25 Nisan 2014 Cuma

Notre Dame de Paris ve mülteciler

25 Nisan 2014
Victor Hugo'nun dünyaca ünlü eserinden uyarlanan Notre Dame'ın Kamburu (Notre Dame de Paris) müzikali Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde önceki gün sahnelenmeye başladı. Fransız yazar Luc Plamondon ile müzisyen Richard Cocciante’nin sahneye koyduğu müzikal, 15 ülkede 3 bini aşkın gösteri yaptı. 4 Mayıs'a kadar 16 kez sahnelenecek müzikal, ülkemizde de büyük bir sorun haline gelen mülteci sorunuyla başlıyor ve çok tanıdık şeylerden bahsediyor.

Çingene Clopin, peşinde pek çok mülteci ile Notre Dame Kilisesi'nin kapısına dayanır ve sığınma talep eder. Katedralin başrahibi Frollo, kralın ordusundan yüzbaşı Phoebus'u kalabalığı dağıtması için görevlendirir. ‘Kahrolsun mülteciler, hırsızlar, dilenciler, yersizler yurtsuzlar' sesleri yükselir birden.

Suriyelilere ülkemizde kapılar sonuna kadar açıldı ama son zamanlarda yüksek sesle söylenen aşağılayıcı cümleler ne kadar tanıdık değil mi? Neredeyse her şehre yayılan ama bir türlü yerleşemeyen Suriyelilerin serzenişini de dile getiriyordu müzikaldeki mülteciler: “Attılar başlarından bizi / Kirli bir mendil gibi / Düşlerimizdi ihanet ettikleri.”

Müzikalin kahramanları, Notre Dame Kilisesi'nin çirkin, kambur, çancısı Quasimodo, genç ve güzel çingene kızı Esmeralda, rahip Frollo, şair Gringore ve kralın askeri Yüzbaşı Phoebus… Bir kadın ve dört aşık. Hikayenin gidişatı ve sonu bütün imkansız aşklar gibi belli. Müzikalde ilgimizi çeken, Victor Hugo'nun altı ayda yazdığı, yaklaşık 600 sayfalık klasikleşmiş eserini; müziği, oyunculukları ve kostümleriyle etkili bir dille sahneye aktarılması ve bütün bunların iki saate sığdırılması. Sıkılmadan, nefes almadan bir müzikal izleyince sahne sanatları/görsel sanatlar alanındaki geriliğimize üzülmemek elde değil.

Müzikalin en etkili sahneleri; Esmeralda'ya aşık olduğu için kendini suçlu hisseden rahip Frollo'nun nefsi ve duyguları arasında sıkışıp kalmasını, sahne üzerindeki hareketli kolonların yardımıyla anlatan sahnenin yanı sıra soylu nişanlısı ile Esmeralda arasında kalan Yüzbaşı Phoebus'un vicdan muhasebesi yaptığı sahnelerdi. “Ruhum ikiye bölündü, paramparçayım” diye ağlayan Phoebus'un içindeki çelişkileri, şeffaf perdenin gerisinde dans eden dört adam aktarmaya çalışıyordu.

Ve elbette şarkılar… Notre Dame de Paris'in efsane şarkısı Belle (Güzel) Fransız televizyon izleyicileri tarafından 20. yüzyılın en iyi şarkısı, Rus izleyiciler tarafından ise on yılın şarkısı seçilmişti. Dünya çapında pek çok ödül alan müzikalin sevilen şarkısı Belle'in söylendiği sahne izleyiciden en çok alkış alan sahneydi. Şarkıyı Esmeralda'ya aşık olan üç adam söylüyor. İlk önce, Esmeralda'nın elinden bir tas su içtikten sonra ona aşık olan Quasimodo; masum, çıkarsız ve merhamet dolu aşkını haykırıyor. Bir kadını sevdiği için kendini suçlu hisseden, üstüne üstlük bir de aşkına karşılık bulamayan Frollo'ya göre ise Esmeralda bir şeytan. Phoebus'a ise son bir şans istiyor soylu nişanlısından. Ama nafile. “Notre Dame'a dua etmek” üç adamın da işine yaramıyor…




16 Nisan 2014 Çarşamba

Vecd gerek bize, vicdan gerek

16 Nisan 2014
Günümüz edebiyatının genç ve güçlü kalemlerinden şair-yazar Hüseyin Akın, baharı bir şiir, üç deneme kitabıyla karşıladı. "Sevmek, Karanfil ve Kiraz", Akın'ın 1986-2003 yılları arasında yazdığı tüm şiirleri bir araya getiriyor. Modernizm eleştirisi olarak adlandırdığı "Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli", geçen hafta okurla buluşan "Yalan Dünyanın Yanlış İşleri" ve mayıs başında yayımlanacak olan "Hu Dönüşü", yazarın son dönemde yazdığı denemelerden oluşuyor. Akın, denemelerinde ‘meşgul ile meşgule hanım'ın bitip tükenmeyen işlerine, yalansız hava sahasına, marketizm ideolojisine, slogan kuşağına, firavunlaşma temayülüne ve daha birçok konuya odaklanıyor ve artık öyle bir zamana geldik ki, ‘kalplerimizi tekzip değil, tahsis etmek gerektiğini' söylüyor.
'Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli' neden modernizm eleştirisi?
Bütün müştemilatıyla modern hayatın kıskacı içindeyiz. Artık kaybolmak bile neredeyse imkânsız hale geldi. İletişim ağları ile çepeçevre kuşatılmışız. Yolunuzu gözleyen değil, yolunuzun üstünde sizi gözetleyen birileri var. Birkaç dakika bile kendimizle baş başa kalamıyoruz. Kendimize gelsek, kendimizden de geçebileceğiz. Vecd gerek, vicdan gerek. İkisi de kaybolup kendine dönmeyi ve kendine gelip kaybolmayı işaret ediyor. Vecd kendinden geçmiş kalbin halidir, ama aynı zamanda “bulmak” fiilinden türemiştir, kaybolup kendine avdet etmek gibi bir anlamı içeriyor.

Kimse kaybolmak istemiyor aslında, tam tersine herkes görünür olmaktan çok memnun, öyle değil mi?

Kaybolmak aslında kişinin kendine rücu etmesidir. Kaybolmadığınız zaman neredesiniz? El cevap: Her yerdesin ama kendinde değilsin. Ama biz birbirimize tutunarak yaşıyoruz. İnziva yapabileceğimiz, münzevi olabileceğimiz ne mekânlar, ne imkânlar kaldı ne de kelimelerimiz var. Modern hayat, yolumuzu yordamımızı, kelimelerimizi, cümlelerimizi, reflekslerimizi, her şeyimizi değiştirmiştir. Artık birbirine benzeyen insanlar, evler, sokaklar, adresler var. O müstesna kişiliğimiz ortadan kalkmıştır. Bugün insanlar, dine karşı bir din ile muhataplar. Modernizm semavi dinlere kendi rengini ve kokusunu bulaştırmak isteyen bir tür ‘karşı din'dir.

Nasıl bir din?
Modernizm, dine karşı bir dindir. Masum görüntüsü içerisinde giyimimizi, kuşamımızı, inançlarımızı, aile hayatımızı, hepsini bizim ona gönüllü oluşumuzla değiştiriyor. Modernizm önce bizi icbar ediyor: ‘Çağa uymuyorsun, çağ dışısın, adapte olamamışsın, gelişmemiş varlıksın.' şeklinde bizi itham ediyor. Biz aslında dini yanlış tanımlıyoruz. Zannediyoruz ki din somut ibadet şekilleri olan, tanzim edilmiş düsturları bulunan bir şey. Hayır. Bugün bize dayatılan yaşam şekillerinin hepsi gelenekselleştikçe din haline geliyor.

İki deneme kitabınızdaki yazıların başlıkları, birkaç cümlede çok şey anlatan dizeler gibi. Günümüz insanının karakter tahlili biraz da: Ey Türk İhtiyarlığı, Çevrimdışı Samimiyet, Sırıtan Kahkaha, Somurtan Gülüş, Çok Meşhurdunuz Tanıyamadım, Meşgul ile Meşgule…
Ben şiire başlar gibi yazıya başlarım. Kimi zaman şiire niyet ederim bundan bir deneme çıkar, kimi zaman bir imge yakalarım, ondan hiç beklemediğim şekilde öykü vücuda gelir. Yazmak iyi niyetli bir başlangıçtır. Sonucu ne olursa olsun niyeti sahihtir. Bu sahih, iyi niyet yazılan metnin çeperlerine kadar sızan şiirdir. Sözünü ettiğiniz başlıklar böyle bir şiirsel sızmanın tezahürüdür. Şairin sadece hayatı değil bütün yazdıkları şiir olmasa da şiire dahildir.

“Modern insanın gözden çıkardığı iki yüz vardır. Birincisi kendi yüzü, ikincisi gökyüzü” diyorsunuz. Ortak noktası nedir bu iki yüzün?
İkisine de uzak yaşıyor insan. Aynada kendi yüzüne bakacak ne vakti ne de cesareti var. İnsanın kendi yüzünde gezintiye çıkması asıl itibarıyla bir muhasebe ve oradan kalbine uzanan yolları keşfetme şansını yakalamasıdır. İnsan tefekkür ettikçe kendi yüzüne yelken açmış olur. Diğer yandan gökyüzü insanın tepesinden kanatlanıp hızla uzaklaşan bir yüz gibi. Modern insan tabiatı profan kıldığı içindir ki gökyüzü silik ve okunaksızdır. “Bakışlarınızı kaldırıp gökyüzüne bir bakın” (Mülk suresi-3) ayeti bize çok önemli ipuçları vaat eder. Eğer bugünün çağdaş insanı kutsalını kaybetmişse bu göğünü kaybettiğinden dolayıdır. Bütün eşyanın, nesnenin, kelimelerin ve kavramların gökselliği gözden kaçırılmıştır. Şayet kendi yüzümüze dönük bir gözümüz ve gökyüzüne ayarlı bir özümüz olmuş olsaydı dünya-ahiret dengesini daha sağlam tutmuş olurduk.

'Eğlenceli Bir Yazı' denemenizde “Çok eğlendik diyen insanların aslında eğlenmiş olma noktasında kendilerini ikna etmek için bunu söyledikleri daha doğrudur.” şeklinde bir tespitiniz var. Bu cümle ile her yerde çok karşılaşıyoruz. Doğru olduğu kadar yerden yere vuran bir eleştiri bu. İnsanoğlu kendi kendini niye böyle bir ikna çabasına girsin ki?
Beslenip beslenmediğinize siz değil uzmanlar karar veriyor artık. Bedenine hızla uzaklaşan, bedenine yalnızlaşan bir insan tipinden bahsediyorum. Eğlenip eğlenmediğiniz de böyle. Sizin ne ile ne zaman ne kadar eğlendiğiniz belli modern kalıplarla ölçülüyor. Ne kadar eğlenmişlik hissi yaşamasanız da modern dizgeye göre eleştirilmez eğlence kalıplarının içerisindeyseniz “hiç eğlenmedim” deme özgürlüğüne sahip değilsiniz. Zira aynı tonda eğlenen insanlar cemaatinden kovulmuş, aforoz edilmiş olursunuz.

“Aynaya bakmanın cesaret gerektirdiği günlerde yaşıyoruz. Yüzümüzü teşhis, kalbimizi tashih edecek bir ayna gerekli bize.” Bir de kalplerin tekzibinden bahsetmiştiniz. Teşhis, tekzip, tashih… Hangisi elzem?
Yüzümüzü teşhis ilk başta gerekli olan. Eşkalimizi belirleyelim ki suçun ne kadarı bizde, anlamış olalım. Yüzümüzü teşhis ettikten sonra bir dalgıç edasıyla kalbimize iniş yapabiliriz. Kalbimizi yalan ve yanlış olandan ayıklamak için bu şart. Tekzip de gerekli kalbimizi. Hiç inanmadığımız, zorla kabul ettiğimiz şeyleri ayıklamadan olmaz. Tekzip edilmiş kalp selamete kavuşmuş-kalbiselim- samimiyet içre olan bir kalptir. Samimiyet insana “sen o değilsin aslında busun” der ve bunu tekziple başarır. Üçü de ehem, üçü de mühim. Hepsi lüzumlu ve hepsi elzem.

Peki meşgul kimdir, meşgule onun nesi oluyor?
'Meşgul' size gelmeden önce başkasına giden kişidir. Size gelebilmesi için önce kendisine gelmesi lazım. Bu da çok uzun ve meşakkatli bir yoldur, zira daha bir sürü uğrayacak yeri, yapacak işi vardır. Bütün vakitleri işgale uğradığı için kıpırdayacak hali kalmamıştır. Kapısına gelseniz de pencere camına tıklasanız da “bana mısın” demez. “Bana mısın” diyebilmek eşiği geçmektir zaten; üzerine alınmaktır gelen misafiri, iz süren adamı. Kimi ararsan bugünlerde telefonu meşgul çalıyor. İnsandan insana uzanan bütün hatlar dolu. 'Meşgule'ye gelince, ayak basılmamış, göz değmemiş yerleri, kırkından sonra çıktığı merdivenleri günde bilmem kaç kez süpürendir o. Meşgul ve meşgule dünyaya hükümet eden erkek ve kadındır. Ama ikisi de ziyadesiyle meşgul oldukları için biri diğerine birazcık yaslansa düşüveriyor. Birbirimizi göremeyecek, sevemeyecek, ismini söyleyemeyecek kadar meşgulüz.

“Denemelerde birçok kişinin ‘bu da konu mu!' dediği pek çok meseleyi konu dahline soktum. Birçok insanın göremediği, üzerinden atlayarak geçtiği şeyleri” demiştiniz. Mesela nedir onlar?
Sanki hepsi tam da hayatımızın göbeğinde… Dilencileri ve dilenmeyi yazdım, kimse onları yazmaz ki. Onlar hakkında yazı yazılan değil, kucağına bozuk para fırlatılandır. Yalakaları ve dalkavukları yazdım, bu insanlar da ifrat yapmaktan gözleri kör olmuş kişilerdir. Acıklıdırlar. Belki yazılan tek bir satır onları bu çanak yalayıcılık ve etek öpücülükten kurtarır diye düşündüm. Yazıyı onlara da layık görmeyiz. Otomobiller ve futbol aleyhine yazdım, her ikisi de teknoloji tanrısının dokunulmazlarıdır. Ama bu yazgının yazı ile bozulması gerektiğine inandım ve yazdım. Nankörleri, şakacıları, kıskançları, marketleri, meşhurları, balkonları hiç görmedikleri halleriyle insanlara göstermeye çalıştım. Yaklaştıkça bu kıyıda duran konular elbette hayatınızın ortasına kuruluyor.

“Eskiden bir kimliği bir de nüfus cüzdanı vardı insanların. Şimdi ise iki kimlikle hayatını sürdürüyor insan: Biri yanında taşıdığı, diğeri evde bıraktığı.” Evde bırakılan bu kimlik nasıl oluştu?
Toplumsallaştıkça sosyolojik bir varlık haline geldik ve şahsiyet sahibi olmak değersizleşip ilgi görmemeye başladı. Pragmatik, makyavalist, oportünist zihniyet ve kafa yapıları bu evde bıraktığımız kimliğimizin yarattığı boşluğu dolduran çağdaş unsurlardır hep.

Henüz yayınlanmayan "Hu Dönüşü" hangi konuları işaret ediyor?
'Hu Dönüşü' kitabı da din, dindarlık, medeniyet merkezli yazılardan oluşuyor. Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

13 Nisan 2014 Pazar

II. Murat’ın vakfiyesi evine döndü

13 Nisan 2014
Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat’a ait vakfiye, geçtiğimiz perşembe günü dünyaca ünlü müzayede evi Christie’s’te satıldı. Oxford Üniversitesi’nin koleksiyonunda bulunan, 5 metre uzunluğundaki Sultan vakfiyesini 160 bin sterlin veren iki Türk ortak aldı. Christie’s yetkilileri, ünlü eksperlerin paha biçemediği vakfiyenin beklenenden düşük fiyata alıcı bulmasını şaşkınlıkla karşıladı.


Londra'da bu hafta İslam sanatları müzayede haftasıydı. 8 Nisan Salı günü Bonhams'ta, 9 Nisan Çarşamba günü Sotheby's'de, 10 Nisan Perşembe günü Christies's'te peş peşe üç müzayede düzenlendi. Bu müzayedelerden bizi ilgilendiren dünyaca ünlü firma Christies's'in düzenlediğiydi. Müzayedede Türkiye'de hiçbir koleksiyonerde ve müzede bulunmayan, Fatih Sultan Mehmet'in babası II. Murat'a ait vakfiye satıldı. Hem de oldukça uygun fiyata; 160 bin sterline (567 bin TL). Bu rakam, eseri satın alan için uygun bir fiyat olsa da, Osmanlı sultanına ait vakfiye için düşük bir rakam. Çünkü ünlü eksperler ve müzeler esere paha biçememişti. Christie's yetkilileri vakfiyenin en az 1 milyon Sterlin'e satılmasını beklediklerini ve ilginin bu kadar az olmasını şaşkınlıkla karşıladıklarını belirtiyor. Aynı müzayedede İznik tabağı 1 milyon 500 bin sterline (5,3 milyon TL) satıldı.

Bir önceki gün gerçekleştirilen Sotheby's'teki müzayedede ise 19. yüzyılda yapılmış, İran padişahına ait portrenin 2,5 milyon sterline satıldığı göz önüne alınırsa, 1400'lü yıllara ait, 5 metre uzunluğunda, nadir bulunan Sultan vakfiyesine ülkemizin hat ve ferman koleksiyonerlerinin yanı sıra devlet erkanının da ilgisiz kalması beklenmiyordu.

Müzayedeyi Türkiye'den takip eden antika piyasasının tanınan isimleri Ömer Dinçer Kılıç ve Feyyaz Özay vakfiyeyi ortak olarak alan iki isimdi. Kılıç ve Özay, böylesine ender bulunan bir belgeyi, -Fatih Sultan Mehmet'e ait bir vakfiye bile çok az- bu kadar uygun fiyata alabildikleri için sevinçten neredeyse havaya uçuyorlardı. Zaten kültürümüze ait bir eserin topraklarına geri dönmüş olması güzel ama vakfiyenin değerinin fark edilmemesi hazin.

2 OCAK 1427'DE YAZILMIŞ
 Fakirler için Amasya'da bir hayrat (dergah) yaptırılması amacıyla Yürgüç Paşa tarafından vakfedilen mallarla ilgili olan vakfiye, altı parça birleştirilmiş kağıt üzerine Arapça olarak 2 Ocak 1427 tarihinde yazılmış. Üzerinde Sultan II. Murat'ın siyah tuğrası, nesih hatla ve siyah mürekkeple basılmış. Zarif bir besmele ile başlayan vakfiyenin, ana metninin etrafı çok sayıda notlar ve mühürlerle bezeli. Arka yüzünde şahit olarak 5-6 vezirin imzaları bulunuyor. Arka üstü yeşil bezli, kenarları hafif lekeli eserin ölçüleri ise 469,9 cm x 29,2 cm.

Fermanda, Amasya'da yapılacak binaya ait özellikler ile vakfedilen malların vasıfları listeleniyor. Bununla birlikte dergahı denetleyecek bir şeyh, binanın inşa edilmesi için imam, her gün Kur'an-ı Kerim'den bir cüz okumakla görevli dört hafız, bir hizmetli, kapıcı, aşçı, yamak, fırıncı ve yardımcısı, muhasip (sayman) ve hazinedar atanması emrediliyor. Belgede, vakfın mütevellisinin (idarecisi), vakfedenin oğlu olan Mustafa bey olacağı belirtiliyor veya onun ölümünden sonra vakfedenin soyundan gelecek torunlardan bahsediliyor.

Yürgüç Paşa, 1428'de Amasya'da inşa edilen ve halihazırda kendi ismiyle anılan türbesinin de içinde yer aldığı camiyi inşa ettiren kişi olarak kayıtlarda yer alıyor. Vakfiyede atıfta bulunulan medrese ve dergah bu caminin karşısında bulunuyordu.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


10 Nisan 2014 Perşembe

Avrupa’nın göbeğindeki Türk tiyatrosu

10 Nisan 2014
64 yıldır Türk tiyatrosuna hizmet eden Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu’nun belgeseli çekildi. “Balkanların Kalbindeki Sahne” adlı belgesel 8-12 Mayıs’ta TRT Belgesel Günleri’nde izlenebilecek. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını 1979’da sahneleyince Avrupa’da ve tüm dünyada dikkat çeken tiyatro, bugüne kadar yaklaşık 300 oyun sahneledi.



Türk tiyatrosunun adını Avrupa’nın göbeğinde 64 yıldan bu yana yaşatan bir tiyatro var. Temeli 1906 yılında atılan, 1950’den bu yana ise resmi olarak kesintisiz tiyatro yapan Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu sahnelediği oyunları ve aldığı ödüllerle önemli bir sanat merkezi. Zaman zaman Türkiye’de de temsil vermeye geliyorlar. En son geçen sene Devlet Tiyatroları Adana Uluslararası Sabancı Tiyatro Festivali’nde “Bütün Oğullarım” oyununu sahnelemişlerdi. 13 Nisan Pazar günü ise yine gelecekler, bu kez küçük ama ağır bir ekiple.

Ünlü oyuncularından Bedia Begovska, kitapları 20 dilde yayımlanan tiyatro yazarı, şair İlhami Emin, tiyatro dünyasında özel bir yönetmen olarak bilinen Branko Stavrev, Suç ve Ceza oyunundaki Raskolnikov rolü ile yine dünya çapında ün kazanan ve MK Türk Tiyatrosu’nun eski müdürlerinden olan Firdaus Nebi, pazar günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda saat 19.00'da galası yapılacak olan “Balkanlar’ın Kalbindeki Sahne” belgeselini Türkiye’deki dostlarıyla birlikte izleyecek.

MK Türk Tiyatrosu, bugüne kadar yaklaşık 300 oyun sahneledi. 1979’da sahneledikleri Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, MK Türk Tiyatrosu’nun varlığını Avrupa’ya ve tüm dünyaya duyurdu. Branko Stavrev’in yönettiği oyunun galasının, Saraybosna Tiyatro Festivali’nde (bu yıl 54.sü gerçekleştirilecek) yapılması kararlaştırılır. Çünkü önemli bir festivaldir. Tiyatro camiasındaki herkes, gelişmeleri izlemek üzere sonbaharda yapılan bu festivalde bir araya gelir, yüzü aşkın eleştirmen festivale katılır. Böyle bir atmosferde Suç ve Ceza sahnelenir.

Yönetmen Stavrev’in belgeselde anlattığına göre o eleştirmenler, oyunu izleyince ‘Dostoyevski’yi böyle oynayan tiyatro hangisidir?’ diye merak eder. Balkanlar’ın bir yerinde, küçücük Makedonya’da bir Türk tiyatrosunun bulunduğundan o zaman haberdar olurlar. Oyun boyunca Raskolnikov’u eli zincirli bir şekilde (üstteki büyük fotoğraf) büyük bir başarıyla oynayan ve herkesi etkileyen Firdaus Nebi, o yıllarda yaşadıklarını belgeselde gözyaşları içinde anlatıyor.

Üsküp’te çekilen belgeselde, İlhami Emin, Firdaus Nebi, Branko Stavrev dışında tiyatronun kıdemli oyuncularından Müşerref Lozana, Elyasa Kaso, Selahattin Bilal, Mustafa Yaşar, tiyatronun müdürü Atilla Klinçe, eski müdürlerden Güner İsmail, Türk Tiyatrosu Monografisi kitabının yazarı ve eski Yugoslavya’nın başkanı Tito lakaplı Josip Broz’un tercümanlığını yapan Risto Stefanovski, Türkiye'de Elveda Rumeli dizisiyle ünlenen Filiz Ahmet ve Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’ni Üsküplü oyuncularla 1989’da sahneye koyan yönetmen Yücel Erten ile yapılan röportajlar yer alıyor.

Sanat hayatına MK Türk Tiyatrosu’nda adım atan Filiz Ahmet’in dedesi Lütfü Seyfullah, Makedonya’nın en ünlü tiyatrocularından biri, annesi ise tiyatroda yıllarca suflör olarak çalışmış. Belgeselde tiyatronun tarihi, tanıkların dışında arşiv belgeleri ve fotoğraflar ışığında da anlatılıyor. Tiyatronun yerini gösteren 8 Ocak 1907 tarihli harita, Başbakanlık Osmanlı Arşivi araştırmacılarından Üsküplü Yıldırım Ağanoğlu tarafından belgesele kazandırılmış.

Her şeye rağmen ayakta kaldı


Balkanlar’ın en eski tiyatro binası 1906’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun valisi Mahmut Şevket Paşa tarafından Vardar Nehri kıyısına inşa edilmiş. Azınlıklar Tiyatrosu olarak bilinen, daha sonra Halklar Tiyatrosu adını alan, bugünkü adıyla Milli Kurum Türk Tiyatrosu ise 1950 yılında Yugoslavya’da, tiyatro eğitimi görmüş Abduş Hüseyin tarafından kurulmuş. Yönetmen İsmet Arasan, baskılara, yoksulluğa, göçe ve depreme rağmen ayakta kalmayı başaran MK Türk Tiyatrosu’nun belgeselini neden çektiğini şöyle anlatıyor:
“MK Türk Tiyatrosu’nda oyunlar bütün Balkan dillerinde sahneleniyor. Oyun esnasında diğer dillere çeviri yapılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Makedonya’da, farklı kültürlere sınırlı ölçüde kendilerini geliştirme şansı tanındı. İşte bu dönemde Türkler, kimlik mücadelelerini öne çıkardılar. Radyo yayınlarını, edebi eserlerini, dergilerini Türk dilini ve kültürünü yaşatma alanı olarak gördüler. 2006 yılından bu yana özerk bir yapısı bulunan Üsküp Türk Tiyatrosu, Makedon Cumhuriyeti’ne verdiği üstün hizmetlerden dolayı Makedonya Cumhurbaşkanlığı tarafından da ödüllendirildi. Bense bu tiyatronun varlığını, inanılmaz öykülerle beslenen hayat hikâyesini herkese anlatmak istedim.”

Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu’nun kurucusu Abduş Hüseyin.
Tiyatro turnede... 1960'lı yıllar.
Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter'in rol aldığı Mikado'nun Çöpleri 1960'larda Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu'na konuk olmuş.
Abduş Hüseyin Arşivi... Tito


Müşerref Lozana.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

3 Nisan 2014 Perşembe

New age müziğinin ustası Yanni geliyor

3 Nisan 2014
Ne demişlerdi, ‘söz kalpten çıkarsa kalbe ulaşır’. Dilde söylenen, kalpte hissedilmeyen sözün tesiri de, etkisi de, ömrü de az oluyor. Müzikte de böyle… Yanni’nin bestelerini dinlerken hissettiğimiz gibi. Mart ayı başında new age müziğinin duayeni Kitaro’yu ağırlayan İstanbul bu kez, new age müziğinin sevilen isimlerinden Yunanlı sanatçı Yanni’yi konuk ediyor.

Türkiye’ye ikinci kez gelecek olan Yanni, Ülker Sports Arena’da 8 Mayıs’ta konser verecek. Sanatçının, 18 Eylül 2011’de Kuruçeşme’deki Sortie’de küçük ve elit bir gruba verdiği ilk konseri tartışmalara neden olmuş, hayranlarını üzmüştü. Sortie’deki konsere gidemeyen kimi hayranları, denize sıfır olan mekâna teknelerle yanaşıp geceye katılmıştı, kimi de mekânın yanındaki Kuruçeşme Parkı’ndan ona eşlik etmişti. Yanni, belki Türkiye’de konser alanlarını dolduramayacağını düşündü ya da iki ülke arasında ezelden beri bitmeyen siyasi tartışmaların sanatını etkileyip etkilemeyeceğine dair nabız yoklamak için böyle davrandı, bilemiyoruz ama geçen sene 25 Haziran 2013’te Parkorman’da konser vereceği açıklandı. Fakat bu konser de Mayıs 2013 sonunda patlayan Gezi Parkı olayları nedeniyle iptal edildi.

Geçen yıl Gezi Parkı olayları nedeniyle konseri iptal edilen Yunan piyanist ve besteci Yanni, 8 Mayıs’ta Ülker Sports Arena’da orkestrasıyla sahneye çıkacak.

Yanni, konser için İstanbul’a ikinci kez geliyor, büyük orkestralarla verdiği müziğini canlı dinlemek isteyenler de kendisini heyecanla bekliyor. Yunan piyanist ve besteci Yanni, tam adı Yiannis Hrysomallis ya da ünlü olduğu adıyla John Yanni Christopher, 14 Kasım 1954’te Yunanistan’ın Kalamata şehrinde dünyaya geldi. 1992’de “Dare to Dream” albümü ile Grammy ödülü kazanan sanatçı, 1993’te yaptığı “In My Time” albümü ile yine aynı ödülü aldı. Onu geniş kitlelere tanıtan ise 1993’te İngiliz Kraliyet Senfoni Orkestrası’yla Acropolis’te verdiği konserdi. Bir yıl sonra yayınladığı bu konserin video-klip albümü, “Yanni Live at the Acropolis” tüm zamanların en çok satan albümlerinden biri oldu. Bu konserin videoları YouTube’da hâlâ çok izlenenler arasında. Onun Yunanistan dışında Hindistan Taç Mahal’de, Çin Yasak Şehir’de ve İngiltere Royal Albert Hall’deki konserleri de çok konuşuldu.

Yanni bugüne kadar yaklaşık 30 ülkede, 3 milyondan fazla insana konser verdi, albümleri 20 milyonun üzerinde sattı. Özel bir müzik eğitimi almadığı halde senfoniler yazan Yanni, Amerika’daki Minnesota Üniversitesi’nde psikoloji dalında lisans eğitimi gördü, kendisi aynı zamanda ülkesinde yüzme şampiyonu. Konserlerinde sağlı sollu etrafında duran piyanosunu ve klavyesini çalarken yerinde duramayan Yanni’yi izlerken bestelerinin bir parçası olmanız neredeyse imkânsız.

Nostalgia, Nightingale, Rainmalker, Desire, annesi için bestelediği Felitsa, Love is All, End of August, One Man’s Dream, Santorini ve daha pek çok eseri çok seviliyor. Nostalgia’daki keman ve obua, Prelude’deki duduk ve keman soloları Yanni’nin orkestrasıyla kurduğu iletişimi oldukça güzel anlatıyor. Zaten orkestrası da Birleşmiş Milletler takımı gibi. Davulcusu Charlie Adams ABD’den, arp sanatçısı Victor Espinola Paraguay’dan, viyolonsel sanatçısı Alexander Zhiroff Rusya’dan, perküsyon Yoel Del Sol Küba’dan, klavyeler Ming Freeman Tayvan’dan… Yanni, Türkiye’ye de yine kalabalık bir orkestra ile gelecek. Umarız bu konseri de diğerleri gibi unutulmayan konserlerden biri olur. (www.yanni.com, www.yanniturkey.com)

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



2 Nisan 2014 Çarşamba

Ebruya çağdaş yorum

2 Nisan 2014
Türkiye’de doğup büyüyen Alman asıllı sanatçı Konstantin A. Schmidt’in Nişantaşı’ndaki Paarla City Solutions’ta açtığı “Harald’a Mektup” adlı sergide, geleneksel ebru sanatını günümüz teknolojisiyle buluşturan eserler yer alıyor. Sergi, 30 Nisan’a kadar açık.



Ebru, hat, tezhip, minyatür, çini gibi geleneksel Türk sanatlarında sınırlar nereye kadar gidebilir, zorlanabilir mi, yoksa dünden bugüne yapıldığı gibi yarına aynı şekilde mi kalmalı? Bu sorular, sanat çevrelerinde konuşulan bir konu. ‘Gelenekselciler' ve ‘yenilikçiler' diye iki grup bile oluştu. Bu meselenin bir boyutu. Diğer boyutu ise bir zamanlar toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı yönlendiren geleneksel sanatlarımız, son yıllarda atağa kalkmış gibi görünse de evlerimizin duvarlarını süsleyen ‘nostaljik sanat' kategorisinden öteye gidemiyor. Bugüne bir şey söylemiyor. Genç sanatçıların bir kısmı ‘bu konuda ne yapabiliriz' diye kafa yoruyor, bir kısmı aynen yola devam düşüncesinde.

Türkiye'de doğup büyüyen Alman asıllı sanatçı Konstantin A.Schmidt'in, Nişantaşı'ndaki Paarla City Solutions'ta açtığı “Harald'a Mektup” adlı sergide ebru sanatını günümüz teknolojisiyle buluşturan, gelenekle moderni bir araya getiren şaşırtıcı, merak uyandırıcı, bugüne kadar görmediğimiz işler yer alıyor. Zaten Schmidt, şimdiye kadar böyle bir çalışma ile karşılaşmadığı için bu işe kalkıştığını söylüyor ve ekliyor: “Ben ebru sanatına ve sanatçılarına saygı göstererek ezber bozmaya çalıştım.”

Konstantin A.Schmidt, ebru sanatçısı değil. Teknesi, boyası, fırçası bulunmuyor. Babasının 1960'lı yıllarda Türkiye'de çektiği fotoğraflar ve satın aldığı ebrular sergisinin ana malzemesi. Peki Schmidt ne yapıyor? Dijital ortama aktardığı ebruları kesip birleştirerek, döndürerek, kimi zaman çoğaltarak, renklerini değiştirerek, katman katman maskeler yaparak yeni desenler oluşturuyor. Bu desenleri de bilgisayar ortamında fotoğraflar üzerine uygulayarak farklı ve özgün eserlere dönüştürüyor.

Ali Baba, Eşkıya, Haliç'te Sandal, Haliç'te Mezarlık, Gölde Kayıklar, Boğaz, Moda, Kentsel Dönüşüm, Yüzleri Olmayan Kadınlar adını verdiği bu eserler, kalın ve renkleri çok iyi emen özel ‘art paper' denilen kâğıtlara basılmış. Konstantin A.Schmidt'in ebruya olan ilgisinin, sergiyi ithaf ettiği babası Harald Schmidt'e duyduğu sevginin yanı sıra bizi de yakından ilgilendiren bir hikâyesi var: "Babamın Türkiye'deki görevi nedeniyle geleneksel Türk sanatlarına karşı görsel bilgim ve ilgim oluştu. Özellikle ebru sanatıyla görsel iletişim kurdum.” diyor.

Alman Bauhaus ekolünden gelen Harald Schmidt, Türkiye Güzel Sanatlar Yüksek Okulu, bugünkü adıyla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tekstil bölümünde ders vermek üzere 1959'da İstanbul'a gelir ve 2000'de ölene kadar burada yaşar. Yaklaşık 40 yılda Türk sanatları ve Türkiye fotoğraflarından oluşan muazzam bir dia arşivi oluşturan Harald Schmidt, bütün Türkiye'yi dolaşır. 1969'da ailesi ile birlikte İstanbul'dan yola çıkar, Karadeniz sahil bandından Hopa'ya kadar gider, sonra Artvin, Kars, Ardahan'a, oradan İç Anadolu'ya nihayetinde Malatya'dan İstanbul'a geri döner. Oğul Schdmit, “Babam vefat edince arşivi bana kaldı. Türk el sanatları hakkında çok büyük bir arşivi var babamın. Sergide gördüğünüz bazı fotoğraflar 1960'lı yıllarda İstanbul'da çekilmiş. Mesela Ali Baba tablosundaki eşeğin üzerindeki adamın fotoğrafı Eyüp'ten.” Türkiye'ye uzman olarak çağrılan Harald Schmidt hakkında Türkçe bir kaynak bulunmuyor, arşivinin içeriği de araştırılmaya muhtaç.

1961'de Beşiktaş'ta Valide Çeşme'de doğup büyüyen Konstantin A.Schmidt, Galatasaray'daki Piyer Loti Fransız Lisesi'ni bitirdikten sonra 1980 ihtilali öncesinde Türkiye’den ayrılır. Önce Lozan'da, ardından Berlin'de siyasal bilgiler öğrenimi görür. Ama Türkiye ile bağını koparmaz. Bir süre sinema sektöründe Atıf Yılmaz, Erden Kıral ve 1991'de en iyi yabancı film dalında Oscar alan Umuda Yolculuk filminin yönetmeni Xavier Koller gibi yönetmenlerle birinci asistan olarak çalışır. Schmidt'in sinemacılarla yakın ilişkisi babasından kaynaklanıyor:

“Babamın çok yakın sanatçı, yazar dostları vardı. Odasına Ruhi Su da geliyordu, Zülfü Livaneli de, Yaşar Kemal de. Tezer Özlü Kıral da bizim eve gelir giderdi. Sinemaya onun eşi Erden Kıral ile adım attım. Onun Hakkâri'de Bir Mevsim filminde çalışacaktım asistan olarak ama olmadı. Beni Atıf Yılmaz'a gönderdi.” Başrollerinde Yaman Okay, Tuncel Kurtiz ve Necmettin Çobanoğlu'nun oynadığı Almanya'yı Seviyorum ve Nur Sürer ile Tuncel Kurtiz'in oynadığı ‘Valium 10' adlı iki uzun metrajlı filmin senaryosunu yazan ve yöneten Schmidt, Şerif Gören'in Berlin'de çektiği, başrolünde Kemal Sunal'ın oynadığı Polis filminde de küçük bir rol alır.

“Harald'a Mektup”, Konstantin A.Schmidt'in ikinci kişisel sergisi. Uzun pozlamalardan oluşan ilk fotoğraf sergisini 2004 yılında Almanya'da açtı. İki yıl önce tamamen Türkiye'ye dönen Schmidt, bu süreçte doğup büyüdüğü topraklarla bağlantısını hiç koparmamış, 1993'ten itibaren de reklam sektöründe çalışıyor. Şimdilerde ise kendisini oldukça heyecanlandıran bilgisayarda ebru yapımına imkân veren yazılımla ilgileniyor.

‘Tablo aydınlatma uzmanı'

Sergideki eserler, Paarla City Solutions'un sahibi ve aydınlatma uzmanı olan Gürol Ayan tarafından yapılan özel bir aydınlatma sistemi ile sergileniyor. ‘Resimlerin adeta sahneye konulmasını' sağlayan ‘art&light' konseptli bu sistem, sinemayla ilgilendiğinden Schmidt'in için önemli. (www.paarla.com)


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ