30 Eylül 2013 Pazartesi

"Mimar Sinan'n çıraklık, kalfalık, ustalık dönemi yoktu"

30 Eylül 2013 
Gülru Necipoğlu'nun daha önce İngiltere Reaktion Book Yayınevi ve Amerika Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman adlı eseri, "Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimarî Kültür" (Bilgi Üniversitesi Yayınları) adıyla Türkçeye çevrildi. Bilgi Üniversitesi tarafından, kitap vesilesiyle geçen hafta düzenlenen "Sinan ve Palladio" adlı konferansa katılmak üzere İstanbul'a gelen Necipoğlu, 20 yıl önce tasarladığı eserinde Mimar Sinan ile ilgili ezber bozan bilgiler veriyor, farklı bir 'Mimarbaşı' portresi çiziyor. İstinye'deki evinde görüştüğümüz Necipoğlu, Topkapı Sarayı, 2010'da yapılması planlanan Sur-i Sultani projesi, son yıllardaki selatin cami özlemi ve restorasyonlarla ilgili eleştirilerde de bulundu.
Gülru Necipoğlu’nun yazdığı Sinan Çağı, Turkish Studies Association tarafından iki yılda bir verilen Fuat Köprülü Kitap Ödülü’ne 2006’da layık görüldü. FOTOĞRAF: ZAMAN, İSA ŞİMŞEK


Kitabınızı yazarken, bugüne kadar yazılan eserleri bir kenara koyarak ilk kaynakları yeniden taradınız. Bilinenin aksine nasıl bir Mimar Sinan portresiyle karşılaştınız?

Araştırmaya başladığımda zannettim ki, Mimar Sinan ile ilgili bilinmeyen belgeler yine bulunur. Çünkü yeni arşiv katalogları yapıldı, eskiden okura açık olmayan belgeler ortaya çıktı. Fakat daha önceki araştırmacılar Mimar Sinan'ı çok güzel araştırmışlar anlaşılan. . Doğrudan doğruya Sinan'ın hayatına dair yeni bir belge bulamadım. Ama mevcut belgeleri yeniden gözden geçirince insan değişik yorumlar getirebiliyor. Kitabımı zenginleştiren yeni bilgiler Mimar Sinan'ın hamileriyle ve yapıların süreciyle ilgili. Burada önem verdiğim iki nokta var, eserlerin yapım süreci ve Mimarbaşı'nın yaşadığı çağda algılanışı. Yani Mimar Sinan'ın inşa ettiği eserlere bakanlar, kullananlar veyahut kendisini tanıyanlar onu nasıl tanımlamışlar? Mimar Sinan, hayattayken gerçekten büyük bir sanatçı mimar olarak algılandı mı, yoksa biz mi onu büyütüyoruz...

Bununla ilgili Prof. Dr. Uğur Tanyeli'nin iddiası vardı. Mimar Sinan'ın Cumhuriyet döneminde mitleştirildiğine dair. Kitabınızın Türkçe baskısında bu tartışmaya cevap veren bölümler eklediniz sanırım...

Evet, son senelerde Türkiye'de böyle bir tartışma oldu. 'Mimar Sinan o eserleri tek başına yapmadı, birçok ustayla çalıştı ve sanatsal dahi kavramı o dönemde yoktu. Sinan'ı biz büyütüyoruz, Cumhuriyet döneminde keşfedildi çünkü bir milli dehaya ihtiyacımız vardı' şeklinde fikirler ortaya atıldı. Bu görüşe katılmadığımı kitabımda belirttim. Mimar Sinan, kendi çağında o güne kadar gelmiş geçmiş en büyük mimar olarak algılanıyor. Daha yaşarken kabul görmüş, değeri fark edilmiş. Öldükten sonra keşfedilen biri değil. Alıntıladığım kaynaklar bunu yeterince gösteriyor.

Bu yorumların kaynağı nedir, nasıl ortaya çıkıyor?

Bu tür sonuçları çıkaranlar ya da yorumları yapanlar, genelde birincil kaynak veya arşiv araştırmasına lüzum görmüyor. Halbuki Farsça ve Osmanlıca yazılan 16. yüzyıl tarih kaynaklarında, bilhassa da Süleymanname'lerde, Mimar Sinan'ı müthiş metheden, göklere çıkaran bölümler var. "Parmaklarında bin marifet", "zihni ve zekası ile çağın Aristo'su", "bugün Öklid yaşasaydı Mimar Sinan'a yamak olurdu" gibi cümleler yer alıyor resmî tarihlerde. Biliyorsunuz İskenderiyeli matematikçi Öklid milattan önce 330-275 yıllarında yaşadı. Kitapta bunları alıntılıyorum. Kısacası Sinan'a yapılan bu atıflar, döneminin en önemli tarihçilerinin eserlerinde onun ne derece kabul gördüğünü gösteriyor.

Mimar Sinan döneminde yapılan camileri İstanbul haritasına yerleştirdim, buradan ne kadar büyük bir inşaat patlaması yaşandığı anlaşılıyor. Bunları kimler yaptırdı diye baktığımızda Osmanlı Devleti'nin en seçkinleri olduğunu görüyoruz. Tüccar sınıfından sadece iki kişi var ve ulema hiç yok. Aşağı yukarı da hepsi ya hanedan üyesi ya da devşirme. Türk kökenli paşalar epey az. Bu da oldukça ilginç.

Bunu nasıl yorumlamalıyız ya da nasıl anlamalıyız?

Şöyle yorumluyorum: 15. ve 16. yüzyıl devşirme ile kul sisteminin zirvesinde olduğu bir dönem. Gazalarla imparatorluk genişledikçe o yörelerden birçok Hıristiyan çocuk devşiriliyor. Onlar büyüdüklerinde Osmanlı'dan daha çok Osmanlı oluyorlar diyebiliriz. Biliyorsunuz Sinan'ın kendisi de Kayseri'nin Ağırnas köyünden İstanbul'a getirilen bir devşirme. Bana göre, devşirme kökenli seçkinler, kendi kimliklerini mimariye döktüklerinde çok iyi birer Müslüman olduklarını ispatlama ihtiyacı duyuyorlar. Kitapta daha çok Mimar Sinan'ın yaptığı camileri ve cami odaklı külliyeleri ele aldım. Bu camiler böyle bir duygunun ifadesi. Ancak buraya bir şerh düşelim: Bir saray ağası olan Sinan dahil, seçkin devşirmelerin vakfiyelerine baktığımızda bu eserleri, padişaha veya akranlarına yaranmak için değil, gerçek bir samimiyetle, hissiyatla gönülden yaptırdıkları göze çarpıyor.

Kitabınıza Sinan Çağı adını verirken sadece mimariyi kapsamadığı anlaşılıyor...


O dönemin inanç ve zihniyetlerini merak ettim. Araştırma yaparken benim için en ilginç kaynaklar, Ankara'da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde çalışırken taradığım vakfiyeler oldu. Çünkü, bu vakfiyelerden sadece birkaç tanesi çalışılmış. Kitabımda ele aldığım eserlerin aşağı yukarı yüzde doksanının vakfiyeleri Ankara'da mevcut. Vakfiyelere bakınca, daha çok hamilerin dünyası ortaya çıkıyor. Sinan'ın tek bir vakfiyesi var ve yayınlanmış. Mimar Sinan'ın kimliği hakkında bu vakfiyede çarpıcı ipuçları yer alıyor. Onun kimliği üzerine yürütülen yanlış bilgilerin bir kısmına bu belgede yanıt bulabiliyoruz.

Mesela?

Mesela Mimar Sinan'ın iki vakfiyesi olduğu düşünülüyor. Oysa bunlardan sadece biri Mimar Sinan'a ait. Diğeri Kanuni Sultan Süleyman'ın, Süleymaniye Camii yapılırken bina eminliğine atadığı Bina Emini Sinan adında başka birinin vakfiyesi. Mimarbaşının kendi vakfiyesini incelediğimizde Kayseri'den geldiği, devşirme olduğu, inançlı bir Müslüman olduğu ortaya çıkıyor. Mimar Sinan'ın ağabeyi Hıristiyan olarak Kayseri'de kalıyor. Sinan ağabeyinin iki oğlunu İstanbul'a getirtip onları yeniçeri teşkilatına sokuyor ve onların kızlarına konaklar bağışlıyor. Fakat herbirine birer de vazife veriyor: "Ben öldükten sonra ruhuma şu sureleri okumanızı istiyorum" diyor. Bu bence çok ilginç; hangi sureler olduğunu bile belirtmiş.

Bir de şu da var: Kanuni Sultan Süleyman, bugün Süleymaniye Külliyesi'nin yanı başında Sinan'ın türbesinin olduğu yerde ona çok büyük bir arsa bağışlıyor ki, camii yapılırken orada yaşasın, inşaatını gözetlesin diye. Hatta Sinan'ın konağı külliyenin bir parçasıymış gibi onunla bütünleşmiş. Vakfiyesinde mimarbaşının kendi konağı çok ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor. Konağın üç avlusunun bulunduğunu ve içinde birkaç hamamı olduğunu öğreniyoruz. Buradan onun epey hali vakti yerinde olduğu ortaya çıkıyor. Yani döneminde değeri anlaşılmamış basit bir yapı ustası değil.

Mimar Sinan, günümüzde anlaşılamıyor belki de, restorasyonlara bu yansıyor mu?

2010'dan itibaren neredeyse bütün İstanbul camileri elden geçti, nakışları da yeniden yapıldı. Buraya her geldiğimde camilerin durumu nasıl diye ziyaret ederim.

Süleymaniye'yi nasıl buldunuz?

Doğrusu yapısal restorasyonları, tamirleri makul buluyorum fakat kalem işlerini, nakışları ve halıları beğenmiyorum. Kullandıkları renkler Osmanlı nakkaşlarının tonlarına uymuyor. Çok fazla canlı ve tabiri caizse "cart" renkler kullanılıyor. İtalya'da bir tarihi yapıt boyanacaksa ne komiteler kurulur, sanat tarihçilerine danışılır, eskiden hangi tür boyalar kullanılmış diye belki de yıllar süren analizler yapılır. İtalya restorasyon konusunda çok ileri olduğu için onları örnek verdim.

Bizde de her cami için üç-dört kişiden oluşan bilim kurulu var, fakat yeterli olmayabilir. Yakında Vakıflar Genel Müdürlüğü, İtalyan restoratörlerle ilgili bir proje başlatacak. İtalyanlar Türk meslektaşlarına eğitim verecekler.

Nakkaşlar eğitilse iyi olur. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye'de gayet donanımlı restoratörler var, mesela Zeynep Ahunbay gibi. Kendisiyle Mostar Köprüsü'nün restorasyonunun komitesindeydik. UNESCO'nun üstlendiği bir projeydi bu. Ahunbay, çok bilgili ve tecrübelidir. Başkaları da var. Restorasyon bölümleri çok iyi olan üniversitelerimiz mevcut. Ama Vakıflar Genel Müdürlüğü genellikle kendi elemanlarını kullanıyor.

Vakıflar'ın restoratör kadrosunda 16 kişi var, bir de Restoratör Derneği'yle işbirliği yapıyorlar.


Bence İtalya ile işbirliği illa yapılması da gerekmez. Burada olan isimler de değerlendirmeli.

Ama onları kullanmıyorlar mı diyorsunuz?

Evet... Daha doğrusu kullanmak istemiyorlar, kendi kadrolarını tercih ediyorlar. Dünden bugüne bu hep böyle gelmiş. Bunların aşılması lazım. Ben bazen gerçekten dua ediyorum, aman ellemesinler tarihi yapıtları diye. Kaliteli projeler yapılmıyor değil. Ama bilhassa nakış ve bezeme işlerinde hatalar göze çarpıyor. Bazı tarihi camilerde ise, mahalleli karar vermiş, 'bizim camimizde neden çini yok' diyerek baştan aşağı Kütahya çinileri ile süslemişler.

Aslında Anıtlar Kurulu bu konuda çok kararlı diye biliyoruz. İzin çıkmadan bir çivi bile çakılmasına izin vermiyorlar son yıllarda. Eskiden olan bir şey mi acaba? 1950-60'lı yıllarda bu tür müdahaleler yapılmış.

Öyle deniyor ama yine de bazen göz yumuyorlar anlaşılan. Örneğin, Mimar Sinan'ın Çarşamba'da Tercüman Yunus Bey Camii yepyeni çinilerle kaplanmış. Eskiden çinileri yoktu, ama ibadethaneyi kullanan cemaat böyle istemiş ve arzularını gerçekleştirebilmişler. Tarihi bilinç eksik. 'Tarihimizi sahipleniyoruz' deyip bilinçsizce müdahaleler yapmak tarihi de yok etmek oluyor. Bu tür yanlışlar sadece bugüne özgü değil, zaten Osmanlılar da çeşitli barok ve Avrupaî desenlerle eskiyen kalem işlerini güncellemişler. Ama yakınlarda bu olgunun boyutları büyüdü çünkü çok fazla sayıda yapı yenileniyor. Ülkemizdeki yenileme projeleri aslında bizler için birer tarihi araştırma vesilesi olabilir. Orijinal bezemeler nasıldı, sonraki boyaların altında izleri kaldı mı acaba, gibi sorulara yanıt arayan zihniyetler yerleşmemiş.

Sanat, kültür, mimari... Bu kavramları algılayışımızda bir sorun mu var?

Şöyle bir şey var: Bunu Topkapı Sarayı ile ilgili doktora tezimi ve kitabımı hazırladığımdan beri gözlemliyorum (kitabın Türkçe çevirisi Yapı ve Kredi Bankası tarafından yayınlandı). Bizde sanat ve mimari daha çok turistik olarak anlaşılıyor. Zaten bakanlığımızın adı da Kültür ve Turizm Bakanlığı. 2010'da Harvard Üniversitesi'nden izinli olarak buradaydım. Sonradan gerçekleşmeyen Sur-i Sultani projesi için danıştılar. Topkapı Sarayı'nda yapmak istenen şuydu: Aya İrini'yi bir Bizans müzesine çevirmek ve tamamen yıkılmış olan Yalı Kasrı'nı yeniden inşa etmek. Bu bir turistik lunapark yaklaşımı. Onun yerine sarayın gereken yerlerini ve elektrik tesisatını tamir edin diye önerdiysem de herhalde fazla ilgilenmediler.

Gözlemlediğiniz başka neler oldu sarayda?

Topkapı Sarayı'nda ve etrafındaki bahçelerde araştırma projeleri, arkeolojik kazılar ve incelemeler yapılabilir. Ama hep tercih edilen yaklaşım yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine yönelik olmuş.

Mimar Sinan camilerinin tipolojisinin kimlik, bellek ve adap kavramları çerçevesinde biçimlendiğini okuyoruz kitapta. Nasıl bir mimari adabı vardı Mimar Sinan'ın?

Kitapta kimlik derken hem Sinan'ın ve hassa mimarlarının sistemleştirdiği "klasik dönem" Osmanlı mimari kimliğini, hem de kadın ve erkek banilerin kimliklerini mimari aracılığıyla nasıl inşa ettiklerini kastediyorum. Bilhassa Kanuni Sultan Süleyman döneminde kul sisteminin devletin merkezileşmesinde önemli rol oynaması ve Safevilerle yapılan savaşlar nedeniyle daha sıkı bir Sünni din politikası izlenmesi, Osmanlı mimarisinde derin izler bıraktı. Kanuni döneminde her mahallede ve köyde mescit ya da cami inşa edilmesinin mecbur tutulmasıyla ilgili fermanlar ve Ebu Suud'un fetvalarını ele aldım. Görüyoruz ki, imparatorluğun resmi dini de yeniden inşa ediliyor o yıllarda. Bugün 'Osmanlı İslamı' olarak kabul gören kavram aslında 14. ve 15. yüzyılda farklıydı. Din üzerindeki devlet kontrolü ve Şeyhülislamlık makamının önemi Kanuni devrinde artıyor. Mimar Sinan'ın dini yapıları da bu resmi inanç sistemini mimari diliyle görsel ve mekânsal olarak ifade ediyor. Kitabımda mimarlık kültürü açısından bu olguyu yorumlamayı amaçladım. Aynı dönemde tasavvuf da halk ve seçkinler arasında yaygınlaşıyor, bilhassa Halveti ve Mevlevi tarikatleri ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Sünni devletin desteklediği bu tasavvuf anlayışının da mimarideki izlerini takip ettim.

Bellek konusuna gelince, banilerin geleceğe bırakmak istedikleri anıları ele aldım. Mesela Kapudan Sinan Paşa Külliyesi (Rüstem Paşa'nın kardeşi) Beşiktaş'ın merkezinde en güzide cami külliyesi olarak hala yerini koruyor. Osmanlı seçkinleri için Mimar Sinan bu tür anıtsal eserleri inşa ederken bir 'yer duygusu' yaratan kalıcı bellek nişaneleri oluşturuyor. Banilerin vakfiyelerinde tesis ettikleri şartlar aracılığıyla da bu binaları yaptıran kişi ve ailelerin hatıraları asırlar boyunca devam ettiriliyor. Dolayısıyla mimarinin bellek inşasında oynadığı rolü etraflıca ele alıyorum. .

Adap, bundan evvelki Sinan kitaplarında ele alınmayan bir kavram. Mimariyi sadece plan tipleri ve üslup ile bağlantılı bir alan olmaktan çıkararak, toplumda kabul gören adap kuralları bağlamında bina programlarının oluşmasını yorumluyorum. Mesela bir bani toplum içindeki statüsünü aşan türde bir bina yaptırırsa kınanıyor. Bir paşa da padişahınkinden büyük bir saray ya da cami yaptıramaz, kınanır. Padişahın ve hanedan mensuplarının dışında herkes sadece birer şerefeli ve tek bir minareli cami yaptırabiliyor. Aynı adap kuralı hanım sultanlarla evli sadrazam ve vezirler için de geçerli. Hanedan kadınları, genellikle devşirme kökenli olan kocalarından daha görkemli "prestij" anıtları ısmarlayabiliyorlar Mimar Sinan'a. Bu kurallar çok ciddiye alınıyor. Evliya Çelebi Seyahatname'sinde, Gariki Efendi diye birinin çifte şerefeli cami yaptırdı diye idam edildiğini yazıyor. Osmanlılarda mimar, bani ve toplum arasında yazılmamış bir sözleşme ve müzakere sonucu olarak mimari adap kodlarının oluştuğunu öne sürüyorum. Mimar Sinan'ı ele alan kitaplar genellikle onun eserlerini gençlik, orta ve olgunluk çağı gibi çizgisel bir üslup evrimi açısından yorumlar. Sinan Çağı ise çizgisel bir gelişim olmadığı tezini vurguluyor. Cami ve cami külliyelerinin hem banilerin sosyal statüsü, hem de yapıların imparatorluk coğrafyasındaki konumlarına uygun ve münasip biçimde tasarımının yapıldığı anlaşılıyor. Adap meselesini araştırırken çok ilginç vakalar da tespit ettim.

Mesela?

Mesela III. Murat on küsur yıl Manisa'da şehzadelik yapıyor ve o sırada Muradiye Camii'ni inşa ettiriyor. Sonra padişah olduğunda Manisalılar, 'Bu cami bize küçük geliyor, genişletin padişahım' diye ricada bulunuyor. İstanbul ile Manisa arasında geliş gidişler oluyor. Vakfın mütevellisi padişahla konuşuyor. Bu konuşmanın bütün aşamalarını fermanlardan ve arşiv belgelerinden takip edebiliyoruz, zaten yayınlanmış bu belgeler. Ama belgeler mimari adap açısından incelenmemiş. Padişah caminin merkezi kubbesinin üç yandan sundurmalarla yani çatılarla genişletilmesini onaylıyor. Fakat caminin cemaatinin bir kısmı padişahın emrine karşı çıkıp daha gösterişli kubbeli yan sofalar tercih ettiği anlaşılıyor, Bu arada bir belgeden öğreniyoruz ki, Manisa halkı değişik gruplara bölünmüş, her biri başka bir projeyi destekliyor. Caminin çoğu yıkılmış, yeni temeller atılmış, padişahın emrettiğinden daha görkemli bir inşaat başlamış bile. Bunun üzerine III. Murad Mimar Sinan'ı çağırıyor ve ondan yeni bir proje çizmesini istiyor ve bu çizimi uygulayacak olan hassa mimarına halktan kimsenin karışmamasını tembih ediyor. Sonunda padişah ilk onayladığı projeden daha görkemli ve pahalı bir cami inşa etmeye mecbur kalıyor ister istemez. Kitapta eserleri yaptıranların kimlikleri ve ne gibi süreçler sonucunda yapıların meydana geldiğini ele aldım.

Mimar Sinan'ın eserleri genelde çıraklık, kalfalık, ustalık diye üçe ayrılıyor. Böyle bir şey yok mu?


Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya Çelebi'nin Edirne Selimiye Camii tarifinden kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş. Sinan'ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai'ye yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için sorgulanmadan tekrarlanagelmiş. Ben Mimar Sinan'ın yapılarını üçe ayırmıyorum. Kitabımın ilk iki bölümü yukarıda anlattığım kavramlarla ilgili, son bölümde tek tek binaların analizini yapıyorum. Sinan üzerine yazılan kitaplar binaları genellikle kronolojiye göre sıralıyor. Bense banilerin statüsü ve yapıların coğrafi konumlarına göre sıralıyorum. Padişahlar, hanım sultanlar, baş vezirler -çoğu zaten hanım sultanlarla evli- ve vezirlerden başlayarak sosyal hiyerarşinin daha alt basamaklarına inen bir düzen bu. Coğrafi konuma gelince, başkent ile eyaletlerde inşa edilen yapılarda çok belirgin farklılıklar var. En görkemli yapılar İstanbul ve ikincil payitaht olan Edirne'de yapılıyor. Geri kalan merkezlerde daha küçük ölçekli yapılar inşa ediliyor. Başkent ve eyaletler arasındaki farklılık dolayısıyla mimari ile vurgulanıyor.

Mimar Sinan eserlerini otobiyografisinde nasıl tarif ediyor?

Şehzadebaşı Camii'ni Süleymaniye'ye hazırlık çalışması olarak betimliyor. Orada küçük ölçekte bazı deneyler yapmış, 'padişah çok beğendi, tahminimden büyük taltiflerde bulundu. Ondan cesaret alarak padişaha daha da görkemli bir cami yaptım' diyor. Süleymaniye'yi tarif ederken muazzam bir başyapıt olarak tanımlıyor. Sanatının zirvesine bu eşsiz külliye ile eriştiğini açıkça ifade ediyor. Kalfalık eseriymiş gibi anlatmıyor.

Süleymaniye Mimar Sinan'ın otobiyografilerinde daha büyük bir yer tutuyor. Ayrıca bu çok daha iddialı bir külliye, halka bir sürü servisler sunuyor. Bir nevi üniversite şehri gibi. Selimiye'nin ise sadece iki medresesi var. Sinan bu eseri en yaratıcı başyapıtı olarak tarif ediyor. Keferelerin mimar geçinenleri demişler ki, Müslümanlar eğer Ayasofya'nınki gibi büyük bir kubbe yapabilselerdi yaparlardı, bunu beceremedikleri belli. Bu eleştiriden kalbi kırılan Mimar Sinan, Selimiye'yi inşa ederek adeta kendi mimari gazasını ilan ediyor. Tam da o yıllarda Kıbrıs fethediliyor, fakat ardından Osmanlı donanması ilk defa İnebahtı'da hezimete uğruyor. O yüzden Osmanlılarda bir kendini sorgulama dönemi başlıyor, Kanuni zamanının güvenli ihtişamı sarsılıyor. Bir de ilginç olan Sinan Selimiye'yi bitirdiği sırada hamisi II. Selim vefat ediyor ve padişah kendi eserini göremiyor. III. Murat ise sara hastası olduğu için seyahat etmiyor, İstanbul dışına çıkmıyor. O yüzden uzun süre saray halkı Edirne'deki saraya gitmiyor ve Sinan'ın bu şaheseri yeteri kadar takdir toplamıyor.

Selimiye Camii, Sinan'ın kendi sanatsal mesleğinin son noktasına geldiğinde yenilikçi ve eşsiz bir eser yaratma arzusunun ürünü. Her iki caminin masraf defterlerine baktım, Selimiye Süleymaniye'den çok daha ucuza inşa edilmiş. Bir kere büyük bir külliyesi yok. Süleymaniye'nin inşası 10 yıl sürdü ise, Selimiye'ninki 5 yıl sürüyor. Süleymaniye'nin çok önemli bir özelliği de, imparatorluğun her yerinden çok değerli mermer sütunlar getirilerek yapılması. Hassa mimarlarından kimi Baalbek'e kimi Mısır'a gönderiliyor sütunları getirmeleri için. Adeta imparatorluğun mermer kaynaklarının haritası çıkarılarak bunların en değerli örnekleri Süleymaniye'de kullanılıyor.

Burada ana kubbeyi taşıyan devasa sütunlar var. Gereken boyutlarda mermerlerin bulunup nakledilmesi caminin inşa edilmesini geciktiriyor ve caminin planı oldukça karmaşık. Selimiye'nin kubbesi ise sekiz filayağı üzerinde, pahalı sütunlar kullanılmadan inşa ediliyor. Sinan bu eserini tarif ederken göklere çıkarıyor ama Süleymaniye'yi hiçbir şekilde memnun olmadığı bir yapıt olarak betimlemiyor.

Mimar Sinan otobiyografilerini kime yazdırmış?


Hem nakkaş (yani ressam), hem hattat, hem de şair olan Mustafa Sai Çelebi'ye kendi dilinden yazdırıyor. Ayrıca Mustafa Sai, Sinan'ın çeşitli yapılarının kitabelerinin metinlerini yazıyor. Anlaşılan Sinan'la yakın bir ilişkisi var ve aynı zamanda görsel ve edebi duyarlılığı olduğu da belli. Sai'nin anlattığına göre, artık yaşlanan Mimar Sinan zamanın sayfasında kendi hatırasının izlerini bırakmak için, birlikte yaptıkları söyleşileri nazım ve nesir olarak kaleme almasını rica ediyor. Sai de aziz üstadın sözlerine dayanarak Sinan'ın otobiyografik metinlerini yazıyor. Sai, metinleri kendi edebi sanatıyla süslemiş ama bazı yerlerde söyleşileri Sinan'ın teknik diliyle verdiği anlaşılıyor. Mesela İstanbul'da Kıztaşı adlı Bizans sütununu çeşitli mekanik aletlerle yerinden söküp Süleymaniye'ye taşıdıklarını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor, Büyükçekmece Köprüsü'nün yapılış teknolojisini de tarif ediyor. İlginç olan, o dönemde Avrupa'da ilk defa mimarların biyografileri yazılıyor. Fakat hiçbiri birinci tekil şahıs sesiyle yazılmamış. Sinan biyografisinde ise ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım diyerek övünen kendi sesini dinliyoruz. Otobiyografilerin 17. ve 18. yüzyıl nüshaları devamlı okunduklarını gösteriyor.

Derken, geç Osmanlı döneminde bir Viyana sergisi oluyor. Padişah, o sergi için 'Usul-i Mimari-yi Osmani' diye bir kitap hazırlatıyor. Almanca, Fransızca ve Osmanlıca olmak üzere üç dilde yayınlanan kitapta Sinan'ın otobiyografilerinden Tezküretü'l Enbiye de üç dilde yayınlanıyor. Sinan'ın ne derece önemli bir mimar olduğu, Osmanlı mimari üslubunu doruğuna ulaştırdığı bu kitapta izah ediliyor. Onun için Sinan'ın şöhreti kendi çağından sonra hiçbir zaman azalmıyor. Batılılar, Viyana sergisi için hazırlanan bu kitaptan sonra Osmanlı mimarisine yakından ilgi duymaya başlıyor. İlk olarak Alman oryantalistler Sinan üzerine kitapların yazılmasına öncülük ediyor. Fatih Sultan Mehmet üzerine biyografi yazan Osmanlı tarihçesi Franz Babinger, Sinan'ın çok önemli olduğunu Avrupalılara duyurmuş; Sinan için kullanılagelen 'Türk Mikelanjı' (Michelangelo) deyimini o icat ediyor.

Aslında siz bu Türk Mikelanjı ifadesine karşısınız değil mi?


Evet, Sinan'ın illa da Michelangelo ile karşılaştırılarak yüceltilmesi gerekmiyor. İtalyan mimar Palladio, Mimar Sinan ve Michelangelo'nun yaşadıkları dönemde birbirlerinden haberdar oldukları tezini savunuyorum kitabımda. Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı ile İtalyan Rönesans mimarisinin birbirinin zıddı olduğu görüşüne katılmıyorum. Bir de hep tek taraflı bir etkiden söz ediliyor. Sinan veya Osmanlıların, Rönesans'tan nasıl etkilendikleri inceleniyor. Halbuki Avrupalı mimarlar da Mimar Sinan'dan ilham alıyor ve onun anıtsal kubbeli camilerinden haberdarlar. Ayrıca 16. ve 17. yüzyılda Avrupalıların Osmanlı başkentinde ve Edirne ile Lüleburgaz gibi yerlerde inşa edilen Sinan yapılarına hayran kaldıkları; onun hamam ve kubbe teknolojisi hakkında bilgi topladıklarına dair bazı belgeler buldum. Demek ki, bu kültürler arası etkileşim tek yönlü bir trafik değil, iki yönlü.

Bilgi Üniversitesi'nde geçen hafta (20 Eylül 2013) verdiğiniz Sinan ve Palladio adlı konferansta "Sinan, şiir yazılan bir mimar, onu taklit eden günümüz mimarları için şiir yazıldığını sanmıyorum demiştiniz. Bugünkü mimari estetik, şiirler yazdıracak kadar duygulara hitap ediyor mu?

Kanımca etmiyor. Yeni cami mimarları, Osmanlı mimarlık tarihini fazla bilmeden, kültürünü okumadan eski plan tiplerinden alıntılar yaparak güzel bir cami yarattıklarını zannediyorlar. Yakın zamanda İstanbul silüetinin önemi anlaşıldığı için de her tepeye bir cami konduruluyor. Burada fark edilmeyen nokta şu: Süleymaniye Camii sadece silüet oluşturmuyor, Sinan'ın camileri şehrin seyrini de içine alan tasarımlardır. Süleymaniye'nin avlusundan, kubbesindeki ve yan cephelerindeki seyir teraslarından bakıldığında Sinan'ın bütün şehri nasıl sergilediğini, onun yaratıcı zekasının şiirsel ve ruhanî parıltılarını görürsünüz.

Ayrıca en görkemli padişah külliyeleri sadece Sur İçi'nde yapılıyordu. Boğaz tepelerine Osmanlı devrinde hiçbir kubbeli cami inşa edilmemiş. Boğaziçi'nin doğal manzaralarının şiirselliği korunmuş, burada mütevazı boyutlu, kırma çatılı camiler yalnızca sahil boyunca dizilmiş. Bu tutumun gerisinde Sur İçi'nin dünyaca meşhur siluetiyle bilinçli olarak bir karşıtlık yaratmak isteği de yatıyor. Son yıllarda taklitçi kubbeli camiler her bir tepeye oturtularak tarihi yarımadanın ayrıcalıklı konumu enflasyona uğratılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor, tabi ki insanların kötü niyetinden değil. Bunun bir eğitim sorunu olduğunu düşünüyorum.

Benim hep söylediğim şey, bizde ilkokul ve ortaokulda sanat ile mimari tarihi dersleri konmalı; bu konuyu sadece üniversitelerde uzmanlar öğreniyor. İtalya'da çok gezdim, en ücra köye bile gitseniz küçükten büyüğe herkes çevresine çok sahip çıkıyor. Manisa'daki olay gibi. Şimdilerde çok hızlı bir kentsel dönüşüm oluyor, bilhassa İstanbul'da. Şunu unutmamak gerekir ki, İstanbul bir Dubai veya Abu Dhabi gibi 20. yüzyılda gelişen çöl şehri değil. Venedik, Roma Paris, Kahire ve İsfahan gibi dünyaca ünlü tarihi bir şehir. Gökdelenlere karşı değilim; tabi ki olmalı ama onlara özel alanlar ayrılmalı, sivri diş gibi Boğaz tepelerinden fırlamamaları lazım..

Bütün bu anlattıklarınız çokça dile getirilen selatin cami özlemine bir eleştiri mi?


Evet. Bizim birçok selatin camiimiz var. Acaba bir tane daha hiç yerleşim bölgesi olmayan bir alanda selatin camiine ihtiyaç var mı? Roma gibi tarihi şehirlerde herkes hala San Pietro gibi eski ibadethaneleri kullanıyor. Yeni bir kiliseye ihtiyaç duymuyorlar. Hele de kendi eski kiliseleriyle rekabet eden bir yapı yapmak akıllarına bile gelmiyor. Ancak yeni bir şehir ya da semt kurulursa cami yapılmalı. Ayrıca Mimar Sinan'ın çok güzel küçük ve kubbesiz camiler de yaptığına dikkati çekmek istiyorum.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



25 Eylül 2013 Çarşamba

İslam estetiği tüm dünyayı etkiledi

25 Eylül 2013
1. Uluslararası İslam Sanatında Geometrik Desenler Sempozyumu, benzersiz bir estetik birikimin mirasçısı olan ülkemizde yaşanan estetik fukaralığı konusunda bir kere daha düşünmemizi gerekli kılıyor. Dünyanın önde gelen İslam sanatı uzmanları, farklı coğrafyalardan verdikleri örneklerle İslam estetiğinin günümüzdeki yansımalarını ortaya koydular.
İstanbul Tasarım Merkezi, Ensar Vakfı ve Ümraniye Belediyesi işbirliği ile gerçekleştirilen “1. Uluslararası İslam Sanatında Geometrik Desenler Sempozyumu”, önceki gün Ümraniye Nikah Sarayı’nda başladı. Sabah saat 11.00’de yapılan “Türkiye’de İslami geometrik desenler” başlıklı oturuma ABD’den Carol Bier ve Jay Bonner, İngiltere’den Eric Broug, Azerbaycan’dan Hacali Necefoğlu, İran’dan Reza Sarhangi katıldı. Öğleden sonra ise konuşmacılar tek tek sunum yaptı. Yabancı bilim adamlarının yaptığı sunumlar, İslam sanat ve estetiğinin İslam dışı dünyayı da etkilediğini ortaya koyarken, bu estetik anlayışın, çağdaş yorumlarla bugün de uygulanabilirliğini ve örneklerini göstermesi bakımından ilgi çekiciydi.

20 yıldır İslam sanatında geometrik desenler üzerine çalışan Eric Broug, sunumunun birinci bölümünde İslam sanatında geometrik desenlerin ya da tasarımların günümüzdeki modern sanat ve tasarımlardaki örneklerine değindi. Avustralya, Amsterdam, Fas ve İspanya’dan örnek yapılar gösteren Broug, İslam sanatının bu binalardaki yansımalarını ortaya koydu. İki yıl önce Avustralya’da trenlerde aktarım yapan insanların konaklaması için istasyon kenarına inşa edilen bir binayı anlattı. İslami geometrik desenlerden yola çıkılarak yapılan binada hem geleneksel hem de modern şekillerin nasıl kullanıldığını gösterdi ve: “10 katlı geometrik tasarım kullanıyorlar bu binada. Hem geleneksel hem modern güzel bir yapısı var. Mimarlar, ‘yeni ne yapabiliriz’ fikrinden hareketle bir iş çıkarmış.” dedi.

‘İslam sanatkârlarından öğreneceğimiz unsurlar 5 maddede toplanabilir’


İspanya’nın güneyinde İslami geometrik tasarımların oldukça yaygın olduğunu ifade eden Broug, bu sanattan ilham alarak endüstriyel tasarımların ortaya çıkabileceğini de ifade etti. Broug, sunumunun ikinci kısımda 14. ve 16. yüzyıldan örnekler vererek ‘Osmanlı ya da Selçuklu döneminde çalışmış zanaatkârlardan neler öğrenebiliriz?’ sorusuna cevap veren açıklamalarda bulundu: “Selçuklular, kendilerinden önceki sanatı-sanatçıları taklit etmemiş daha güzel tasarımlar ortaya koymuşlar. Bu ruh da İslami tasarım açısından çok uygun. En yetenekli sanatçılar, geçmişte yapılanların üstüne bir şeyler katmış insanlardır.” Broug, İslam sanatkârlarından öğrenebileceğimiz unsurları beş maddede sıraladı ve şöyle açıkladı: “Beceri, yaratıcılık, detaya çok dikkat etme, inovasyon ve kompozisyon. Yani çizmek ve süsleyebilmek... Türkiye’de bu zaanatkârlardan çok olduğunu biliyorum. Kendilerinden geleneksel geometrik desenlerin özünü koruyarak, daha önce yapılmamış yeni bir iş, tasarım ya da sanat ortaya çıkarmaları istenebilir.”

Kâbe için yaptığı minber tasarımıyla tanınan Jay Bonner ise geometrik desenlerin İslam kültüründeki yükselişinden, özellikle Selçuklular dönemindeki seviyesinden bahsetti. Kudüs’ün erken dönemlerinden, Yemen’den, Endonezya’dan, Türkiye’den ve Abbasi döneminden örnekler verdi. Bonner, “İslam sanatlarının geometrisi Müslüman olmayan kültürleri bile etkilemiştir.” dedikten sonra bu görüşünü dört örnek üzerinden anlattı.

İlki Ermenistan’dan... Mezar taşına benzeyen bir anıt. Bu anıtı, Selçuklulardan esinlenilerek yapılmış bir Hıristiyan tapınağındaki desen takip ediyor. Mısır’daki bir kiliseden gösterdiği desenin ise muhtemelen Müslüman sanatkârlar tarafından yapıldığını ifade etti Bonner.

Üçüncü olarak, İspanya Cordoba’daki bir sinagogdan, oldukça iyi bilinen benzer bir deseni izleyicilerin dikkatine sundu. Daha sonra da yeni dünyadan, Peru’dan, 12 yıldızı ve asitmetrik tekrarı olan sıra dışı bir deseni gösteren Bonner, “İslam estetiği dünya genelindeki birçok sanatçıyı etkilemiştir.” diyerek, İslam sanatının Müslüman olmayan kültürler üzerindeki etkilerinin tahmin edilenden de fazla olduğunu dile getirdi.

ETKİNLİKTE BUGÜN VE YARIN

29 Eylül’de sona erecek sempozyumda bugün ve yarın ‘Klasik Yöntemler’ başlığı altında tebliğler sunulacak. Bugünün programında, Selçuk Mülayim ve Mirek Majewski’nin sunumlarının ardından Reza Sarhangi ile Carol Bier’in atölye çalışmaları var. 15.30’da Mirek Majewski rehberliğinde Şehzadebaşı Camii’ne ‘teknik gezi’ yapılacak. Yarın ise Jean-Marc Castera ve Emil Macovicky’nin sunumlarının ardından Jay Bonner ile J.M. Castera’nın atölye çalışmaları ve Çinili Köşk’e teknik gezi yapılacak. Cuma ve cumartesi günlerindeki sunum ve atölye çalışmaları ise ‘Modern Uygulamalar’ başlığı altında gerçekleştirilecek. Sempozyumdaki tüm oturumlar, daha sonra Ensar Vakfı’nın internet televizyonundan izlenebilir.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


19 Eylül 2013 Perşembe

Türkiye'de İslam sanatlarının geometrisini bilen yok!

19 Eylül 2013
Sultanahmet'teki İstanbul Tasarım Merkezi (İTM) ve Ümraniye Belediyesi, 23 Eylül Pazartesi günü Türkiye'de ilk kez düzenlenen bir sempozyum gerçekleştirecek. 1. Uluslararası İslam Sanatında Geometrik Desenler Çalıştayı, başta Hollanda olmak üzere, zaman zaman dünyanın farklı ülkelerinde düzenleniyor. İstanbul'daki programa ABD, Hollanda, İngiltere, Fransa, İran ve Dubai'den olmak üzere 10'dan fazla uzman katılıyor. Türkiye'den ise sadece 1 isim olacak. Hepsinin uzmanlık alanı ya İslam mimarisi ya da İslam sanatında geometrik desenler. 29 Eylül'e kadar Ümraniye Nikah Sarayı ve Kültür Merkezi'nde devam edecek olan çalıştayda uzmanlar, İslam sanatının matematiğini konuşacaklar.

"Türkiye'de İslami Geometrik Desenler" paneli ile başlayacak olan etkinlikte İTM’nin merkez binasında aynı adla bir sergi açılacak. 1. Uluslararası İslam Sanatında Geometrik Desenler Çalıştayı'nın koordinatörü ve İslam bilim tarihi uzmanı Hüseyin Şen'in hem kendi hikayesi, hem etkinliğe katılan davetlilerle ilgili anlattığı bilgiler, tarihimize ve kültürümüze verdiğimiz değeri göstermesi bakımından manidar. (www.igp-istanbul.com, İstanbul Tasarım Merkezi 0212 458 61 61)

Sizi Türkiye'de pek tanımıyoruz, neden?
Ben Hollanda'da doğdum. Hollanda İnholland Üniversitesi'nde Uçak ve Uzay Mühendisliği okudum. Sonra Utrecht Üniversitesi'nde Bilim Tarihi ve Felsefesi alanında master yaptım. İstanbul'daki İslam ve Bilim Tarihi Müzesi'nde TÜBİTAK görevlisi olarak beş ay çalıştım.

İslam bilim tarihine nasıl merak sardınız?
Hollanda'da Türk ve farklı Müslüman çocuklara ev ödevi yardımı verirken ‘onların özgüvenini nasıl artırabilirim?' diye araştırma yapıyordum, kendimi İslam bilim tarihinin içinde buldum. Hollanda Leiden Üniversitesi'nde Arapça bilim yazmaları olduğunu öğrendim ve ‘Bu eserler burada ne arıyor?' diye araştırınca hocamla tanıştım.

Hocanız kim?
Profesör Dr. Jan P. Hogendijk. Utrecht Üniversitesi'nden. İslam sanatında grafik desenler konusunda en yetkin nadir isimlerdendir. Kendisi bu çalıştaya gelemedi. Tanıştığımızda “Gel benim öğrencim ol, bu senin tarihin, bunu araştıran kimse yok.” deyince İslam bilim tarihi master'ı yapmaya başladım. Hollanda'daki bu konuyu okuyan tek öğrenciyim. O gün bugündür bu alanda uğraşıyorum.

Ne gibi çalışmalar yaptınız bu alanda?
Dünyanın her yerinde usturlap sunumları yapıyorum. Usturlap Ortaçağ’ın bilgisayarı denilebilir; navigasyon aleti, bir nevi yıldız haritası gibi bir şey. Sultanahmet'teki İslam ve Bilim Tarihi Müzesi'nde örnekleri var. Türkçe literatürde usturlap fazla geçmediği için ne olduğu pek bilinmiyor, faaliyet de yok. Master tezi için III. Murat döneminde rasathane kuran Takiyüddin'in güneş saatleriyle ilgili eserinin bir kısmını Arapça'dan İngilizce'ye tercüme ettim. Bu kolay bir şey değil, sırf matematik var içinde, teknik açıklamalarını yazdım.

Matematik ile İslam sanatlarının ilgisi nedir?
Özellikle Selçuklu desenleri çok kompleks. Matematiksel arka planı var. Ama Türkiye'de doğru dürüst bu alanda araştırmacı yok. Olanlar da sanat tarihçisi, desenlerin matematiğini anlayamıyorlar ve orijinal kaynakları okuyamıyorlar. Hocam Arapça ve Farsçayı çok iyi okuyor ve matematiğini de anlıyor.

Böyle bir sempozyum düzenleme fikri nasıl gelişti?

Jan P. Hogendijk, 2005'te Leiden Üniversitesi'nde bir çalıştay düzenlemişti. Uzmanların bir kısmını orada tanıdım. Türkiye'de böyle bir çalıştay yapalım diye konuştuk. Senelerce bir sponsor bulamadık. İstanbul Tasarım Merkezi hemen kabul etti.

2005'te bu ilgi nereden çıkmış?
İslam sanatlarında geometrik desenlere ilgi her zaman vardı. İslam dünyasına ve matematiğe meraklıysanız, yolunuz İslami grafik desenlere çıkıyor. Türkiye'ye gelecek uzmanlar da öyle. Mesela Polonya asıllı Miroslav Mayevski, ‘İstanbul'da Grafik Desenler' diye bir eseri var. Sırf İstanbul'u çalışmış.

O da Türkiye'de bilinmiyor değil mi?

Bilinmiyor. O kadar şok oluyorum ki, nasıl olur da biri kültürümüzle alakalı kitap yazar, Polonya'da çıkar ve bizim haberimiz olmaz! Bu üzücü bir şey. Kendi dilinde yayınlanmış bu eser sadece. Mesela Carol Bier'in uzmanlık alanı Doğu halılarında matematiksel düzen. Halıların matematiği aklınıza gelir miydi? Öğrencilerle Türk halısını alıp içindeki simetri gruplarını analiz etmek muhteşem olurdu. Ama biz bu konuda çok gerideyiz.

Bu alanda bizde hiç kimsenin çalışması yok mu?
İki uzman var. Biri Selçuk Mülayim hoca. Çalıştayda olacak. İkincisi Harvard Üniversitesi Sanat ve Mimarlık Tarihi Bölümü'nde Ağa Han İslam Sanatı Kürsüsü Profesörü Gülru Necipoğlu. Bu programa davet etmek için çok uğraştım ama maalesef kendisine ulaşmak mümkün değil. İslam sanatında geometrik desenler alanında en önemli kitap onun yazdığı Topkapı Scroll'dur. Bu aslında sarayda bulunan bir parşömendir. 1986 yılında keşfedilmiştir. Üzerinde 110 tane İslami desen var. Orijinali Tebriz'de üretilmiş, 15-16. yüzyıllarda. Topkapı Scroll, parşömenin tıpkıbasımını da içeren yorumlu bir kitaptır. Ama sadece İngilizce ve Farsçası var bu eserin, maalesef Türkçesi yok. Ne kadar yazık değil mi?

Üyelerinin hepsi bilim adamı olan Resüli Hanedanlığı'nı anlattı
 

Hüseyin Şen: “16 Eylül 2013 Pazartesi günü tarihçi Salim Aydüz ve İhsan Fazlıoğlu hoca ile birlikte Türkmenistan'da bir çalıştaya katıldık. Orada bir tebliğ sundum ve usturlabı anlattım. Tebliğim Yemen'de hüküm sürmüş Resuli hanedanlığı ile ilgiliydi. Bu hanedanlık Oğuz Türklerinden. Üyelerinin hemen hepsi bilim adamı. Birçok alanda eserler vermişler. İlginç bir hanedanlık. Hanedanlığa mensup üçüncü sultan Melikül Eşref'in bizzat imal ettiği bir usturlap var. Şu anda aslında New York Metropolitan Müzesi'nde onun yeni bir modelini geliştirdik bir arkadaşla. Yıldız konumlarını günümüze göre uyarladım, kartondan renkli bir çalıştay metodu geliştirdik. Usturlap ortaçağların bilgisayarı, navigasyon aleti, bir nevi yıldız haritası gibi bir şey. İslam ve Bilim Tarihi Müzesi'nde örnekleri var. Türkçe literatürde usturlab fazla geçmediği için ne olduğunu bilinmiyor, pek faaliyet de yok. Türkmenistan'da hem Resulileri, hem de usturlabı anlattım. İslam dünyasında bir sultanın bizzat kendi yaptığı usturlabın günümüze gelmiş olması çok nadir. O usturlabı nasıl yaptığına dair bilgilerin yer aldığı bir el yazmasının günümüze ulaşması daha da nadir bir olay. En nadiri, bu el yazmasında sultanın icazetinin yer alması. Yani Yemenli Türk Sultan'a iki astronomi hocasının verdiği icazet diploması bulunuyor kitapta. Çalıştayda bütün bunları anlattım.”

İSLAM SANATLARI DESEN UZMANLARI

Mekke ve Medine için tasarımlar yaptı

Jay Bonner (ABD): İslam mimarisi ve geometrik desenler alanında otorite kabul edilen isimlerden biri olan Jay Bonner, çalıştayın en ilgi çekici konukları arasında. 1983'te Royal College of Art'tan mezun olan Bonner, Mekke ve Medine için tasarımlar yaptı. Peygamber Efendimizin (sas) kabrinin (Mescid-i Nebevi) genişletilen kısmındaki bezemeleri ve Kabe için taşınabilir minber tasarladı. www.bonner-design.com

İslam Sanatında Geometrik Desenler kitabını yazdı

 Eric Broug (İngiltere): Eric Broug ismi ilgililerine yabancı gelmeyecek. Geçen yıl temmuz ayında Klasik Yayınları tarafından yayımlanan İslam Sanatında Geometrik Desenler adlı bir eseri bulunuyor. Orijinal adı “Islamic Geometric Designs” olan eser, Türkçe dışında İngilizce, Hollandaca ve Farsça olarak yayımlandı. Bu alandaki ikinci kitabını ekim ayında yayınlayacak olan Broug yeni çalışmasında, İslami geometrik desenler alanında 800 fotoğraf ve çizime yer veriyor. Eric Brough, Londra'daki Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu (SOAS), İslam Sanat ve Mimarisi Tarih Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. Yorkshire'da çağdaş İslam sanatı üreten Broug, Atelier for islamic Architecture, Arts and Crafts'ı işletiyor. İslami geometrik desenler konusunda dünyanın birçok yerinde çalıştaylar yapıyor ve bu konuda makaleler yayınlıyor. www.broug.com

Uzmanlık alanı, Doğu halılarının matematiği 

Carol Bier (ABD): Daha önce Washington Tekstil Müzesi'nde küratör olarak çalışan Carol Bier, İslam sanatının halılara nasıl yansıdığını ve matematiğini araştırıyor. Halılarda simetri ve bezeme hakkında özel bir website geliştiren Bier, halen aynı müzede araştırmacı olarak çalışıyor ve MarylanCollege of Art'ta ders veriyor. Carpet and History adlı bir eseri yayımlandı.

Çini sanatının geometriğini iyi biliyor

Jean-Marc Castera (Fransa): Fransız asıllı Jean Marc-Castera da İslami geometrik desenler konusunda uzman. Fas'ta geometrik çini sanatı konusunda kapsamlı bir kitabı, “Arabesques: Decorative Art in Morocco” adıyla yayınlandı. Bunun dışında güncel mimari projelerde danışman olarak görev alıyor. www.castera.net

Lise öğrencilerine İslami desenler dersi veriyor

Goossen Karssenberg (Hollanda): Goossen Karssenberg, Hollanda'nın kuzeyinde bir adada matematik öğretmeni olarak çalışıyor. Hollanda Bilimsel Araştırma Kurumu'nun verdiği destekle araştırmacı öğretmen olarak lise seviyesi öğrenciler için İslami geometrik desenler hakkında farklı çalıştaylar ve materyaller geliştirdi. İslami mozaik ile ilgili hem öğrencilere hem de matematikçilere ders veriyor. Hollanda Leiden Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü'nde de mozaik workshopları düzenliyor. www.goossenkarssenberg.nl

İslami geometrik desenler ve mineraller

Emil Makovicky (Danimarka): Danimarkalı jeoloji profesörü Emil Makovicky, İslami geometrik desenler ile minerallerin iç yapıları ve şekilleri arasında kurduğu bağlantıdan yola çıkarak yaptığı araştırmalarla ödüller alan bir bilim adamı. Yani mineralogist. Son dönemlerde İstanbul, Konya ve Sivas'ta bulunan geometrik desenleri yerinde incelemiş ve analiz etmiş. İslami geometrik desenler konusunda oldukça önemli yayınları var. Hala Kopenhag Üniversitesi, Jeoloji ve Doğal Kaynaklar Yönetimi Bölümü'nde ders veriyor.

Kimyanın sanatla ilişkisini kuruyor

Hacali Necefoğlu (Azerbaycan): 1955 Azerbaycan doğumlu olan Necefoğlu, Azerbaycan Devlet Üniversitesi Kimya Fakültesi'ndeki lisans eğitiminin ardından, Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi Anorganik ve Fizikokimya Enstitüsü'nde doktorasını tamamladı. Halen Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat. Fak. Kimya bölümünde profesör olarak çalışıyor. Aynı zamanda Kafkas Üniversitesi Kafkasya ve Orta Asya Araştırma Merkezi Müdürü de olan Necefoğlu'nun, kimyadaki kristal yapıların formları ve Türk-İslam mimarisinde uygulanmış olan geometrik formlar arasındaki ilişkisiyle ilgili akademik araştırmaları bulunuyor.

Kumdan geometrik desenler yapıyor

Elvire Wersche (Hollanda): 1948 Almanya doğumlu olan sanatçı 1974'den bu yana Hollanda'da yaşıyor. En ilginç projesi, dünyanın 600 farklı yerinden topladığı kum çeşitleriyle, birçok farklı ülkede gerçekleştirdiği özel sunum. Çalıştayda da benzer bir sunum yapacak olan sanatçı son olarak Sarjah Emirliği'nde bulunan İslam Medeniyeti Müzesi'nde 240 saatlik bir çalışmayla rengarenk kumlardan 9×3,6m büyüklüğünde bir geometrik desen oluşturdu. www.elvirawersche.com

Cami mimarisini anlatıyor 

Reza Sarhangi (İran): Amerika Towson Üniversitesi matematik bölümünde profesör. İran'da yaşadığı sırada cami mimarilerden etkilenip araştırmaya başlıyor ve öğrencilere ders veriyor. http://pages.towson.edu/gsarhang/‘Yeni araştırmacı ödülü' aldı.




Doktora tezi tahrip olmuş tezyinatlar

Rima al-Ajlouni (ABD): Texas Tech Üniversitesi Mimarlik Fakültesi'nde yardımcı doçent olan Rima al-Ajlouni, İslami geometrik desenler konusundaki çalışmalarına 1996 senesinden bu yana devam ediyor ve bu konuda seminerler veriyor. Ajlouni, geleneksel matematik ile güncel teoriler hakkında yaptığı araştırmalardan dolayı Mimari Araştırma Merkezleri Konsorsiyumu Yeni Araştırmacı 2011-2012 ödülüne layık görülmüş. Doktora tezini, kısmen tahrip olmuş tarihi geometrik tezyinatların gelişmiş bilgisayar teknikleriyle tekrar rekonstrüksiyonu konusunda bir araştırma yaparak tamamlamış.

Türkiye'den katılan tek uzman

Selçuk Mülayim (Türkiye): Lisans eğitimini İstanbul Üni. Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü'nde tamamlamış olan ve Selçuklu Dönemi Geometrik Süslemeleri konusunda doktora tezi bulunan Prof. Dr. Selçuk Mülayim, halen Marmara Üni. Fen Ed. Fak. Sanat Tarihi Bölümü'nde öğretim üyesi ve bölüm başkanlığı görevinde bulunuyor. ‘Mimar Sinan', ‘Ortaçağ Türk Sanatında Süsleme ve İkonografi' gibi konularda özel çalışmaları mevcut.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




15 Eylül 2013 Pazar

Malatya kültürü sözden yazıya geçiyor

15 Eylül 2013
Malatya Valiliği, örnek bir çalışma ile şehrin sözlü kültürünü, mimarî, tarihî ve edebî değerlerini yazıya geçiriyor. 24 kitaplık dizide Malatya’nın yemek kültüründen mimarisine, masal ve öykülerden çocuk oyunlarına kadar Malatya kültürü kayıt İstanbul DT’den altına alınıyor.

24 kitaplık ‘Malatya Kitaplığı’ dizisinden 15’i yayımlandı. Bu kitaplar, Malatya’daki kütüphanelerin yanı sıra diğer illerdeki halk kütüphanelerine, üniversitelere, dernek ve vakıflara da gönderildi.
Malatya Valiliği, gençlerin kitap okuma alışkanlığı kazanırken bir yandan da Malatya’nın kültürel tarihi ve sanat değerlerini öğrenmeleri için bir kitap dizisi hazırladı. Valiliğin öncülüğünde İl Milli Eğitim Müdürlüğü, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İl Özel İdaresi ve Kayısı Vakfı işbirliğiyle hazırlanan “Malatya Kitaplığı” dizisi, toplam 24 kitaptan oluşacak. Kitaplarda, yemek kültüründen mimariye, masal ve öykülerden çocuk oyunlarına, şehrin yetiştirdiği şair ve ressamlardan devlet adamlarına kadar Malatya kültürü kayıt altına alınıyor.

    Kitap dizisi oluşturulurken, öğrencilerin yaşadığı şehrin tarihini ve kültürünü derli toplu bir eserden öğrenmeleri amaçlanmış. Bir dönem önceki Malatya Valisi Doç. Dr. Ulvi Saran öncülüğünde başlatılan proje kapsamında Malatya’nın tarihi, kültürel ve sanatsal değerlerinin gün yüzüne çıkarılması, arşivlenmesi ve tanıtılması da hedeflenmiş.

    İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nce yürütülen proje, yeni Vali Vasip Şahin himayesinde devam ediyor. Malatya İl Kültür ve Turizm Müdürü Derviş Özbay, şimdiye kadar 24 kitaplık “Malatya Kitaplığı” dizisinden 15’inin yayımlandığını söylüyor. Bu kitaplar, Malatya’daki tüm kütüphanelere gönderilmiş. Ayrıca yurtiçinde de bürokratlar, il valileri, il halk kütüphaneleri, üniversiteler, dernekler ve vakıflar ile paylaşılmış.

     Bugüne kadar yayımlanan kitaplar arasında Kent Rehberi, Battalname, Malatya Masalları, Malatya Öyküleri, Malatya Bibliyografyası, Malatya  Çocuk Oyunları, Şemsi Belli, Malatya’nın Gönül Sultanı Niyazî-i Mısrî, Akçadağ Öğretmen Okulu, Osmanlı Dönemi Malatya Kökenli Devlet Adamları, Malatya Türk İslam Dönemi Mimari Eserler 1, Medeniyetin Beşiği Malatya, Siyah-Beyaz Malatya, Malatya Mutfak ve Yemek Kültürü, Malatyalı Ressamlar yer alıyor. Yayımlanacak kitaplar ise şöyle: Malatya’da Ziyaret Kültürü ve Ziyaret Yerleri, Malatya Efsaneleri, Sultansuyu Harası, Valilerin Hatıralarında Malatya, Malatyalı Musikişinaslar, Mimari Eserler, Malatya Tarihi.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ






13 Eylül 2013 Cuma

Bugüne şükretmeyi unutuyoruz

13 Eylül 2013
Sanem Öge, geçen hafta gösterime giren Şimdiki Zaman filmiyle 31. İstanbul Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülü kazanmıştı. Beyoğlu’ndaki bir kafede fal bakan Mina karakterini canlandıran Öge, “Günümüz insanı, geçmişte yaşayıp ve gelecek için kaygılanınca bugüne şükretmeyi unutuyor.” diyor.

Birkaç yıl önce popüler olan ve hâlâ bu popülerliğini koruyan Beyoğlu’ndaki fal kafeler ve o kafelerin müdavimleri, Belmin Söylemez’in geçen hafta gösterime giren ilk filmi Şimdiki Zaman’a konu oldu. Filmin başkarakteri Mina (Sanem Öge), müşterileri memnun etmek için 20 TL’ye fal bakmak zorunda. ‘Geçmişte neler neler olmuş, vah vah vah, tüh tüh tüh ne acılar yaşanmış, ‘kumral bir kadın görünüyor orada, ona dikkat etmelisin, yakışıklı bir adam var ama…’ türünden cümleler duyup ferahlamak günümüz insanı için maalesef bir terapi yöntemi. Oysa yaşamakta olduğumuz an, kıymetini bilmeden nasıl da geçip gidiyor. Zamanımızı bol keseden harcamakta yetenekli bir milletiz.
    Oyunculuk kariyerinin başındaki Sanem Öge ise, bugünlere gelirken her anını değerlendirmek için boş durmadan çalışmış. Yapmadığı iş yok neredeyse. Lunaparkta bilet görevlisi, muhabirlik, editörlük, çevirmenlik… Tüm bu işlerin hepsi geçimini sağlamak üzere hayatta yan dal yapmak gibi bir şey onun için. Asıl hedefi, 1994’te Stüdyo Oyuncuları Oyunculuk Stüdyosu’nda eğitimini almaya başladığı oyunculuktur. Sonra devamı gelir.
       Önce kazandığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünü bitirir, İTÜ’de Sanat Tarihi yüksek lisans eğitimine başlar ama devam etmez. İkinci yüksek lisans denemesi, 2007 yılında Kadir Has Üniversitesi “Film ve Drama Bölümü”nde kabul edildiği oyunculuk üzerinedir. Genç oyuncu, Stüdyo Oyuncuları, Ve Diğer Şeyler Topluluğu, Tiyatro Oyunevi, İstanbul Devlet Tiyatrosu gibi tiyatrolarda önemli roller üstlenir. Bir yandan okul, bir yandan yayınevlerinde editörlük, bir yandan ilk sahne deneyimlerini yaşar bu yıllarda Öge. Tam o sırada, artık tamamen oyunculuğa yönelmesi gerektiğine karar verir. Hayatındaki her şeyin yarım yamalak olmasını istemez. “Birini tam yapmak istedim. Bir kapıyı kapatmadan diğeri açılmıyor. O cesareti göstermek gerekiyor.” diye düşünür ki, ödül almasına vesile olan tiyatro ve sinema teklifleri de işte bundan sonra gelir.
   
Kendisinin ifadesiyle ‘kovalamayan ve hırs yapmayan biri için’ filmografisi ve ödülleri oldukça göz dolduruyor Öge’nin: 2012 yapımı Şimdiki Zaman’daki rolü ile 31. İstanbul Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu seçildi. Ve Diğer Şeyler Topluluğu’nun sahnelediği Yüz Yılın Aşkı’ndaki rolü ile de Tiyatro Tiyatro ödüllerinde yine en iyi kadın oyuncu o idi. Sanem Öge’yi yakında, Tek Notalık Adam (2008), Ejder Kapanı (2010) ve Şimdiki Zaman’dan sonra, çekimleri kısa bir süre önce tamamlanan ve şu anda post production aşamasında olan Melisa Önel’in Kumun Tadı ve Esra Saydam ile Nisan Dağ’ın birlikte çektiği Deniz Seviyesi’nde izleyeceğiz. İlkinde Iraklı bir mülteci, diğerinde bir aşk hikayesinin bir parçası olarak karşımıza çıkacak olan genç oyuncu ne güzel ifade ediyor şükrünü: “Günümüz insanı geçmişte yaşayıp ve gelecek için kaygılanınca bugüne şükretmeyi unutuyor.”





HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

11 Eylül 2013 Çarşamba

Tarihî yarımadayı kurtarma adımı

11 Eylül 2013
Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından 2012’nin başında kurulan İstanbul Tarihi Yarımada Uygulama ve Araştırma Merkezi (İSTYAM), ekimde uluslararası bir sempozyuma hazırlanıyor. Merkezi Yedikule surlarının içinde olan İSTYAM’ın üzerinde durduğu en önemli konu, bölgede yaşayanlarda tarihî yarımada bilinci oluşturmak.
Fotoğraf: İzzet Keribar
 Sur içi diye tabir edilen tarihi yarımada hepimizin bildiği gibi çok önemli bir bölge. İlk İstanbul bu bölgede kuruldu, imparatorlukların merkezi oldu, yüzlerce tarihi yapı ve kültürel zenginlikler yine burada. Fakat tarihi yarımada bir o kadar da ilgiye ve sahiplenilmeye muhtaç. Yıldız Teknik Üniversitesi, bölgenin geleceğini teminat altına almak için 2012 yılının başında İstanbul Tarihi Yarımada Uygulama ve Araştırma Merkezi (İSTYAM) kurdu. Fatih Belediyesi, Yedikule Mahallesi’nde 5 bin 400 metrekarelik arazi içinde 2 bin metrekare kapalı alanı olan bir binayı 20 yıl boyunca İSTYAM’a tahsis etti.

İSTYAM, bir yıldır hem sur içinde oturanlarda ‘nerede yaşadıklarına’ dair bir bilinç oluşturmak, hem de ‘tarihi yarımada uzmanları’ yetiştirmek için çalışmalar yapıyor. “Cankurtaran’da Dönüşüm ve Cankurtaran’da Yaşayanlar” ya da “İstanbul’un İlk Kadısı Tarafından Yaptırılan Hızır Bey Camii’nin Restorasyon Süreci” gibi seminerlerin yanı sıra Osmanlı Türkçesi atölyeleri açarak, evlerinin yanı başındaki mezar kitabesini okumayı bilmeyen ama öğrenmek isteyen tarihi yarımadalılarla akademisyenleri bir araya getiriyor.

YTÜ Mimarlık Bölümü Bina Bilgisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ferah Akıncı’nın öncülüğünde kurulan İSTYAM, ekimde önemli bir sempozyuma hazırlanıyor. İran, İtalya, Azerbaycan, Hollanda gibi ülkelerden katılımcıların bildirilerini sunacağı Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu 3-5 Ekim 2013’te gerçekleş-tirilecek. Sempozyumda ‘Tarihi yarımadanın sınırları genişliyor mu? Silüeti bozan Zeytinburnu’ndaki ikiz kulelerin akıbeti ne olacak? Bu konuda akademisyenler ne diyor? Tarihi yarımada nefes almakta zorlanırken akademinin bu emeği yeterli mi?’ gibi konular tartışılacak. Akıncı, “Ben Fatih Malta’da büyüdüm. Tarihi yarımadanın yitip giden değerlerini gözümüzle gördük. Bu merkez, bölgedeki tarihsel dokunun en iyi şekilde korunması ve kültürel sürekliliğin sağlanmasına büyük katkı yapacak.” diyor.

ÜÇ KOMİSYON KURULDU

İSTYAM kapsamında kurulan üç önemli komisyon bulunuyor. Op. Dr. Mehmet Görgülü ve ekibinin oluşturduğu Biyolojik Materyal İnceleme Komisyonu, tarihi yarımadada yapılan kazılardan elde edilen yeni ve eski insan, hayvan ve bitkilere ait biyolojik materyallerin analizini yapıyor. Buradaki amaç; örneğin insan iskeletlerinde yaş, boy, cinsiyet, hastalık gibi özelliklerin saptanması yoluyla tarihi yarımadanın geçmişteki sakinlerini kimliklendirmek.

‘Tarihi Yapılarda Deformasyon Ölçmeleri’ adını taşıyan ikinci komisyon, tarihi yapılarda oluşan ya da oluşabilecek deformasyonları saptıyor. Doç. Dr. Atınç Pırtı, Yrd. Doç. Dr. R. Gürsel Hoşbaş, Uzman Taylan Öcalan’dan oluşan komisyonun tecrübeleri arasında sur içinde Fatih Camii deformasyon ölçme ve değerlendirme çalışması yer alıyor. Konservatör Uğur Genç yönetimindeki Tarihi Yarımada Deneysel Araştırma Komisyonu ise sokak sokak gezerek cam, taş, ahşap, fosil toplayıp binaları ve eserleri korumak için malzeme analizi yapıyor, ayakta kalan yapıların ömürlerini ve dayanıklılıklarını ölçüyor.

Sempozyumdan bazı etkinlikler

- “Tezhip ve Minyatür Sanatıyla İstanbul Tarihi Yarımadası” ve “İstanbul Tarihi Yarımada Resim Sergisi”, 3 Ekim 2013.

- Tarih ve ‘şehirli’ arasındaki ilişkinin çeşitli yönleriyle ele alınacağı tarihçi Teyfur Erdoğdu yönetiminde gerçekleştirilecek Şehirli Atölyesi, 2 Ekim 2013.

- Doç. Dr. Ercan Karakoç, “Osmanlı Devleti’nin Son Dönemlerinde İstanbul’da Toplu Ulaşım”, 4 Ekim 2013.

- “Tarihi Yarımadada Küçük Bir Çocuk Olmak” acaba nasıl bir duygu? Bölgede büyüyen Yrd. Doç. Dr. Şule Özkeçeci izlenimlerini aktaracak, 4 Ekim 2013.

- Program çerçevesindeki ilginç atölyelerden biri kesme şekerden Ayasofya Müzesi’nin yapılacağı Sugar Sophia Maket Atölyesi olacak, 1-2 Ekim 2013. Sempozyum oturumları ve etkinliklerin hepsi İSTYAM’ın Yedikule’deki merkezinde yapılacak. Katılmak isterseniz: www.istyam.yildiz.edu.tr, 0212 588 21 14

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


7 Eylül 2013 Cumartesi

İbrahim Müteferrika koleksiyonu sahibini arıyor

17 Eylül 2013
Osmanlı’da ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika, 1745’te vefat edene kadar matbaasında 17 kitap bastı. Uğur Güracar, Türk, İslam ve Osmanlı tarihi açısından önem taşıyan 17 eseri buldu buluşturdu, bir araya getirdi.
Osmanlı döneminde ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika (1674-1745), vefat edene kadar matbaasında 17 kitap basıyor. 1920’lerde Beyoğlu’nda kurulan sahaf Librairie de Pera’nın bugünkü sahibi Uğur Güracar, ilk Türk matbaasında basılan 17 eser ile birlikte Müteferrika’nın ölümünden sonra yayımlanan dört eseri toparladı, bir koleksiyon oluşturdu.
       Bu koleksiyon önemli, çünkü bugüne kadar 17 eserin bir arada olduğu bir koleksiyon yoktu. Geçtiğimiz mayıs ayında Yalova’da açılan İbrahim Müteferrika Kağıt Müzesi’nde bile, yetkililer çok arzu etmesine rağmen böyle bir koleksiyon bulunmuyor. Hatta Güracar’ın ifadesiyle dünyanın en önemli kütüphanelerinden biri olan ve yüzyıllık koleksiyonları koruma misyonu ile kurulan Paris’teki Bibliothèque Nationale de France’da (BnF) bile yok. Güracar, “Böyle bir koleksiyon dünyada çok az yerde veya kişide var. Bibliotheque Nationale’de bile tam değil. Bu eserleri müzayedeye çıkarıp satmak gibi bir fikrim yok. Bizim koleksiyonumuzda yer alıyor. Ama görmek, satın almak isteyen koleksiyonerlere de elbette kapımız açık.” diyor.

Koleksiyonun en değerli eseri, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve İslam dünyasında Arap harfleriyle basılan ilk kitap olan Vankulu Lügati. Kapak içinde ebruların yer aldığı, mücellidinin mührünün bulunduğu Vankulu Lügati, Lale Devri’nin en değerli eseri olarak biliniyor. Müteferrika’nın bastığı bir diğer kitap, Türk denizcilik tarihine ilişkin önemli bir kaynak eser olan, Katip Çelebi’nin yazdığı Tuhfetu’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar yani Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan.
    Koleksiyonda, ‘Türkiye’de basılan ilk resimli kitap’ olarak tanıtılan Tarih-i Hind-i Garbi’nin, değerine değer katan bir özelliği bulunuyor. Müteferrika, bastığı ilk üç kitaba adını yazmazken, bu eserin son sayfasına, eseri bizzat kendi eliyle bastığını belirten bir not düşmüş.

  İbrahim Müteferrika, matbaasında kendisinin kaleme aldığı kitapları da basıyor. Bunlardan biri, Osmanlı yönetim sisteminde yeniden yapılanmanın gerekliliğini ve uygulama yöntemlerini bilimsel bir şekilde anlattığı eseri, Usule’l-Hikem fi Nizame’l-Ümem. Koleksiyonda müellifi olduğu eserlerle birlikte, Müteferrika’nın katkıda bulunduğu başka kitaplar da mevcut.

   Müteferrika 71 yaşında vefat edince (1745) matbaa bir süre kapalı kalıyor. Devrin padişahı, matbaanın ruhsatını Müteferrika’nın bizzat yetiştirdiği Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ve Ahmet Efendi’ye vermesine rağmen, sadece Vankulu Lügati’nin ikinci basımını yapabiliyorlar. Daha sonra I. Abdülhamid bu işin sürmesi için Divan-ı Hümayun beylikçilerinden Raşid Mehmet Efendi ile Vasıf Efendi’yi teşvik ederek makineleri Müteferrika’nın vârislerinden alarak onların bu işe devam etmelerini sağlıyor. İki ortağın bastıkları ilk eser, Müteferrika Matbaası makinelerinden çıkan on sekizinci kitap, “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi”. Koleksiyondaki 21 eserin hepsi Türk-İslam ve Osmanlı tarihi açısından oldukça değerli. Bu değere yaraşır şekilde korunması da o kadar önemli. (www.librairiedepera.com)


Müteferrika Koleksiyonu’ndaki eserler

1- Vankulu Lügati olarak bilinen Cevheri’nin yazdığı Tercüme-i Sıhah-ı Cevheri. 

2- Tuhfetu’l-Kibar fi Esfari’l-Bihari Katip Çelebi.

3- Tarih-i Seyyah, Judas Thasddaeus Krusinski. 

4- Tarihu’l-Hindi’-Garbi El-Musemma Bi Hadisi Nev. 
 
5- Tarih Timur-i Gurgan, İbn Arabşah. 
 
6- Tarih-i Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, Süheyli Efendi. 

7- Gülşen-i Hulefa, Nazmizade Murteza. 
 
8- Grammaire Turque ou Methode Courte & Facile, Jena-Baptiste Daniel Holdermann. 

 9- Usulü’l-hikem fi nizami’l-umem, İbrahim Müteferrika. 
 
10- Fuyuzat-ı Mıknatısiyye, İbrahim Müteferrika. 

11- Kitab-ı Cihannümali Katip Çelebi, İbrahim Müteferrika-Katip Çelebi. 

12- Takvim el-Tevarih, Katip Çelebi. 
 
13- Tarih-i Na’ima, Mustafa Na’ima. 

 14- Tarih-i Raşid, Mehmed Raşid. 


15- Tarih-i Asım, Çelebizade Asım Efendi. 

16- Ahval-i Gazavat der Diyar-ı Bosna, Ömer Bosnavi. 

17- Ferheng-i Şuuri, Şuuri Hasan Efendi. 

18- “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi”, Raşid Mehmet Efendi ve Vasıf Efendi. 

19- Tarih-i İzzi, Süleyman İzzi. 
 20- İ’rabu’l-Kafiye, Güzelhisarlı Zeyn,-Zade Hüseyin. 
 
21- Vankulu Lügati’nin ikinci baskısı.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ