alır, fakat içeriği bambaşkadır, işi edebiyat ve şiirledir. Gezi sürecince sokaklara slogan ve esprili cümleler dışında şiir dizeleri, hatta çoğunlukla İkinci Yeni şiir dizeleri yazıldı. Sprey boya ile ya da fırça ile yapıldı bu ve ayırt etmeksizin her yere yapılabildi. Gezi ile beraber bizim etkinliği başlattığımız tarih olan eylül başına doğru artık her şey dinmişti, şiir bile. İlk ilhamımız bu duvar yazısından gelmiştir (Defteri kapat... Şiir Sokakta! Düzayak çivit badanalı bir kent).


Gezi öncesi sokaklara, banklara, telefon kulübelerine tek tük işlenen ve ilgi alanımıza girmesi sebebiyle dikkatimizi çeken ve sayfada paylaştığımız fotoğraflar vardı. Yöntem ve teknik olarak ise kendini ifade ediş tarzını çok daha önceye dayanan işlerden alır. Çünkü bizler etkinliği başlatırken sadece kalemler sokağa çıkmak istedik ve insanlara kalemle sokağa çıkmalarının daha doğru olacağını söyledik. Çünkü edebiyat şiir herkesi kucaklamalıydı, kimsenin malına zarar vermemeli ve özel alanlarına girmemeliydi insanların. Ve her yere yapılmamalıydı şiir sokakta. Seçici olunmalıydı zarar vermemek ve herkesi kucaklamak adına. Şiirsel naifliği muhafaza edecek yerlere zarar vermeden ve kirletmeden, küçük harflerle, deftere yazar gibi ve sadece ama sadece kalemle yapılmalıydı. Etkinliğin duyurusunu yaptık sayfamızdan. Küçük bir manifesto yazdık. Ve insanları sokakları şiirlemeye davet ettik. Amacımız insanların mutluluk kaynağı olmak, gülümsetmek ansızın, sokakları şiirle güzelleştirmek ve böylece şiiri de havalandırmak, mutlu etmek belki.

Etkinliği başlattıktan bir hafta sonra plan dahilinde kendimizi geri çektik fakat o kadar abuk sabuk sayfa ve hesaplar türedi ki etkinliğin üstüne çöreklenmek isteyen, biz buradayız demek zorunda kaldık daha sonra. Ve insanlara anlatmak gerekliliği doğdu böylece. 3 Eylül 2013 tarihinde sayfamızdan başlatmış olduğumuz şiir sokakta etkinliğinin üzerinden epey zaman geçti. Bu süreçte büyüdük, çoğaldık, sokaklara ve insanlara şiirlerle ulaştık. Kitap ve defterlere sıkışmış şiiri insanların arasına kattık. Nefes aldık ve aldırdık şiire. Şiir kurtaracaktı, şiir değiştirecekti, şiir mutlu edecekti, şiir iyi edecekti, şiir bizi insan edecekti. Buna inandık/inandınız ve sokaklara taşıdınız şiiri. Birden bire bütün grileri mavi yaptınız. Bütün denizler gidildi böylece, bütün dağlar eğildi, bütün çocuklar güldü, akıyordu durdu kan. Ülkemizin dört bir köşesinden, onlarca şehirden katılım oldu Şiir Sokakta etkinliğine.

Birçok şairin etkinliğimizden haberdar olduğunu ve desteklediğini biliyoruz. Kısacası; büyümeye ve bu sevdayı büyütmeye devam ediyoruz, elden ele, aşkla. Ve geldiğimiz noktada, her zaman vurguladığımız gibi, gururla şunu diyebiliyoruz; Şiir Sokakta etkinliği, şiiri ve sokağı özgürleştirme hareketidir. Bir zümreye veya gruba ait değildir. Ardında kişiler değil, sokaklar var, sizler varsınız. #siirsokakta hashtag’i, etiketi çok önemli işlev görmüştür, yaygınlaşma ve iletişimi sağlamak anlamında. Bu hashtag’i etkinlik duyurusunu yapmamızla beraber ilk biz kullandık. Ve insanların bu hashtag ile sokağa çıkmalarını, yazdıkları dizeleri fotoğraflayarak sosyal medyada aynı hashtag ile paylaşmalarını söyledik. Tek çatı altında toplandı böylece. O kadar fazla şiir sokakta temalı hesap ve sayfa açıldı ki, takip edemiyorum artık. Çoğu da şiir algısı çok zayıf ya da olmayan kişilerin idare ettiği sayfalar, çoğu tek derdi takipçi sayısı olan hesaplar, verdiği reklamlarla işi maddi kazanca dönüştüren hesaplar bile mevcut. Şiirin yaygınlaşması için iyi niyetlerle paylaşımlarda bulunanlar da var tabii. Şiir Sokakta'ya dahil olmak için insanların bizi takip etmesine gerek yok. Onun için bize gönderilenlerden çok #siirsokakta etiketi ile kaç paylaşım yapıldığı önemli günde. Ama her yerden, ufacık bir Anadolu kasabasından, köyünden bile şiir fotoğrafları geliyor. Etkinliği anlatırken kullandığımız cümlelerden biridir: "Şiire çay içiriyoruz." Nasıl ki Orhan Veli ve arkadaşları şiiri sokağa çıkarmış, kasket giydirmişti şiire, bizler de şiire çay içiriyoruz. Haydar Ergülen, Bejan Matur, Sunay Akın, Yılmaz Odabaşı ve birçok genç şairin etkinliği desteklediğini biliyorum. Olumsuz tepkiler de gelmiyor değil."

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



1 Eylül 2014 Pazartesi

Türkiye’de sanat izleyicisinin yaşı 28, Avrupa ve Amerika’da 58

1 Eylül 2014
Ray Cullom, Broadway müzikallerini Türkiye’ye getiren Nederlander Worldwide Entertainment (NWE) şirketinde on yıldan beri çalışıyor. Bir yıldır ise Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nin (PSM) genel müdürü. PSM’nin etkinlikleri geçtiğimiz yıl oldukça ilgi gördü, bu nedenle yeni sezonda 365 günün 300’ünde gösteri olacak. İstanbul’un kültür sanat hayatını değerlendiren Ray Cullom, Avrupa, Amerika ve Türk izleyicisini karşılaştırdı.
FOTOĞRAF: TURGUT ENGİN
Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi bir yıl önce açıldı. Bu sürede İstanbul’un kültür sanat hayatına nasıl bir katkısı oldu?
İstanbul izleyici açısından potansiyeli yüksek bir şehir. Böyle olmasına rağmen, PSM gibi bir gösteri merkezinin şimdiye kadar açılmamış olması çok ilginç. Gelişmekte olan ülkeler denildiği zaman aklımıza Brezilya, Çin, Ortadoğu ülkeleri geliyor. Ama diğerleriyle karşılaştırıldığında İstanbul kadar sofistike bir şehrin böyle bir yere sahip olmaması şaşırtıcıydı.

Türkiye’yi gelişmekte olan ülke kategorisinde mi değerlendiriyorsunuz?
Evet ama bunu pozitif anlamda söylüyorum. Özellikle sanatta yükselen değerleri olan bir ülke. Türkiye’deki diğer sahneleri düşündüğümüz zaman bakıyorsunuz bir gün bir araba fuarı oluyor, diğer gün kongre, başka bir gün tiyatro vs… PSM’de her zaman sanat var, tiyatro, konser vs.

Salonları doldurup dolduramayacağınız konusunda bir endişe yaşadınız mı?
PSM’yi açarken bir hedefimiz vardı. Buraya getirmek istediğimiz sanatçıları belirlemiştik. İlk 2-3 ay istediğimiz hedeflere ulaşıp ulaşamayacağımız konusunda çok endişeliydik ama senenin sonunda istediğimiz rakamlara ulaştık. Cats ve Notre Dame de Paris çok ilgi gördü. Jersey Boys, ilk gösterimizdi. O yüzden onun izleyici sayısı azdı.

PSM’nin operatörlüğünü Broadway şovlarını hazırlayan ve pazarlayan Amerikalı Nederlander Worldwide Entertainment (NWE) yapıyor. Nederlander’ı kim kurdu?
Nederlander, 102 yıllık bir aile şirketi. Ben bu şirkette 10 yıldır çalışıyorum. Şu anki patronumun dedesi, Robert Nederlander kurucusudur. Merkezi New York’ta. Broadway’de 9 tane büyük tiyatroları var. Tüm büyük şovlar bu tiyatrolarda sahneleniyor. Şikago, Detroit, San Francisco, Houstan’ın yanı sıra Çin ve Londra’da da merkezleri bulunuyor.

Broadway, müzikal konusunda nasıl marka oldu?
Broadway, opera, dans, tiyatro gibi sanat dallarının en iyi şekilde temsil edildiği bir merkez. Burada en güzel şarkıyı duyarsınız, en inanılmaz oyunculuğu izlersiniz ve hiç kimsenin yapamadığı dansla karşılaşırsınız. Aynı zamanda çok büyük gösteriler düzenliyoruz, bu da insanları etkiliyor. Yeni sezonda sahnelenecek olan The Phantom of the Opera’nın ekibi 29 TIR ile İstanbul’a gelecek.

İstanbul’un sanat izleyicisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
İstanbul’un sanat izleyicisine daha farklı yaklaşmamız gerektiğinin farkındayız. Çünkü Londra’daki izleyici kitlemizin ortalama yaşı 58 iken, Türkiye’de bu rakam 28. Daha bilgilendirici bir pazarlama stratejisi izlememiz gerekiyor.

Amerika’daki izleyicinizin yaşı kaç peki?
Batı Avrupa ve Amerika’nın yaş ortalamasının aynı olduğunu söyleyebilirim. Mesela siz röportaja gelmeden önce bir toplantım vardı ve beni gerçekten şok eden bir rakamla daha karşılaştım. İstanbul’daki sanat izleyicisinin ortalama yaşı 28, PSM’den bilet alanların ise daha çok 36 yaşındaki kadınlar olduğu ortaya çıktı. Amerika’daki sahnelerimizde ise 62 yaşındaki erkekler bilet alıyor. Bu yüzden daha önceki stratejilerimizi burada tamamen değiştirmek zorunda kalıyoruz.

Bu kadar gencin olduğu bir şehirde, tiyatro yapmak ya da gösteri hazırlamak isteyenlere salonlarınızı ücretsiz açmak gibi bir planınız var mı?
Aslında böyle bir imkanı çoktan sunduk. Yaz mevsiminde dışarıda, kışın ise içeride bulunan küçük bir sahnemiz var. Öğrenciler 45 dakikalık randevular alarak bu sahneleri ücretsiz kullanabiliyorlar.

PSM sonuçta AVM’nin içine kurulmuş bir gösteri merkezi. Alışverişe gelenlerin yüzde kaçı, gişelerinizden herhangi bir etkinliğe bilet alıyor. Böyle bir araştırmanız oldu mu?
Daha 10 aylık bir kuruluş olduğumuz için bununla ilgili bir araştırmamız yok. Yalnız şunu söylemeliyim ki sanat ve ticaret arasında her zaman yakın bir ilişki oldu, bunu kabul etmek gerekiyor. Shakespeare para kazanmak için tiyatro yazdı, Mozart para kazanmak için beste yaptı.

Kültür-sanat diye tarif ettiğimiz şey aslında eğlence endüstrisi olarak görülüyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle buna katılmıyorum. Kültür, sanat ve eğlence aslında birbirinden ayrılmaz parçalardır. Shakespeare ve Mozart’ı izlemeye, dinlemeye gelenler, bir peni ödeyerek, çoğu zaman sanatçıların karşısında bir şeyler yiyip içerek eğlenmişlerdir. Hatta oyunu beğenmediklerinde ellerindeki ekmeği sahneye fırlatarak eğlenmişlerdir. Kültür-sanat ve eğlence birbirlerinden ayrı şeyler olarak ortaya çıkmadı. Şu anda insanlar yakalarını ilikleyerek, ciddi bir şekilde opera, tiyatro vs. izliyorlar ama aslında bu böyle değildi. Shakespeare’i bize smokiniyle tanıttılar ama bu bir diktedir. Shakespeare her zaman smokiniyle dolaşmıyordu. O günün dünyasına, insanına hitap eden popüler, eğlenceli şeyler yazıyordu.

O zaman Batı’da neden bu kadar büyütülüyor Shakespeare, dokunulmazlığı var adeta..
Bence insanların Shakespeare’i böyle göstermesi sanata zarar verdi. Çünkü o aslında bizden/halktan uzak değil, halka çok yakın bir insan ve onu böyle büyütmek sanatı öldüren bir tavırdır.
Ray Cullom'un Zorlu Center PSM'deki odası.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ