28 Aralık 2018 Cuma

Sibel'e 4 ayda 26 ödül

27 Aralık 2018
Ağustos ayından bu yana 40 festivale katılan Sibel filmi, bugünden itibaren Avrupa sinemalarında, 22 Şubat’ta ise Türkiye’de gösterime giriyor. Katıldığı her festivalden birkaç ödülle ayrılan filmin yönetmenleri bilinmeyene yapıştırılan terörist gibi etiketleri eleştiriyor ve “Tanımadığımız herkese etiket yapıştırıp tehlikeli, kötü, mülteci, terörist diyoruz. Amacımız yerel bir hikayeden çıkarak evrensel bir söylem oluşturabilmek.” diyorlar. 

Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin üçüncü uzun metrajlı filmi Sibel, 4 ayda yaklaşık 40 festivale katıldı, 26 ödül aldı. Filmin başrol oyuncusu Damla Sönmez, en sonuncusu Londra Film Haftası’nda olmak üzere 5 kez en iyi kadın oyuncu, film ise 4 kez en iyi yapım seçildi. 3 eleştiri, 3 izleyici, 3 de genç jüri ödülü var. Liste uzayıp gidiyor. Filmde, ıslık diliyle konuşan işitme engelli Sibel’in ormanda bir yabancıyla karşılaşmasının ardından yaşadığı değişim anlatılıyor. Almanya, Fransa, Türkiye ve Lüksemburg ortak yapımı filmin yönetmenleri özel bir gösterim için birkaç gün önce Frankfurt’ta idi. Zencirci ve Giovanetti ile filmden sonra kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sibel’i, Türkiye’nin en popüler köylerinden biri olan ıslık diliyle meşhur Kuşköy’de çektiniz. Bu köyü nasıl keşfettiniz?

Tüm filmlerimizin çıkış noktası dile olan ilgimiz oldu. Diller üzerine araştırma yaparken elimize bir kitap geçti. O kitapta ıslık dilinden ve köyden bahsediliyordu. Adını ilk kez böyle duyduk. İlk defa 2014’te gittik Kuşköy’e, acaba bu dil gerçekten var mı, hala konuşuluyor mu bilmek istedik.

Filmin hikayesi nasıl ortaya çıktı?

Kuşköy’de geçirdiğimiz süre içerisinde Kuşköy’lülerle birbirimizi tanıdıkça, tanıştıkça orada bir film çekme isteği oluştu içimizde. Gelin Kayası’nın hikayesini anlattılar, ormanda gezen kurt efsanesinden bahsettiler. O sıralar dağlarda bir teröristin gizlendiğine dair söylentiler de dolaşıyordu. Bize anlatılan hikayeler ve köydeki yaşamdan esinlendik. Bir gün köyün kahvesinde otururken önümüzden sırtında dolu çay küfesiyle genç bir kadın geçti. Etrafına ıslık çalarak sesleniyor, kendisiyle konuşanlara da yine ıslık çalarak cevap veriyordu. Sibel’in fikrini bize o verdi.


Sibel gerçek bir karakter mi, tamamen kurgu mu?

Sibel’i yazarken Karadeniz kadınının karakterinden çok etkilendik. Hem düşünce biçimleri ve de kıvrak zekaları açısından, hem de fiziki olarak çok dirençli kadınlar. Sibel’i 4 yılda tamamladık ve bu süre zarfında sürekli köye gidip geldik. Kuşköy’deki her hane ile ayrı ayrı konuştuk, beraber çay toplamaya gittik. Hepsi bize esin kaynağı oldu. Köyün gerçek muhtarından da çok esinlendik, son derece misafirperver, her şeye ilgisi ve merakı olan, içgüdüsel olarak modern biri. Dört kızı bir de oğlu var hatta kızlarından birinin adı da Sibel. Bizi evlerinde misafir ettiler. Muhtarın kızlarıyla güvene dayalı, çok arkadaş yanlısı bir ilişkisi var, filmimizde muhtar karakterini oluştururken bu gerçeği de yansıtmak istedik.

Sibel’in dağda karşılaştığı Ali karakteri de oldukça ilginçti. Karadeniz’de bir Kürt hikayesi mi anlatıyorsunuz? Genelde Karadeniz’de dağlarında Türk askerlerinden kaçan Kürtlerin saklandığına dair efsaneler anlatılır. Ali’nin temsil ettiği şey nedir?

Ali bütün film içinde hakkında en az şey bildiğimiz karakter. Nereden geliyor, nereye gidiyor, nereli, eğitimi ne bu adamın, aile yapısı nasıl, nasıl biri, hiçbir fikrimiz yok. Bilinmeyen, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, o nedenle korktuğumuz insan Ali. Ama bu sadece Türkiye için geçerli bir durum değil, bugün dünyanın her yerinde bilinmeyen, tanınmayan korku uyandırıyor, üzerine hemen bir takım etiketler yapıştırılıyor: Tehlikeli, kötü, mülteci, terörist. Ali bizim için bu duyguyu temsil ediyor. Amacımız yerel bir hikayeden çıkarak evrensel bir söylem oluşturabilmek.

Mesela izleyiciler bu konuda neler söyledi, onların tepkileri nasıldı?

Hem yurt içinde hem de yurt dışında Ali karakteri aslında benzer sorulara yol açıyor, herkes kendi ülkesi üzerinden bir benzetme yapmaya çalışıyor. Mesela bir festivalde filmi izleyen seyirciler aralarında tartışmaya başladılar; birisi Ali’nin Kürt olduğunu, diğeri asker kaçağı olduğunu, bir diğeri İstanbul’lu bir devrimci olduğunu iddia etti. Bu durum aslında Ali karakterinin tam da olması gereken yerde durduğunu gösteriyor. Herkes kafasında Ali’ye başka bir etiket yapıştırıyor, bu da bir şekilde amacımıza ulaştığımızı gösteriyor.

Kendi ülkenizde film yaparken zorlandınız mı?


Ben Ankara’da doğdum ve büyüdüm, eğitimimi de Ankara’da tamamladım. Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunuyum. Sinema ve yönetmenliğe duyduğum ilgi ve Guillaume’la tanışmamızın ardından yurt dışı ile bağlantılarım gelişti. İlk dönemlerde aslında kendi kültürüme olan mesafemin çok da sınırlı olduğunu fark ettim. Bir süre sonra bu mesafe gittikçe arttı. Çok yapışık olmak ya da çok uzak olmak. İkisi de iyi değil. Çok yakın olduğunuzda bazı şeyleri göremiyorsunuz, çok uzak olduğunuzda da yine bazı şeyleri göremiyorsunuz. Ortasını bulmak önemli. Bu filmi yapmak istememizde aslında doğru mesafeyi bulduğumuza inanmamızın çok etkisi oldu.

Sibel’in giydiği kıyafetler ilginçti. Genelde Karadeniz kadını, allı güllü, çiçekli böcekli etekler, elbiseler giyer. Haki yeşil gömlekle gezen Karadenizli genç kız pek göremezsiniz. Neden böyle bir tercih yaptınız?

Sibel bir avcı. Amacı kurdu avlamak, ormanda hiç göze çarpmadan hareket ederek hedefine ulaşmak. Bölgede karşılaştığımız avcılar haki rengi tercih ediyorlardı. Biz de onları örnek aldık. Sibel’in farkı ise boynundaki kırmızı yemenisi. Burada aslında bir terslik var: Sibel gözlerden uzak olmaya çalışıyor ama bir yandan da en büyük isteği aslında görünebilmek. Kurdu avlamaya çalışmasının nedeni de aslında bu. Köylülerin nihayet kendisini fark etmesini, kendisini takdir etmesini istiyor. Kendi içindeki gücü farkettikçe de kıyafetleri değişiyor, daha renkli kıyafetlere bürünüyor.

Sibel, Reha Erdem’in Jin filmini, Semih Kaplanoğlu'nun Bal'ını hatırlatıyor. Sanırım size de bu hep söyleniyor.

Evet bazı filmlerle sık sık karşılaştırılıyoruz, bunların arasında Jin de var. Burada güçlü kadın karakteri etrafında örülmüş hikayeler, yeşilin yoğun olduğu mekanlar, ormanda bir şey ararken kendini bulan kadınların hikayeleri karşılaştırmalarda rol oynuyor büyük ihtimalle.

Frankfurt’taki gösterimden sonra sizi sahneye ıslık çalarak çağırdılar. Bu dil herkesin ilgisini çekiyor tabi. Gerçekten böyle bir dil olduğu Avrupa’da biliniyor mu, yoksa onun da kurgusal olduğu mu düşünülüyor? Size ne tür sorular, tepkiler geldi dil ile ilgili?

Nadiren de olsa bu dili bilen seyircilerle karşılaşıyoruz ama genelde seyirci filmle beraber dilin varlığını keşfediyor. Şaşırarak dilin gerçekliğini, her şeyi ifade edebilme özelliğini ve de Damla Sönmez’in film için bu dili gerçekten konuştuğunu öğreniyorlar. Film içindeki diyalogların hepsi gerçek ıslık dili ve hepsini de Damla Sönmez çalıyor.

Köylüler de filmde oynuyor, amatör oyuncularla çalışmak nasıldı?


Bizim uzmanlık alanımız aslında amatör oyuncular, profesyonel oyuncularla ilk kez çalışıyoruz. Bundan önceki filmlerimizde oynayanlar hiç kamera karşısına geçmeyen insanlardı. Hep bir yere gittik, birisiyle tanıştık. O kişi bize bir hikaye anlattı. Biz senaryosunu yazıp kendisini oynattık. “Noor” da öyledir, “Ningen” de öyledir, “Ata” da öyle.

Karadeniz kadınları yerinde duramaz. Onları idare etmek zor olmadı mı?


Karadeniz kadının çok büyük bir özelliği var. Çalışmaktan yorulmuyor, ağır şartlara da bir o kadar alışkın. Bir zaman sonra biz daha sormadan “Bu iyi olmadı, tekrar yapalım” deyip güneşin altında 45 derecelik yokuşları çıkıp çıkıp indiler. Şimdiye kadar çalıştığımız en disiplinli amatör oyuncular diyebiliriz.


Filmi Kuşköylüler izledi mi?

İlk onlara gösterdik. Köydeki ilkokulun içindeki sınıfa bir ekran kurduk ve hep birlikte izledik. Onların kültüründen esinlenerek bir film yaptık. İlk izlemek onların hakkı, onların onayını almamız bizim için önemliydi. Kuşköylüler için önemli olan filmde ıslık dilinin nasıl gösterildiği ve nasıl konuşulduğuydu. Ayrıca köydeki herkes filme bir şekilde katkıda bulundu. Bazıları filmde oynadı, bazıları bizimle birlikte çalıştı, bize evlerini açtı. Emeklerinin sonucunu görmekten de bir o kadar memnun oldular. Köye sürekli olarak hem yurt içinden hem de yurtdışından belgeselciler geliyor ama büyük çoğunlukla köylerinde çekilen filmleri görme şansları olmuyor. O nedenle hep beraber filmi seyredebilmek onlar için çok önemliydi.

Daha önceki filmlerinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Beraber kısa metraj ve de belgesellerle beraber 10 film yaptık. “Sibel”, “Noor” ve “Ningen”’den sonra üçüncü uzun metrajlı filmimiz. Türkiye’de çektiğimiz ilk film bir belgesel. Adı “Camera Obscura” (2010), Altı Nokta Körler Vakfı ile ortak çalışmamız. Filmin ortaya çıkışı da yine başka bir filmimiz sayesinde oldu: “Ata”, kurmaca kısa filmlerimizden biri. Bir Uygur Türkü kaçak olarak Fransa’ya geliyor. Bir Türk kızı da aşk meselesi yüzünden Fransa’ya geliyor. İkisi de çok yalnız. Buluşuyorlar. Onların hikayesi. Ata Uygurca’da baba demek. Kız bir süre sonra adama Ata demeye başlıyor.

“Ata”’yı Ankara Sesli Kütüphane çalışanlarına göstermiştik. Görme engelli bir izleyici yanımıza geldi, ‘Ben de hep yönetmen olmak istemiştim, filminizi de çok beğendim, acaba ben de film yapabilir miyim?’ dedi. Neden olmasın dedik. Önce senaryo yazma atölyesi yaptık, onu filme aldık. Ardından da mizansen atölyesi yaptık. Katılımcılar da 5 kısa film yaptılar. Hepsinden 90 dakikalık bir belgesel hazırladık. “Camera Obscura” böyle ortaya çıktı. İstanbul Film Festivali’nde ilk kez gösterilmişti. Aynı belgeseli Fransa’daki görme engellilerle de yapmak istiyoruz.

Herkes yönetmenler olarak sizi de merak ediyor. Bir araya nasıl geldiniz?
Ankara’da tanıştık. Her ikimiz de sinema dışında işlerle uğraşıyorduk. Tanışmamız her ikimizi de sinemaya yöneltti diyebiliriz.

Çalışırken ikili olarak çatışma yaşamıyor musunuz?
 Tabii ki yaşıyoruz. Ne de olsa iki ayrı beyin iki ayrı şekilde düşünüyor ama burada her ikimizin de birbirimizden bağımsız filmleri olmaması bir şekilde dengeyi sağlıyor. Biz beraber film yapmayı öğrendik, şu an tek başımıza film yapabileceğimizi de düşünmüyoruz. Her ne kadar farklı kültürlerden gelen farklı kişilikler olsak bile dünya görüşümüz ortak, gücümüz de burada geliyor galiba.

‘Sibel’in 2019’daki festival yolcuğu nasıl olacak? Mesela en iyi yabancı film dalında Oscar’a aday adayı gösterilmeyi bekliyor musunuz?

Yeni festival seçkilerimiz var, ayrıca sırasıyla Almanya, Türkiye, Fransa, İsviçre ve Belçika’da Sibel gösterime girecek. Umarız mümkün olduğu kadar çok seyirciye ulaşabiliriz. Filmimizin uluslararası platformlarda ülkemizi temsil etmesinden tabii ki onur duyuyoruz. Diğer yandan başvurular ve seçkiler bizden bağımsız olarak işleyen süreçler. O nedenle bizim asıl amacımız filmin seyirciye ulaşması, bunu kolaylaştıracak her adım da bizim için bir başarı. Ama tabii ki Sibel’in bu seçkide bir şansı olabileceğinin düşünülmesi de bizi mutlu ediyor.

Yeni projeleriniz neler?
Türkiye’de yeni bir projemiz var, senaryosu hazır. Yine güçlü bir kadın karakterinin etrafında dönüyor. Diğer projemizde Güney Kore’de. İki ülke arasındaki benzerlikler şaşırtıcı derecede fazla. Güney Kore’de işlenen herhangi bir sosyal konu Türkiye’de de anlam bulabiliyor. Bu benzerlikleri işleyecek bir film yapmak istiyoruz.

Sibel’in aldığı ödüller

 71. Locarno (İsviçre): FIPRESCI Ödülü, Ökümenik Jüri Ödülü, Genç Jüri Ödülü

25. Adana Film Festivali: En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Damla Sönmez), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Emin Gürsoy)

55. Ulusal Yarışma: En İyi Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Damla Sönmez)

16. Hamburg Film Festivali: En İyi Avrupa Ortak Yapımı Ödülü

40. Montpellier Akdeniz Filmleri Festivali (Fransa): Film Eleştirmenleri Ödülü, Seyirci Ödülü

24. Roma Akdeniz Filmleri Festivali: Üniversite Jürisi Ödülü

38. Amiens Film Festivali (Fransa): CAS Jürisi Ödülü 

6. Muret Film Festivali (Fransa): En İyi Film Ödülü, Genç Jüri En İyi Kadın Oyuncu Ödülü

20. Eskişehir Uluslararası Film Festivali: Yılın Performansı Ödülü (Damla Sönmez)

18. Brüksel Akdeniz Filmleri Festivali: En İyi Film Ödülü, Genç Jüri Ödülü, Cineuropa Ödülü

Fayence Montauroux (Fransa): En İyi Film Ödülü, ‘Pro-Fil‘ Jürisi En İyi Film Ödülü, Seyirci Ödülü

Cannes Sinema Buluşmaları: Film Eleştirmenleri Ödülü, Seyirci Ödülü, SCNF Ödülü

Londra Film Haftası: En İyi Performansı Ödülü (Damla Sönmez)

Sibel, Frankfurt'taki Mal Sehen adlı sinemada gösterildi. Mal Sehen (bi bakalım anlamına geliyor) alternatif film gösterimleri yapan özel bir mekan.



25 Aralık 2018 Salı

Bir vefasızlık öyküsü: Göbeklitepe

25 Aralık 2018
Göbeklitepe 2014 yılından beri yetimdir. Onu ortaya çıkaran ve onca emek veren Prof. Klaus Schmidt'in Göbeklitepe’ye verdikleri 20 yıllık emeğin üzerine beton dökülürken, Erdoğan 2019’u Göbeklitepe yılı ilan etti. Dünyanın en eski yerleşiminde bir vefasızlık öyküsü...
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2019’un Göbeklitepe yılı ilan edildiğini açıkladı. Şöyle diyor: “2019 yılını Şanlıurfa Göbeklitepe yılı olarak ilan ediyoruz. Gaziantep de bu işin içinde olacak, Mardin de aynı şekilde, Adıyaman da…. 5 ilimizi bu işin içerisine almak suretiyle bölgeyi Göbeklitepe yılında ayağa kaldıracağız. 2018’i de Truva yılı ilan etmiştik. Bölgede turizme yüzde 60 bir canlılık getirmiştik.”

Şanlıurfa’nın 18 km kuzeydoğusundaki Örencik Köyü yakınlarında keşfedilen Göbeklitepe, dünyanın en eski ve en büyük inanç merkezi olarak kabul ediliyor. 12 bin yıllık bir geçmişe sahip. Dünyanın ilk tapınaklarının burada inşa edildiği biliniyor. Yerleşik yaşama geçiş tarihinin yeniden yazılmasına gerektiği Göbeklitepe ile ortaya çıktı. Bölgede 21 adet gömülü ibadet yeri var. Bugüne kadar ancak biri ortaya çıkarılabildi. Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, bu sene 24. yılını doldurdu. Bölge özellikle son yıllarda yerli ve yabancı ziyaretçi akınına uğradı. Şehre bir müze kazandırdı. Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi kazılardan çıkan eserler sergilenmek üzere yapıldı. UNESCO ise geçtiğimiz temmuz ayında Göbeklitepe’yi Dünya Miras Listesi’ne aldı.



20 Temmuz 2014’te kalp krizi geçirerek hayatı kaybeden Kazı Başkanı Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü Orient Bölümü uzmanı ve Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Klaus Schmidt ve eşi Çiğdem Köksal Schmidt, Göbeklitepe’ye 20 yıl emek verdiler. Bölgeyi tüm dünyaya tanıtan ve yabancı arkeologları bölgeye çeken T şeklindeki yapıların ortaya çıkarılması onların istikrarlı çalışması ve başarısının sonucu. 3 ve 6 metre arasında değişen boyları ve stilize edilmiş insan ve hayvan figürleri bulunan bu yapılar, hayranlıkla izlendi.

Schmidt ailesi, 2014’e kadar her yaz Göbeklitepe’de yaklaşık 80 kişilik ekiple görev yaptı. Her yıl bu ekibe Almanya, Belçika, Hollanda’dan gelen yeni bilim adamları katıldı. Ölümünden kısa bir süre önce konuştuğumuz Prof. Schmidt, Göbeklitepe’nin büyük ve zengin bir bölge olduğunu ve kazıların 50-60 yıl daha sürebileceğini söylemişti. Prof. Schmidt’in ani ölümünden sonra Çiğdem Köksal Schmidt, Şanlıurfa Belediyesi’yle yaşadıkları anlaşmazlık nedeniyle kazı çalışmalarında devre dışı bırakıldı.

BENDEN BAŞKA KİMSENİN CANI ACIMIYOR MU?



Fakat Çiğdem Köksal Schmidt, yıllarca emek verdiği bölgeyi terk etmedi. Her fırsatta oraya gitti, yapılanları gözlemledi. Yanlışları dile getirdi. En son geçtiğimiz mart ayında yaptığı ziyaretinde kazı alanına beton döküldüğünü sosyal medya hesabından duyurmuştu. Schmidt, “Burası Göbeklitepe. Taze beton dökülen alanın yanı başında görülen F yapısı (kaya tapınağı) adını verdiğimiz alan, üzerinde iş makinelerinin eze eze bitiremediği alanda hemen bu neolitik döneme ait mimari kalıntıların üç metre ilerisinde, orada yüzeyde bir şey görmeyince altında da bir şey yok sanıyorlar.” demişti.

Schmidt, orada 15 cm derinlikte anakaya üzerinde Neolitik döneme ait izler bulunduğunu belirtmiş ve 2013 yılında başlayan ahşap yürüme yolu projesinin bir kısmını söktüklerini başka bir güzergah saptadıklarını söylemişti. Oysa bu yeni alan Prof. Schmidt’in ziyaretçi yoğunluğu yönelmesin diye boş bıraktığı bir alandı.

Çiğdem Schmidt şöyle devam ediyor: “Eski tren yollarından kalma ahşaplarla yürüme yolunu aşağıdaki ziyaretçi merkezinin oraya kadar kesintisiz yapacağız, SİT alanına kesinlikle beton dökmeyiz, asfalt yapmayız demişlerdi Klaus hayatta iken. Onun yapılmasını istemediği, Göbeklitepe’yi tahrip edeceğini bildiği her şeyi koştura koştura yapıyorlar. Bu sabah Göbeklitepe’yi ziyaret ettiğimde nasıl hızlı bir tahribat vardı anlatamıyorum. Ben tahribat diyorum, onlar Doğuş yol yapıyor, proje böyle diyorlar. Bir tane arkeolog, bakanlık temsilcisi, müze görevlisi yok alanda… Bir arkeolog neredeyse çevre gezisi yaparken bile ancak bakanlık temsilcisi ile hareket edebilirken, ihale alan inşaat şirketlerine SİT alanlarında süresiz dolaşım ve ne istersen onu yap izni mi veriliyor?”
Çiğdem Köksal Schmidt’in sesini duyan olmadı. Eşinin anısına şehir merkezindeki evlerini müzeye dönüştürerek sahip çıkabildi. Geçtiğimiz yaz açılan Klaus Schmidt Anı Evi, hem kazı ekibinin yazları konakladığı hem de Schmidt ailesinin yaşadığı tipik bir Urfa konağıydı.


Göbeklitepe arkeoloji tarihinin en büyük keşiflerinden biri, dünyanın en eski yaşam alanı. Fakat Erdoğan'ın aklına sanat tarihi deyince 'çanak çömlek', eser deyince 'ucube', sanatçı deyince 'bozuntu' geliyor. 2018'de beton döktükleri Göbeklitepe'yi, 2019'da ayağa kaldırma fikri de kültür-sanatla kurulan böyle geçimsiz bir ilişkinin sonucu. 2019'un umarız Göbeklitepe'ye iyi gelir.
ozarslansevinc@gmail.com


18 Aralık 2018 Salı

KHK’lı Sevda öğretmenin Mülteci Sevda’ya uzanan yolu…

18 Aralık 2018 
Bir öğretmen neden işinden atılır, neden çamurun içinde jandarmalardan saklanır, neden bir mülteci botuna biner, neden Almanya’ya iltica eder. Sıradanlaşan acı bir hikaye..


Tarih öğretmeni Sevda Kıran ve sağlık sektöründe çalışan eşi Hüseyin Kıran, KHK ihracıyla başlayıp hapishaneyle devam eden süreci yaşayan binlerce aileden biri. Hüseyin Kıran 2 Eylül 2016’da gözaltına alındı, 4,5 ay hapis yattı. Tahliye olduktan bir ay sonra 10 Şubat 2017’de eşi gözaltına aldı. Suçlamalar; Bank Asya, Bylock ve kızları Sibel’i Gülen Cemaati okulunda okutmaktı…

KHK’yla ihraç, ardından gelen gözaltılar, hapisler, davalar, itirafçı beyanları sonunda Türkiye, Kıran çifti için sosyal ölüm merkezi haline geldi ve bir sabah Almanya’da mülteci kampında gözlerini açtılar.

Sevda Kıran’a Türkiye’de 7 yıl hapis cezası verildiği gün, Almanya’da iltica başvurusu kabul edilip oturum verildi.

ANNE BABAMA NE YAPACAKLAR?

İlk KHK listesi yayınlandıktan sonra hemen o günün sabahında evimize polisler geldi. Ben okula gitmiştim. Eşim ve kızım evdeydiler. Çok zaman geçmeden eşimden bir telefon geldi. “Acilen eve gel, misafirlerimiz var.” dedi yarı titrek bir ses.

Arabayı nasıl sürdüğümü, kaç kilometre hızla gittiğimi siz tahmin edin. Bizim eve yakın oturan ablamları aradım yolda. Telefona çıkan eniştem, “O misafirler bizde de var.” deyince o zaman anladım eşzamanlı bir operasyon olduğunu. Samsun’un plaka numarası 55 olduğu için 55 eve baskın yapılmıştı. O günden sonra her cuma 20 kişiyi gözaltına aldılar. Samsun, Manisa, İzmir… polislerin tabiriyle “güzel iş yapan” şehirlerdi.

Eve vardığımda 4 polis her yeri talan etmiş, taş üstüne taş bırakmamıştı. Etrafa saçtıkları eşyaların üstünden sıçraya sıçraya geçtim. Eşim şok geçirmişti. Kızımın odasına ise henüz girmemişlerdi, çocuk uyuyordu. Müsaadeyle kızımı evden çıkarmak istedim. Genç polis buna izin vermedi. “Onu suç işlemeden önce düşünecektin.” dedi.

Terörist muamelesiyle ilk orada karşılaştım. İnsan kendinden şüphe ediyor, ben ne yaptım ki bana terörist diyorlardı. İtiraz edince aramızda münakaşa çıktı. Yaşlı polis, “Tamam çıkartsın.” dedi. Kızımın gözlerini kapata kapata komşuya götürdüm. Sibel henüz 11 yaşındaydı ve çok korkmuştu.

Eşimi kelepçelemeye kalktılar. Yine itirazlarım netice verdi. 3 polis nezaretinde asansörle aşağıya indiler. Ben de 9 kat merdiven inerek onlara yetiştim. Bir polis de benimle indi. Son kez eşimi göreyim, ona moral olayım, bir kez daha teselli edip sarılayım dedim. “Dik dur, geçecek bu günler” dedim. Yanında bir damla gözyaşı dökmedim. Ama onu alıp götürdüler ve arabayla uzaklaştılar ya… Öylece arkalarından bakakaldım ve ağlamaya başladım.

AVUKAT: EŞİN TERÖRİST OLABİLİR, HABERİN VAR MI?

Yavrum gözyaşlarına boğulmuştu. Defaatle, “Anne babama ne yapacaklar?” diye sordu. Bunun tesellisi olur mu… Ne desem boş. Sağolsun komşular, ‘biz sizi biliyoruz, onu bırakırlar, adam ne yaptı ki…’ dese de sitedeki diğer komşulara karşı çok rencide olmuştum. Tekrar okula dönüşüm, kızımı anneanneye bırakışım, gözyaşları içinde gece 9-10’a kadar dağıtılan, darma duman olan evi(mi) toplayışım, boynu bükük kalışımız…

Hemen avukat aramaya başladım. Avukat aşaması ayrı bir ızdırap, trajediydi. Gece gündüz tek başıma bir o kapıya bir bu kapıya koştum. Dört avukata gittim. Kimi korkudan almak istemedi dosyamızı, kimi yüksek fiyatlar istedi. 25 binden başlıyor böyle bir dosya. En son birini buldum.

O da enteresandı. Eşimle görüştükten sonra beni bir kenara çekip ‘Kocanız cemaattenmiş, biliyor musunuz? Kocanız terörist olabilir, bundan haberin var mı’ dedi ciddi ciddi. 2 bin 500 TL’yi bu cümleyi duymak için ödedim. Meğer eşime sormuş, ‘Sohbete gittin mi, Gülen Cemaati ile bir bağlantın var mı’ diye. Ne sohbete gitmek suç, ne de cemaat üyesi olmak.

Avukat evet cevaplarını alınca eşime itirafçı olmayı teklif edecek kadar mesleğinin farkında olmayan biriydi. Onun adına biz utandık. Sonra solcu bir avukat dosyamızı aldı. İyi de para istedi ama en azından davayı aldı. Umut tacirliği yapıyorlar tabi. Bu davalar siyasi davalar, bir sene içinde bitecek, korkmayın, şöyle olmaz, böyle olmaz derken elimiz mahkum her şeye sustuk, bekledik.

KIZIMI HER SEFERİNDE GARDİYANLAR ÇIKARMAK ZORUNDA KALIYORDU


Eşim ve onunla birlikte gözaltına alınan 55 sağlık porsoneli 8 gün gözaltında kaldıktan sonra mahkemeye çıkarıldı. İçlerinde kadınlar, doktorlar, hemşireler, uzmanlar… İlk mahkemede 23 kişi tutuklandı. Eşim de. Cezaevi ziyaretlerimiz başladı. Psikolojik olarak çok yıprandığım bir süreçti. Yarım saatlik açık görüşler, 10’ar dakikalık kapalı görüşler için 4-5 saat sıra beklemeler, üst baş aramalar…

İçeriye bir kıyafet götüremiyorsunuz; iki kazak üç çorap olacak, o da şu saatte, böyle olacak bir sürü anlamsız kural. Çok eziyet. Farklı bir işkence. Ve orada karşılaştığım insanlar bir zamanlar tanıdığım doktorlar, akademisyenler, öğretmenler… Herkesin gözü yaşlı. En zoru da onları orada bırakmaktı. Her gittiğimzde istisnasız kızım babasından kopamıyordu, gardiyanlar çıkarıyordu. Bir de yanına oturma şansımız yoktu, karşılıklı konuşmak zorundaydık. Eşim içerdeydi ama biz ondan daha çok yıpranıyorduk.

En çok canımı acıtan şey ise insanların vefasızlığıydı. Eşimin ailesinin sessizliği, ilgisizliği ayrı bir acıydı. Sadece yas tuttular. Hatta babasının “Bundan sonra boynum bükük gezeceğim, ben size demiştim.” sözleri bencillikti. Bunlar o durumda hesap edilmemeliydi. Sonuçta eşim evet oğulları ama o bizim evimizden çıkmıştı. Tabi ki üzüldüler ama bizim kadar yanmadılar. Kayınvalidem adliyeye bile gelmedi. Yok tarihini karıştırdık, yok yetişemedik dediler… Geride kalan bizlere, hadi beni geçin, torunlarına sahip çıkmadılar.

Eşim bu arada Samsun Cezaevi’nde… Uzakta değil. Avukata verilecek para bile sorun oldu. Dışarıda olan biten hiçbir şeyi ona yansıtmadım elbette fakat 4,5 ay bana 4,5 yıl gibi geldi. Yaşadığım her şeyi not aldım. Eşime çıkınca olanları anlatacaktım ve aldığım kararları onaylarsa evliliğimi sürdürecektim. Öylesine gözümü karartmıştım.

KURBANLIK KOYUN GİBİ HER GÜN SIRAMI BEKLEDİM

Tüm bunlar olurken ben de açığa alındım ve her akşam evde ‘ha geldi ha gelecekler’ diye kurbanlık koyun gibi sıramı bekledim. Cezaevi bavulumu bile hazırladım. Kızımı anneannesine bıraktım, gözüm onu bile görmemeye başladı. Etrafımızdan insanlar azaldı. Akrabalar, dostlar bizi aramaya korktular. Yavaş yavaş toplumdan dışlandık. Her gün kötü bir haber duyuyorduk. Herkes moralsizdi. İnanılır gibi değildi, teröristlikle suçlanıyorduk. Her hafta adliyeye gidiyorduk. Gözaltından sonra adliye sürecinde dostlarımızı yalnız bırakmamaya çalışıyorduk. Fakat dışarıda kalanların sayısı gün geçtikçe azalıyordu.

Bylock kullanıcılarıyla ilgili bir renklendirme derecesi var. Kırmızı, sarı, yeşil liste diye. Eşim kırmızı listede olmadığı için, biraz da savcının insiyatifiyle tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu. Savcı bu davalara inanan biri değildi. Sonra zaten görevden alındı. Ve acı gerçeklerle karşılaştı. Hiçbir şey güllük gülistanlık değildi artık. Zaten değildi de…

EŞİM YA GERÇEKLERİ KABUL EDECEK YA DA AYRILACAKTIK


Beni gerçeklerimizle, yaşanmışlıklarla kabul edecekse edecekti. Aksi takdirde yollarımız ayrılacaktı. Yazdığım günlüğü okudu ve “Bu kadarını hiç tahmin etmemiştim.” dedi. Beni de teselli etti. “Senden hiçbir şey beklemiyorum.” dedi. Ailesiyle de küçük çaplı hesaplaştı. “Size düşeni yapamadınız, emanetlerime sahip çıkamadınız.” dedi. Ve beni bana bıraktı. Ama yine fedakarlık bana düştü. Baktım kızım da eşim de bocalıyor, bayramlarda gitmeye başladım.

GÖZALTINA ALININCA PARANOYA BİTTİ

Velhasıl eşim çıktı, peşinden beni aldılar. 1 hafta gözaltında kaldım. Evinize polisler geldiği andan itibaren robotlaşıyorsunuz. Daha arabaya biner binmez polisler ‘sen de işin içindeymişsin’ gibi cümlelerle tacize başladı. Hiçbirini duymadı kulağım. Filmlerde gördüğüm o vesikalık fotoğraflarımızın çekilmesi aşamasından sonra açıkçası orada rahat bile ettim. Her kapı çalındığında acaba geldiler mi diye beklemek kabus gibiydi. Paranoyak olmuştum.

ÇIPLAK ARAMA YAPTILAR

10 Şubat 2017’de gözaltına alındım. Samsun Emniyeti’ne, -1’deki nezarethaneye götürüldüm. Eşimi ziyaret ederken aramalarda zaten üşütmüş ve zatürre geçirmiştim. Yoğun bakımda kaldım. Burası daha beterdi. Yarı kabirdi nezarethane. Yan yana üç bölme bulunuyordu. Kapalı yerde kalamama korkusu var bende. Panik olmaya başladım. Mümkünse sonradan geleceklerle birlikte beni içeri koymalarını rica ettim. Yaşlı polis ‘senin keyfine bakacaktı bu iş’ deyip azarladı.

Genç polis usulca ‘siz orada çok kalmayacaksınız, biraz sabırlı olun’ dedi. O kadar teselli etti ki bu küçük cümle beni. Sonra arama yaptılar, tamamen üzerimizi çıkartmamızı istediler. Garipsin, kimliğin, paran yok, ailen yok. Suçlama çok ağır. Mide ameliyatı geçirmiştim, beslenmem sorun.

Bir gece rahatsızlandım, bir arayalım soralım diyorlar nereyi arayacaklarsa, bir yerlerden izin alıyorlar. Görevliler o kadar korkutulmuş ki, iyi davranırsak bize de bir şey olur korkusu yaşıyorlardı. Sizinle asla ikili ilişki kurmuyorlar, göz teması bile. İlk iki günü hiç hatırlamıyorum, demir parmaklıklar pat küt bir açılıyor bir kapanıyor. Acayip bir hengameye düşüyor insan.

BİR GÜN YANIMIZA KATİL CANER GELDİ…

Sonra bir grup kadın daha geldi yanıma. Bir arkadaş yeni evliydi ve karaciğer nakli bekliyordu. Birinin eşi de içeride ve 8 aylık bebeği vardı. Kayınvalidesi emzirmesi için beş saatte bir bebeğini getirip götürmeye başladı. Beş dakika sürmüyor, hemen bebeği koparıp alıyorlardı annesinden. O kadın bebeğinden her ayrılışında gözyaşlarına boğuldu. Beş dakika, on dakika değil. Bir saat… O ağlıyor biz ağlıyorduk. Normalde herkesin 1 gün kaldığı yerde biz bir hafta bekletildik.

Bir gece yanımıza bir hayat kadını ile cezaevinden kaçan ama tekrar yakalanan Caner adında biri geldi. Katilmiş. Adam bizi görünce şaşırdı. Tuhaf tuhaf bakıp duruyor. Hayatında bunca başörtülü kadını hapiste görmediği bakışlarından belli. En sonunda dayanamadı sordu: ‘Bacılar sizin burada ne işiniz var?’ Korkudan kimse ses çıkaramayınca ben ‘FETÖ’den dedim gülerek. Gülerek, “Ooo sizin işiniz zor, beni salarlar ama siz çıkamazsınız, boşuna beklemeyin.” dedi. Öyle de oldu.

KEFEN PARASININ BİLE HESABINI SORDULAR

En zoru ise ifadelerimizin alındığı anlardı. Giden yüzü gözü kızarmış, bunalmış halde geliyordu. Her şeyi sordular, öğrenciliğimizden itibaren. Nerede kaldın, gazeteye abone oldun mu, sendikaya üye misin, Bylock kullandın mı, sohbetlere katıldın mı, kimle nasıl evlendin, yurt dışına çıkmışsın, şuraya şuraya gitmişsin, hangi amaçla gittin… Bank Asya 2004’te açtığım bir hesabım vardı. 2008’de kapatmıştım. O hesaba, annem, evlatlarından en çok bana güvendiği için kefen parası diye 2 bin 500 TL yatırmıştı. Onun bile hesabını verdim. Kızımın okulunun hesabını verdim.

Bir hafta sonra adliyeye çıkartıldık. Eşimden dolayı tecrübeli olduğum için diğer arkadaşlara adliyedeki manzarayı izah ettim. Orada gözü yaşlı bekleyen ailelerimiz için dik durmamız gerektiğini vurguladım. Çaktırmıyorduk ama yolun sonu yaklaştıkça heyecanla karışık korkular sarmıştı bizi. Acaba cezaevi kime nasip olacaktı? Elbette birileri seçilecekti. Neye göre orası muammaydı tabi.

Sabah oldu, demirkapı ve parmaklıklar açıldı. Birbirimizle helalleştik, boğazımız düğüm düğüm. Kurbanlık koyun gibi tek tek sıraya dizildik. Kollarımızda iki polis, bavullarımız yanımızda… Artık başınıza geleceklerin korkusu başlıyor. Özgürlük meğer ne kadar değerliydi. Oksijen almak, gökyüzünü görebilmek. Meğer ne nimetler varmış. Sabah 9’da adliyeye götürüldük. 9’dan 14’e kadar o sopsoğuk yerde bekletildik. İyice yıpratıldık. Sanırım bilinçli bir işkenceydi, hakim karşısına çıkmadan önce. Hem donduk hem de çok acıktık. Bir ara yan bölmedeki adamlar Halil İbrahim türküsünü söylemeye başladı. Su uzatıp bizi teselli ettiler.

-1’den asansörle ailelerin bekletildiği bölüme çıkartıldık. Mahkeme salonları oradaydı. Asansör camlıydı. Ailelerimiz bizi görünce ağlamaya başladılar. Annem bana sarılmak istedi, polisler izin vermedi. Koridorun bir tarafında bizler, diğer tarafında ailelerimiz, ortada ve başımızda polisler. Birazdan kaderimiz belli olacaktı. 20 kişiden 15’i tutuklandı. Hiç sevinemeden gözyaşları içinde vedalaştık.

Ameliyatlı ve sağlık problemim olduğu için beni tutuksuz yargılanmak üzere bıraktılar.
Kısa bir süre sonra ilk mahkemeye çıktım. Kişi başına 15-20 bin TL avukat masrafı oldu. 40 bin TL paramız gitti. 2. mahkemeye çıkmadan Bylock raporları geldi. Reddettiğimiz, kabul etmediğimiz, suçlandığımız her şeyi, kendilerince delillendirmiş oldular. Dile kolay 10-15 yıl ile yargılanıyorduk. Raporlardan sonra tekrar alınacağımız ortadaydı. Yurtdışına çıkmayı düşünmeye başladık.

ANNEM, ‘GİTMEYİN’ DİYE YALVARDI

Haziran 2017’de artık kararımızı vermiştik. 2-3 hafta içinde hazırlanmaya başladık. Sadece bir hafta kala anneme söyledik. Razı olmadı. ‘Ne olur gitme, haftada bir hapiste ziyaretine gelir seni görürüm hiç olmazsa’ dedi. Cezaevine girmeme razıydı yani. Ama kararlıydım. ‘Ne biliyorsan kendi adına olanları, kimseye zarar gelmeyecek şekilde anlat’ dedi. ‘Gidip ben sizi ihbar ederim, yeter ki gitmeyin’ bile dedi. Bunu yapmazdı elbette.

Evde bir cenaze havası esmeye başladı. Kızım korkuyor, sorular soruyor. Net cevap alamıyor tabi ki. Ortada netlik de yok zaten. Kimse bunun garantisini veremez ki… Yakalanırsak kesin cezaevine gideceğimizden eşime ayrı bana ayrı bavullar hazırladım. Yine yakalanırsak kızımı gelip kimin alacağından, bavulları bize ulaştıracak kişiye kadar, kızımın sonraki hayatının planına kadar, yardımcı olacak arkadaşlarıma kadar bir ajanda tuttum. Çok zor bir karardı.

Bir tarih belirlendi ve veda anı geldi. Gece yarısı İstanbul’a doğru yola çıktık. Samsun’dan uzaklaşana kadar ağladım. Sabah İstanbul’a geldik. Gece 12’de esas hedeflediğimiz yolculuk başladı. Bizimle birlikte dört aile daha vardı. Hiç kimseyi tanımıyordum. Son nefesimizi verecekmişiz gibi bir ortam oluşmuştu. Çünkü o noktadan sonrası ya ölüm olacaktı ya kurtuluş… Ya yeni bir hayata başlangıç ya da cezaevi…

JANDARMALAR ÜZERİMİZE DOĞRU GELMEYE BAŞLADI

Herkes korkuyordu, çaresizdik. Yanımızda sırt çantamız, onun içinde de yedekte bir kıyafetimiz vardı. Bir de uzun süre yürüyeceğimiz için güçlendirici vitamin, fındık, fıstık gibi kuruyemişler. Kaçakçılarla buluştuk. Sert bakışlı, dövmeli, ağızları bozuk, tuhaf insanlardı. Çok korkmuştuk tiplerinden.

Normalde Türk sınırından Yunan sınırına geçerken çocuklara uyku ilacı veriliyor, uyanıp ağlamasınlar diye. Tam yola çıktık ki, yanımızdaki ailenin oğlu ağlamaya başladı. Kaçakçı panikledi ve geri döndü. Saklanın deyip yanımızdan kaçıp gitti. Sınırdaki evlerin ışıkları yanmaya, köpekler havlamaya başladı. Siren seslerini duymaya başladık, üç askerî araç etrafımızı sardı, jandarmalar ışık tutarak bize doğru gelmeye başladı. Her şey bitmişti, artık buraya kadarmış dedik…

Saklanalım derken ısırganların içine girdik, çeltik tarlalarında sırılsıklam olduk, iyice çamura saplandık. Bir çalılık bulup sindik. İşte oradaki psikoloji sadece yaşanırsa anlaşılabilir. Gözünüzden neler geçmiyor ki, film şeridi gibi. Sadece ayın aydınlattığı gecede karanlıkta öylece… 2 askeri araç yanı başımıza kadar geldi. İki tur attı, gitti. Sonra iki asker yaya olarak ellerinde fener ile iki adımlık mesafeden geçti. İnanılır gibi değildi, bizi yine görmediler. Çömeldiğimiz yerde bir saate yakın bekledik.

Koşturmaktan tere batmış biz, yerimizde sabit kalınca donmaya başladık. Askerler gittiler ama ya bir daha gelirlerse korkusu başladı… Kaçakçı bizi bota kadar götürecekti, görevi oydu, ama bota gelmeden bırakıp gitti. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Geriye dönsek nereye gideceğiz, fark edilir miyiz, ileriye gitsek nereye gideceğiz? Kızım korkudan titriyor, ağlıyor. Altına kaçırdı. Bir ara orada sızıp kaldı. Eşimle göz göze gelip helalleştik, ‘hakkını helal et, size de sebep oldum’ dedi… Birbirimize sarılıp ısınmaya çalıştık.

ÇAMURUN İÇİNDE BEKLERKEN SIRT ÇANTALI İKİ GENÇ ÇIKAGELDİ…


Sonra birden sırt çantalı iki delikanlı çıkageldi, kahraman gibi. Üniversite okuduklarını ve harçlıklarını böyle çıkardıklarını sonra öğrendim. Teker teker gizlenen aileleri toplayıp bota götürdüler. Meğer askerlerin bizi sardığını fark etmiş, gitmelerini beklemişler.

Kurtulduğumuza inanamıyorduk, neredeyse tüm ümidimiz bitmişti. Sine sine botun oraya kadar gittik hep birlikte. Küçüçük bir bot. Toplam dört aileyiz. Çocuklarla birlikte 11 kişiyiz. Ama bot 4-5 kişilik. Can yeleği yok. Yer kaplamayacak şekilde oturmanız gerekiyor. O bota binişimiz, korkularımız, karşıya geçişimiz ayrı bir maceraydı. Bir ara bot dönmeye başladı, akıntıya kapıldı. Allahım gittik dedim. Bizim geçtiğimiz nokta nehrin dar bir yeriymiş, karşıya varmamız 15 dakika sürdü.

Yunan topraklarına adım atınca uçmuştuk. Neredeyse yerleri öpecektik. Herkes birbirine nasıl sarılıyor, nasıl seviniyor. ‘Ezeli düşman’ımızın toprakları bize kendi ‘vatan’ımızdan o anda daha sevimli gelmişti. Tutuklanma yakalama korkusu bitti gitti. Herkesin dili damağı kurumuştu ve sularımız tükenmişti. Ortada bir şişe su dolandı. Herkes yudum yudum içti.

Yunan tarafına geçince herkeste bir rahatlama oldu ama orada da risk devam ediyordu. O tarafın askerine de yakalanma ihtimali vardı. Gençler, ‘bir saat geciktiniz, Türk askerlerinin sizi görmemesi mucizeydi, Yunan askerlerinin devriye saati yaklaştı. Acele edin, sessizce ve hızlıca yürüyün.’ dedi. Çok az mola vererek sabah altıya kadar yürüdük. Bir yerde durup üzerimizi değiştirdik. Başka bir kaçakçıya devrolunup bir Yunan kasabada bırakıldık. Herkes dağıldı.

Kendimize bir pansiyon bulduk. Otele girdik, üzerimizdekileri çıkarıp banyomuzu yaptık ve çarşaflara dolanıp yorgunluktan yataklara gömüldük. Tek çeşit kıyafetlerimiz vardı ve onları da yıkayınca hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Meğer pijama bile ne kadar değerliymiş. Lif bile öyle. Çorabın içine sabun koyup duş aldık. Sabah saatlerinde yatıp öğleni geçerken uyanmıştık. Ne yolculuktu…

Uyandığımızda yüzümüz gözümüz şişmişti. O kadar ilaç sürmemize rağmen sivrisinekler bizi talan etmişti. O gün odada hiç dışarı çıkmadım. Ertesi gün Atina’ya geçecektik. 18 saat tren yolculuğu yapacaktık. Yakalanmamak için Türkçe konuşmamamızı söylemişlerdi.

HAVAALANINDA ETRAFIMIZI YİNE POLİSLER SARDI

Tren yolculuğu ayrı bir işkenceydi. Yavaştı… Yorgunduk ve uyuyamıyorduk. Üç günde dünyanın yolunu gelmiştik. Tehlike de henüz geçmemişti. Bir müddet Atina’da kaldık, sonra Preveze adasına geçtik. Almanların tatil yaptığı bir adaydı burası. Turistik bir yer. Preveze bize o kadar iyi geldi ki… Onca can pazarından sonra bir hediye gibiydi. Bir gece orada kaldıktan sonra havaalanına geldik.

Tek Türk aile bizdik. Sıraya girdik. Bilet kesecek olan görevli bir şeylerden şüphelendi ve polise haber verdi. Sıradan çıkarıldık. Sorguya çekilmeye başlandık. Dil bilmiyoruz. Eşim ısrarla yeşil pasaportlu olduğumuzu söylediyse de adam eliyle işaret ediyor, ülkeden neden çıkış mührünüz yok diye soruyordu. Bir korku da orada yaşadık, dedim kesin bu kez bitti, gözaltına alınacağız.

O kadar yol geldik ona mı yanarsın, biletlerin parası ödendi iptal olacak ona mı…. Gözaltında geçirilecek zamana mı… Adam çok sinirlendi bize, diğer polisler de başımıza toplandı. Uçak kalktı kalkacak, on beş dakika var yok… Ve Hala sırrını çözemediğimiz bir sebeple son anda bizi bıraktılar ve uçağa yetiştik. Bizim uçağa bir gidişimiz var. Ayaklarımız yerden kesildi. Almanya’ya Münih’te giriş yaptık…

Bir yıldan fazla oldu Almanya’ya geleli. Türkiye’deki karar mahkemem ile iltica sürecimizin sonuçlandığı Almanya’daki mahkemenin tarihi aynı güne denk geldi. Türkiye bana 7 yıl hapis verdi. Almanya ise oturum başvurumuzu kabul etti…

NOT: İsimler, kişilerin talebi üzerine değiştirilmiştir.


16 Aralık 2018 Pazar

Tunç Başaran değil, Miki yapmış...

 15 Aralık 2018
Tunç Başaran 1989 yılında yaptığı, Türkiye’nin Oscar aday adayı filmlerinden Uçurtmayı Vurmasınlar için dün Sabah gazetesine verdiği röportajda “Politik film değildi. Sevgi filmi yaptım. Aynı filmi tren garında da çekebilirdim.” demiş.
Başaran bunu ilk defa yapmıyor. Filmlerinin arkasında durmayı bir türlü beceremedi. 2000 yapımı filmi Abuzer Kadayıf’ı çektikten sonra da benzer bir tavır içine girmişti. ‘Hayatımı anlatıyor, benden izin almadılar’ gerekçesiyle filmi mahkemeye veren ve dağıtımını durduran İbrahim Tatlıses’e yaranmak için yapmadığı kalmamıştı. Nihayetinde emek harcamış, para kazanmak istiyordu filmden. Durup dururken Tatlıses’e telif filan ödemek istemiyordu. Oysa film Tatlıses’in hayatıydı. Zaten başrolde oynaması için ilk teklif Tatlıses’e yapılmıştı ama kabul etmemişti. Tatlıses’in teklifi kabul etmemesinin nedeni, Abuzer Kadayıf’ın sanat dünyasındaki yozlaşmayı kendi hikayesi üzerinden anlatmasıydı.

SENARİST MAMAK CEZAEVİ'NDE YAŞADIKLARINI KALEME ALDI

1980 darbesini hapiste büyüyen Barış’ın gözünden anlatan Uçurtmayı Vurmasınlar’ın senaryosunu yazan Feride Çiçekoğlu bir kere politik bir isim. Darbeden sonra solcuların cezalandırılması için başvurulan ama daha sonra kaldırılan Anayasa’nın 140 ve 141. maddelerinden hapse girmiş, dört yılını orada geçirmiş ve Mamak Cezaevi’nden çıkınca da yaşadıklarını kaleme almıştı.



Filmde mekan olarak Ankara Merkez Kapalı Cezaevi kullanılıyor. Başaran, “Aynı filmi tren garında da çekebilirdim.” derken acaba ciddi mi? Filmin çıkış noktası, adı, izleyiciyi derinden etkileyen sahnelerden biri olan Barış’ın (Ozan Bilen) hayatında ilk defa uçurtma gördüğü ve hakkında hiçbir fikri olmadığı için İnci’ye (Nur Sürer) ne olduğunu sorduğu sahneydi. Hikaye hapishanede geçiyor. Yönetmenin mekan seçmek gibi ikinci bir alternatifi bulunmuyor. Uçurtmayı Vurmasınlar’ı politikadan, birçok insanın hayatını karartan darbeden -şimdi olduğu gibi- soyutladığınızda elinizde bir şey kalmıyor.

Sanat camiasının içinde bulunduğu çürümeyi görmek için demek ki 15 Temmuz gibi bir darbe projesine ihtiyaç varmış. Nasıl dağıldı, çözüldü herkes. Hele bu eski tüfekleri anlamak hiç mümkün değil. Geçen yıl 50. sanat yılını kutlayan Moğollar da onca yıllık birikimlerini Avrupa turnelerinde çar çur etmişlerdi. Cahit Berkay, Almanya’da (Darmstad) verdikleri bir konserde, grubun muhalif tavrını en iyi anlatan ‘Dinleyiverin Gari’ şarkısını söyledikten sonra, konseri ön koltukta dinleyen Frankfurt Başkonsolosu Burak Karartı’ya ithafen, “Bu şarkıyı 1993’te yaptık, şimdi kimse üstüne alınmasın!” açıklaması yapmış, bir el etek öpmediği kalmıştı.



Hastaneden yeni çıkan ve sağlık problemleri bulunan Tunç Başaran biraz mazur görülebilir. Siyasi bir kişiliğinin olmadığı da biliniyor. Ayrıca artık ne doğru dürüst sinemaya katkıda bulunuyor, ne de üretiyor. Hala 30 yıl önce çektiği filmin ekmeğini yiyor. Ara sıra çağrıldığı konferanslarda Uçurtmayı Vurmasınlar’ı anlatıyor. Birkaç sene önce felç geçirdi, toparladı. Yakın zamanda da böbrek hastalığı nedeniyle hastanedeydi. Hayatının kapanış filmini yapmak için girdiği bütçe arayışları bu talihsiz açıklamayı yapmasının nedeni olmalı. 'Politik film yapmadım' sözüne aslında farkında değil belki ama en iyi yine kendi filmi cevap veriyor. Evet, filmin, efsane sahnelerinden biriydi. Sabah uyandığında altını ıslatan Barış'a annesi deli danalar gibi kızar. 'Ben yapmadım' diye annesine itiraz eder çocuk.' 'Kim yaptı?' diye yine azarlar annesi. Ne yapsın Barış, mahcup bir edayla, o zamanın modası, Miki Maus'un desenin yer aldığı çamaşırını gösterir ve 'Miki yapmış' der. Biz de öyle diyelim: "Tunç Başaran değil, Miki yapmış Uçurtmayı Vurmasınlar'ı." 

Uçurtmayı Vurmasınlar, Tunç Başaran’dan ziyade Feride Çiçekoğlu’nun, Nur Sürer’in, Ozan Bilen’in ve hapisteki tüm çocukların filmi… Onların hayatında önemli ve unutulmayacak gelişmelere neden oldu, oluyor. Asıl bu konuda onlar ne düşünüyor acaba? Henüz dışarıdaki üçlüden bir ses çıkmadı. Özellikle Nur Sürer’in, Çiçekoğlu’nun ne diyeceği merak ediliyor. 15 Temmuz 2016'dan sonra anneileriyle birlikte hapsedilen yaklaşık 750 bebeğin yaşadıklarını ise sinema da, tarih de uzun yıllar anlatacak. Tıpkı o çocuklar da Barış gibi bir gün annelerini ya da İnci'leri soru yağmuruna tutacak.

– Komünist (FETÖ’cü) ne demek İnci?
...
– İftira ne demek İnci?
...
– Nişanlın görüşe niye gelmiyor İnci?
– Çünkü o da kafeste.
– Onu niye kafese koymuşlar İnci?
– Çünkü çok soru sorduğu için…



2 Aralık 2018 Pazar

Ahmet Haşim'in sonbaharı



2 Aralık 2018

Frankfurt'ta yaşadığımı duyan bir arkadaşım 'Ahmet Haşim'in Frankfurt Seyahatnamesi'ni okudun mu?' diye sormuştu. Böyle bir kitabı olduğunu dahi bilmiyordum. Daha yeni gelmiştim şehre. Hemen gönderdi. Zaten kısacık olan seyahatnameyi okudum fakat ben de ikinci bir şaşkınlık. Tıpkı Ahmet Haşim gibi ben de gecenin bir yarası elimde iki valizle inmiştim buraya. Aynı mevsimde, hatta aynı ayda. Varış saatimiz bile aynıydı. Gece yarısı 2 civarı. İstasyonda yaşadığımız o tedirginlik ve korku dolu anlar bile tıpatıp benziyor. O günden sonra en yakın arkadaşım, dostum Ahmet Haşim oldu. Bu şehri onunla birlikte anlamaya, tanımaya çalıştım. Gittiği yerlere gittim. Aynı sokaklarda gezdim. Alman gecelerini, caddelerini, ailelerini Ahmet Haşim sevdirdi bana. Yazar 1933'te gelmişti Frankfurt'a, 85 yıl sonra onunla karşılaşmak çok sevdiğin ama yıllardır görmediğin bir dostunla bulaşmak ve her şeye kaldığı yerden devam etmek gibi bir şeydi. 
 
Ne zaman üzülsem dönüp dönüp okudum kitabı. Gözlemleri, tespitleri beni her seferinde hayrete düşürdü. Geçen onca yılda değişen pek bir şey yoktu buralarda.

Mesela diyor ki: "Almanya büyük ve pembe bir elmadır. Fakat içi kurtludur." Evet öyleydi, ilk başlarda Almanya güzellemesi yapan yerleşik Türklerin içini, bu ülkenin nasıl kemirdiğini görmem kısa sürdü.

Fantastik Frankfurt hayallerim ise -benim de derinden hissettiğim-, "Frankfurt'a gelince o, bütün ikinci derece Alman şehirleri gibi ahalisi ondan horlayan tatsız bir aile şehridir." cümlesini okuyunca sona erdi.

En çok güldüğüm; 

"Almanya 'profesör' ve 'doktor' denilen acayip bir insan cinsinin vatanıdır."

"İki kapı olsa, birinin üzerinde Cennet, diğerinin üzerinde 'Cennet hakkında konferans' diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinci kapıya hücum eder." bu ifadeleri oldu. 

Böyle uzayıp gidiyor.

Haşim'in Frankfurt'a geliş nedeni böbrek hastalığıydı. Vorhard Kliniği'nde iyi bir doktor olduğunu duymuş ve burada tedavi olmak istemişti. O kadar merak etmiştim ki o kliniği de... Bir gün gideyim diye düşünürken kader benden önce davrandı. Bir gece vakti, tiyatro çıkışı evime koştururken tren istasyonunda düştüm ve burnum kırıldı. Gelen ambulans en yakın klinik diye oraya götürmüş. Adı artık Universitaets Klinikum olan hastane Main Nehri'nin kenarındaydı. 

Bugünlerde ise başım sonbahar ile hoş. Ahmet Haşim'in sonbaharının peşinde aklım. Haşim hayatının en güzel sonbaharını bu şehirde yaşamış. Bad Homburg'un köyünde... Burası Frankfurt'a çok yakın, küçük ama güzel bir şehir. Havasının güzelliği, kaynak sularının şifasıyla biliniyor. Sakinleri ise elit kesim diye tanımlanıyor. Almanya'da bir şehrin başında Bad kelimesi varsa orada termal su bulunuyor demektir. Bad Homburg, Bad Vilbel, Bad Nueheim gibi. Beni ilgilendiren ise Bad Homburg'un Taunus adı verilen dağları ve tabi ki sevgili yazarın orayı görünce yazdıklarıydı...

Sonbahar (Ahmet Haşim, 1933)


Sonbahar aylarında, kendisiyle birlikte tenha Yakacık kırlarında meyveli kocayemişi fidanları arasında dolaştığımız Bir Fransız dostum bana daima derdi ki:

- Sizin sonbaharınız olamaz. Çünkü ağaçlarınız az ve teşrinlerde sararıp dökülen yapraklarınız nâkafi. Sonbaharı gelip de bizim memlekette görmeli...

Fransa'ya birçok defalar seyahat ettim. Fakat ikametlerim hiç sonbahara tesadüf etmemişti. Bu sefer Avrupa sonbaharını Frankfurt dağlarında doya doya seyrettim. Hala gözlerim gördüğü o muhteşem şeyin yığın yığın ihtiyar altınlarıyla kamaşmakta...

*
Almanya'da on, on iki seneden beri yerleşmiş ve şimdi Frankfurt'a yakın kibar Hombourg köyünde şık bir moda mağazası salonu sahibi olan ve müşterileri arasında eski Kayzer'in karısı ve kızları bulunan aziz hemşehrimiz Niyazi Bey, beni bir pazar günü köyüne öğle yemeğine davet etti. Bizi yünlü bir spor kostümü içinde, sıhhatten her tarafı gülen pembe bir çehre ile karşıladığı istasyonda hemen şunu teklif etti.

- Yemekten evvel otomobille bir dağ gezintisi yapalım...

Hayretle kabul ettim. Zira, kafamdaki bütün dağ mevhumları uzak, sert, vahşi ve korkunçtu. Çocukluğumda gördüğüm Kürdistan dağlarını düşündüm: Erimez karlarla parlayan çatallı tepelerini mor ve kızıl fırtınaların boğuştuğu kızgın ufuklar üzerine sıralayan o karanlık renkli devler gözümün önüne geldi. Bu dağların gecelerinde, büyük alevler etrafında ısınmaya çalışan pos bıyıklı eşkıya halkalarını, sinsi canavar baskınlarını, derin derelerin dibinde yılanlar gibi sürüklenerek çağlayan suların feryadını hatırladım. Bu yaman dağların hayalini hatırımdan silkince, bu sefer Anadolu'nun yorgunluktan yere çökmüş, tüyleri dökük devleri andıran o hüzün, ölüm ve yokluk çıkıntıları gözümün önüne geldi: Hiç dağda gezinti olur mu? 


Otomobile bindik ve uzun bir asfalt yol üzerinde koşmağa koyulduk. İstanbul Belediyesi'nde terbiyesini yapan bir adama göre asfalt bir yol nerede başlar ve nerede biter? En işlek bir yerde başlar, fakat en münasip ve en yakın bir yerde ansızın kesilmek için. Hayretle görüyordum ki, otomobilimizin tekerlekleri altında serilen siyah yol hiçbir noktada inkıtaa uğramıyor, mütemadiyen açılan bir seccade gibi ufuklara uzanıyor, tepelere tırmanıyor ve sonu gelmez ovalarda büyük çaprazlar çiziyordu. Nihayet otomobilimiz durdu, Taunus Dağı'nın bir yüksek noktasına varmıştık. Mamur bir ormanın ortasında indik.

Hava bulutlu ve üzerinde durduğumuz tepe rüzgarlı idi. Ağaç denizinin üzerinde büyük gölgeler kımıldanıyor, dallarda uzanan hışırtılar, ağaçtan ağaca sürüklenerek ormanın kızıl derinliklerinde kayboluyordu. Orman yapraklarının bir kısmı yerleri kaplayan sonbahar çemenlerinin üzerine dökülmüş, bir kısmı da henüz dallarda idi. Fakat yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. O kadar kırmızı ve o kadar sarı ki, güya büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük bir meşale halinde bu bulutlu sonbahar seması altında sessiz bir yanışla yanıyorlardı. Çürümüş yaprak, nemli ve yağmurlu bulutların elektrikli seyyalelerini koklaya koklaya akşam alacalığını andıran bu serin sonbahar esmerliği içinde bu hayali altın yangının seyrine hayretle daldık.

(Milliyet, nu. 2481, 5 Kanun-ı Sani, 1933)




2 Kasım 2018 Cuma

“Ölümü gösterdiler, eşime tecavüzle tehdit edip işkence yaptılar”

2 Kasım 2018
“Çok ağır işkencelere maruz kaldım.  Ya konuşacaksın, ya öleceksin dediler. İşkence gördükten sonra beni eşime gösteriyorlardı. ‘Buradan çıkış yok, eşin de çıkamayacak. Her geçen gün işkencenin dozunu artırdılar. Eşime tecavüz edeceklerini söyledi. Başıma bir poşet bağladılar. Nefes alamıyordum. Artık öldüğümü düşünmeye başladım…”

Mustafa K. (40) ve Nilgün K. (37) 2013’te yurt dışındaki bir Türk okulunda öğretmenlik yapmaya başladı. Mustafa K., sosyal bilgiler öğretmeniydi. Okulda hem idarecilik, hem öğretmenlik yapıyordu. Eşi ise fen bilgisi öğretmeniydi ama öncelikle İngilizce öğrenmek için kursa yazıldı. Ailenin iki çocuğu vardı. Mesut Ekrem (8) ve Büşra Gülsüm (12) de yeni hayatlarına alışmaya çalışıyordu.

Tam her şey yoluna girdi derken, 2015 yılının haziran ayında Türkiye’ye dönmek zorunda kaldılar. Mustafa K.’nın babası beyin kanaması geçirmiş ve felç olmuştu. Annesi ise şizofrendi. Mustafa K., Ankara’da ev tuttu, Sivas’ta yaşayan anne ve babasını yanına aldı. Bir yandan iş arayıp diğer yandan onların tedavileri ile ilgilendi. 5-6 ay sonra uluslararası bir şirkette iş buldu fakat şizofren bir anne, felçli bir baba ve hastane süreçleri nedeniyle bir yıl, aile için oldukça zorlu geçti.

15 Temmuz 2016’da yani darbe gecesi ise hastanedeydiler. Çünkü Nilgün K., şimdi 1,5 yaşında olan üçüncü çocukları Ali İhsan’a beş aylık hamileydi ve diğer hamilelikleri gibi bu süreci de hastanede geçiriyordu.

Özel okullarda ve dershanelerde 17 yıl öğretmenlik yapan K. çifti, darbeden sonra geldikleri ülkeye dönmeye karar verdiler. Gülen Cemaati mensuplarına başlatılan operasyonların kendilerine kadar geleceğini tahmin etmişlerdi. Fakat gidemediler. 11 Eylül 2016’da Ankara Esenboğa Havaalanı’nda gözaltına alındılar. Mustafa K., bir itirafçı tarafından ‘bize sohbet yapıyordu, abimizdi’ denilerek ihbar edilmişti. Karı-koca önce Ankara KOM, sonra TEM şubeye götürüldü. Mustafa K, 30 gün gözaltında kaldıktan sonra 10 Ekim 2016’da mahkemeye çıkartıldı ve zorla imzalattıkları ifadenin hatırına ev hapsi alarak bırakıldı.

Nilgün K. ise, gözaltına alındıktan birkaç gün sonra ciddi bir şekilde rahatsızlanınca acil mahkemeye çıkarılıp serbest bırakıldı.

Mustafa K., gözaltındayken işkence gördü. Neler yaşadığını el yazısıyla yazdığı ve mahkemeye verdiği 7 sayfalık mektupta anlattı. Şiddetli dayak, eşine tecavüz ile tehdit, ağır küfürler, tacizler ve çıplak bırakılarak aşağılamaya kadar her şey var.



‘BURADAN CANLI ÇIKAMAYACAKSINIZ’

“11.09.2016 tarihinde Ankara Havaalanı’nda eşim ile birlikte gözaltına alındım. Önce eşimi bırakacaklarını söylediler. Ama Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getirildikten sonra eğer istediklerini söylemezsem eşimi de gözaltına alacaklarını ağır hakaretler ve küfürler ederek ikimizin de buradan canlı çıkamayacağını söylediler. Eşim 5,5 aylık hamile ve çok ağır rahatsızlıklar geçirmişti. Hamileliğine dair bu dönemde tedavi işlemlerini Ankara Özel Ortadoğu Hastanesi ve Zübeyde Hanım Kadın Hastanesi’nde yaptırdık. Bunları ifade etmemize rağmen aşağılayıcı ifadeler ile ‘5,5 aylık hamilelikten ne olacak, hepiniz teröristsiniz, yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz’ gibi ağır ifadelerle bizi dinlemediler. Eşim bu hamilelik dönemini çok ağır geçiriyordu. Çoğu günler yatarak ve dinlenerek geçiriyordu.”



‘EŞİNE TECAVÜZ EDERİZ’

“Bizleri KOM şubesine teslim ettiler. Burada ismini Çetin olarak hatırladığım bir polis memurunun kontrolünde –diğer komiser ve polislerin isimlerini hatırlamıyorum- ağır işkence (şiddetli dayak) yapmaya başladılar. Yaklaşık 4-5 polis hiç acımadan son derece acımasız bir şekilde çıldırmış gibi bana vurmaya başladılar. Ellerim arkadan bağlı olduğu için hiçbir şekilde kendimi koruyamıyordum. Bu arada sürekli ‘bu darbeyi sen yaptın, emri sen verdin’ diyerek bana, aileme, bütün sevdiklerime çok ağır küfür ve hakaretler ediyorlardı. Bir Türk polisinin o küfür ve hakaretleri etmesi beni utandırdı. Hayatımda hiç öyle küfürler duymamıştım. Eşime tecavüz edeceklerini dahi söylediler. Bir defasında bütün sevdiklerime özellikle eşime çok ağır küfür etmeye başladılar, hem işkence ediyorlar 4-5 polis, hem de hakaret ve küfür. Bana bütün küfürleri tekrar etmemi söylediler. Ben de yapamam, söyleyemem, ben bir öğretmenim dedim. Çok kızdılar, söyleyeceksin dediler. Aynen şöyle söyledim: Ben hayatımda hiç küfür etmedim. Bu cümle sonrasında çılgına döndüler. Sonrasını hatırlamıyorum.”


‘SENİ BURADA ÖLDÜRÜRÜM, SONRA DA BİR RAPOR YAZARIM’

“Sonra beni nezarethaneye gönderdiler. O gece sabaha kadar ağladım. Sevdiklerime söylenen o hakaret ve küfürler çok ağrıma gitmişti. Bir Türk polisi bunları nasıl söyler, anama, avradıma, bacıma bu küfürleri nasıl eder diye çok üzüldüm ve ağladım. Şöyle düşündüm; bu bana yaptıklarının bana söyledikleri suçla ne ilgisi var, neden insanlar bu kadar alçaklaşıyor anlam veremedim. 15.09.2016 tarihine kadar KOM şubede çok ağır işkencelere maruz kaldım. Bana işkence ettikten sonra benim halimi eşime gösteriyorlardı. Bu manzara karşısında eşim çok sıkıntılar yaşadı. Şiddet uygularken hep aynı şeyleri söylüyorlardı. “Artık buradan çıkış yok, bunlar senin daha güzel günlerin, eşin de aynı şekilde buradan çıkamayacak. Ya konuşacaksın, ya öleceksin, bizim hiçbir şeyden korkumuz yok. Seni burada öldürürüm sonra da bir rapor yazarım, hepsi bu kadar, seni artık kimse kurtaramaz.” vs. 15.09.2016 tarihinde sabah bizi Gazi Mustafa Kemal Hastanesi’ne sağlık kontrolüne götürdüler.”


‘DOKTOR HANIM SAĞLAM RAPORU VEREMEM’ DEDİ

“Araçtan en son beni indirdiler ve muayeneye götürdüler. Doktor hanım geldi, ismini hatırlamıyorum. Beni muayene etti ve bu arada polislere dışarı çıkmalarını söyledi. Polisler bu duruma çok kızdılar, çıkmayacaklarını söylediler. Beni de sürekli tehdit ederek eğer bir şey söylersen eşini bir daha göremezsin, aynısını ona da yaparız diye sürekli beni tehdit ediyorlardı. Doktor hanım darp yoktur raporunu yazamayacağını söyledi. Polisler çılgına döndü, müdürlerini aradılar, doktor hanıma kızmaya başladılar. Ama doktor hanım, “Benim yeminim var, yeminimi bozamam, bu adama sağlam raporu yazamam.” dedi. Beni başka bir araca aldılar, eşimi ve diğerlerini geri götürdüler. Eşim beni bu halde görünce çok kötü oldu. Sürekli bir yerlerle telefon konuşması yaptılar ve arabaya bir sivil polis geldi. Tahminim doktordu, bana baktı, “Sen turp gibisin, hiçbir şeyin yok.” dedi ve beni başka bir hastaneye götürdüler. Tam yollara bakamadım ama zannımca Dikmen’de bir hastaneye götürdüler. Bana sağlam raporu aldılar.”


‘TEM’DE İŞKENCENİN DOZUNU ARTIRDILAR’

“O doktorların bana bakarak sağlamdır raporu yazmalarına onlar adına çok utandım. Bizim yapamayacağımız şey yok dediler ve bunların acısını senden çıkaracağım diyerek tekrar KOM şubeye götürdüler. Şubeye geldikten sonra eşimi göremedim, bana hastalandığını söylediler, başka da bir bilgi vermediler. Çok endişelenmiştim. Çok üzülmüştüm. Beni hastanede görünce çok kötü olmuştu, çok korkmuştum. Birkaç gün ara verdikten sonra tekrar işkenceye başladılar. Eşimin başka bir yerde olduğunu, eğer konuşmazsam serbest bırakmayacaklarını söylüyorlardı. Her geçen gün işkenceyi artırdılar. Beni KOM şubeden alıp TEM şubeye götürdüler. Alt katta beni bir odaya kapattılar ve TEM şubesindekilere “Bu adam bombalayan, (Darbe gecesinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan saldırı kastediliyor) emri veren kişi diyerek herkese beni böyle tanıtıyorlardı. Bunu duyan herkes bana işkence yapmaya başladılar. İşkencenin dozunu bayağı artırdılar.”


‘CİNSEL ORGANIMI ÇIKARMAMI İSTEDİLER’

“Bir gün başıma bir poşet geçirdiler, hiçbir şekilde nefes alamıyordum. Kendimi kaybetmişim. Artık vücudum dayanamıyordu. Sanki başka şeyler de vermeye başladılar, ilaç gibi, çünkü artık düşünemiyordum. Boynumda ameliyat olduğu için işkenceyi genelde aşağı taraflarıma yapıyorlardı. Bir başka gün geç saatlere kadar işkence yaptılar, sonra cinsel organımı çıkarmamı istediler. Çok utanmıştım, çok üzülmüştüm. Sonrasını hatırlamıyorum. Bunları yaparken bana çok aşağılık sözler söylüyorlardı. Yine başka bir gün aynı şekilde bu işkence sonrasında başıma yine bir poşet bağladılar. Hiçbir şekilde nefes alamıyordum. Artık öldüğümü düşünmeye başladım. Tam 30 gün gözaltında kaldım. Poliste ve sonrasında verdiğim ifadeyi bu işkence ve şiddet altında vermek zorunda kaldım. Çünkü artık dayanacak gücüm kalmamıştı ve her geçen gün şiddet artıyordu. İsmini hatırladığı polis isimleri Talip, Abdülkadir. TEM şubeden.”

Mustafa K. 24 Eylül 2018’de yazıp imzaladığı bu belgeyi bir gün sonra yani 25 Eylül 2018’de Ankara 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davasına avukatı aracılığıyla gönderdi. Kendisi mahkemeye gitmedi. Ev hapsi aldıktan sonra mecburen hep birlikte baba ocağına Sivas’a döndüler. Mustafa K., 14 ay ayağına takılan elektronik kelepçe ile yaşadı. Bu arada babasının emeklilik maaşıyla geçindiler. Davası henüz karara bağlanmamıştı. Terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlanıyordu. Mahkemede kendisine zorla imzalatılan ifadeyi okuması isteniyordu. İfade de ‘abi olduğunu, sohbetler yaptığını kabul edip pişmanım’ demesi gerekiyordu. Böyle yaparsa ya daha az ceza alacak ya da serbest bırakılacaktı. Ama bunu yapmak istemedi. Avukatı o zaman 10-22 yıl arasında ceza alacağını söyledi. Artık tek çaresi kalmıştı.

6 Ağustos 2018’de ayağındaki kelepçeyi kırıp evden ayrıldı. Birkaç gün başka yerlerde kaldıktan sonra 11 Ağustos’ta eşi ve üç çocuğuyla Yunanistan’a geçmeyi başardılar. Mustafa K., “Bir aydan fazladır Yunanistan’dayız. 20-30 gün kendime gelemedim. Her sabah uyandığımda Allahım inşallah rüya değildir, diyorum.” diyor.

Mustafa K. ile görüştüğümüzde yaşadıklarının etkisinden daha kurtulamamıştı. Kendisine işkence yapanları tarif ederken “Ben hayatımda öyle tipler görmedim. Boylarından tutun da surat ifadelerine, konuşmalarına, davranışlarına kadar her şey çok tuhaftı.” diyor.

Ankara’da özel bir ekip bulunuyor ve ‘özel odalar’ adını verdikleri yerlerde işkence yapmak için istihdam ediliyorlar. Orada olanlar hiçbir şekilde kayıt altına alınamıyor. TEM’deki polislerin Mustafa K.’ya söyledikleri şu ifadeler ise tarihe bir not: “Biz istediğimizi yaparız. Senin canının bir kıymeti yok, bir rapor yazarız, her şeyi hallederiz. Bizim için bir raporluk işin var. Meydan bizim, biz devlet için çalışıyoruz!”

‘A HABER İFTİRA ATTI’

K. ailesi gözaltına alındığında A Haber’de bir haber yayınlandı. Habere göre ‘FETÖ imamı’ yurt dışına kaçarken yakalanmıştı. İddiaya göre yanlarında 17 bavul vardı ve Mustafa K.’nın 5 yaşındaki kızının üzerinden Amerika ve Tokyo başta olmak üzere 28 para transferi gerçekleştirmekle itham ediliyordu. K., bu bilgilerin iftira olduğunu söylüyor: “Toplam sekiz valiz vardı. Zaten yayınladıkları görüntülerde 17 valiz olmadığı açıkça görülebilir. Ayrıca 5 yaşındaki çocuğun üzerinden milyonluk transfer nasıl yapılabilir? Türkiye’ye geldiğimizde Bank Asya’da 25-30 bin TL paramız vardı. Bank Asya’ya el konulunca bu parayı aldık (1000 Dolar’ı kaldı). Alabildiğimiz parayı kızımın adına hesap açtırıp Türkiye Finans’a yatırdım. O hesapta da hiçbir hesap hareketi bulunmuyor. Zaten 7 aylık bir hesap. Ben ve eşim tutuklandıktan sonra Ankara Yenimahalle’deki evimizi aramaya geldiklerinde bu dekontu buluyorlar. A Haber de dekont üzerinden yalan haber yapıyor. Bank Asya ve Finansbank’ta kişisel hesaplarım vardı. Bu hesaplardaki hareketleri de dosyama koymuşlar. Kişisel hesabımdan tabi ki EFT yaptım. Bu normal. Ama 28 ülke gibi rakamlar tamamen yalan.”

10 Ekim 2018 Çarşamba

Yayıncılığın ve 'suç'un şehri: Frankfurt

10 Ekim 2018

100 ülkeden 7.309 yayıncının katıldığı Frankfurt Kitap Fuarı başladı. Pazar günü sona erecek fuar, Frankfurt'u dünyanın yayıncılık merkezi haline getirdi. Dünya kağıt borsasının kalbi burada atıyor. Peki Almanya'nın en tehlikeli ve suç oranın en yüksek şehrinin Frankfurt olduğunu biliyor muydunuz?

Şıkır şıkır kitaplar, tıngır mıngır bavullar hazırlandı. Bugün yayıncılar için büyük gün. Dünyanın en önemli yayıncılık fuarı, Frankfurt Kitap Fuarı (Frankfurt Buch Messe) başladı. Tüm katılımcılar dünden itibaren o meşhur Frankfurt Havaalanı'ndan şehre giriş yaptılar. 170 bin metrekarelik alanda 400 bin kitap türünün (haritalar, el yazmaları, sesli kitaplar, grafik, dijital medya) sergilendiği fuarda bilindiği üzere kitap satışı olmuyor; yayıncılar, ajanslar, çevirmenler, yazarlar, hatta film yapımcıları ve yayınevleri arasında anlaşmalar imzalanıyor. Teklifler değerlendiriliyor. Yayıncılık trendlerini takip etmek isteyenlerin her yıl uğradığı fuara Türkiye'den de pek çok yayıncı ve yazar geldi. 

Yaklaşık 300 bin ziyaretçi beklenen Frankfurt Kitap Fuarı'nın bu yılki konuk ülkesi Gürcistan. Gürcü 70 yazar fuarda olacak. Frankfurt'taki 16 müzede Gürcistan sanatı, sineması, mimarisi, müziği ve mutfağına dair etkinlikler düzenlenecek. Sanatsal bir görünüme sahip olan Gürcü alfabesi de fuarın odak noktalarından. 33 harften oluşan alfabe ile ilgili Almanlar oldukça yoğun bir program hazırlamışlar Fakat yine de fuar programında öne çıkan ana başlıklar insan hakları ve basın özgürlüğü. 

Fuarda geçen yıl gerçekleştirilen Dan Brown söyleşisi.
10 Aralık 1948'de kabul edilen Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin bu yıl 70. yıldönümü. Fuar komitesi, bu çerçevede hem Avrupa' hem de Türkiye'yi kapsayan birçok panel hazırlamış. O programlardan biri bugün gerçekleştirilecek. Yazar Aslı Erdoğan'ın da konuşmacı olarak yer alacağı oturumda, Avrupa'da basın özgürlüğü konuşulacak. Türkiye'de bir yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan gazeteci Deniz Yücel ise fuarda iki kez (12-13 Ekim) konuşmacı olarak bulunacak. Fuarda ayrıca Harry Potter kitabının yayınlaşının 20. yılına özel bir dizi etkinlik de gerçekleştirilecek. Son kitabın çizeri Iacopo Bruno da fuarın konukları arasında. (www.buchmesse.de)

Frankfurt sadece yayıncılığın ve dünya kağıt borsasının değil, Avrupa'da paranın da merkezi. Europa Zentral Bank bu şehirde bulunuyor. Her yıl binlerce genç, Frankfurt'a ekonomi okumaya geliyor ve EZB'ta çalışmanın hayalini kuruyor. Almanya'nın gökdelen yükselen tek şehri de Frankfurt. Ülkenin başka hiçbir yerinde bulutlara merdiven dayayan bir mimari göremezsiniz. Frankfurt'un bize göre en ilginç özelliği ise nüfusu. Yaklaşık 1 milyon insanın yaşadığı kentin yüzde 52'si yabancı. Yani Almanlar Frankfurt'ta azınlıkta kalıyor. Şehrin en kalabalık yerlerinde gezerken ya da metroda, trende seyahat ederken Alman'dan ziyade Suriye, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Kore, Eritre, Etiyopya, Türkiye'den ve daha pek çok ülkeden mülteciye denk geliyorsunuz. 

Avrupa Merkez Bankası (EZB)
Bu kadar kozmopolit bir şehrin kriminal yapısı da elbette ona göre oluyor. Alman Federal Ceza Dairesi'nin (Bundeskriminalamt) nisan ayında açıkladığı 2017 istatistiklerine göre Frankfurt Almanya'nın en tehlikeli ve suç oranı en yüksek şehri. Onu Hannover ve Berlin takip ediyor. Bundeskriminalamt (BKA), bu araştırmayı her yıl yayınlıyor ve genelde Frankfurt ilk beşteki yerini koruyor. Mesela 2016'da 4. sıradaydı. Frankfurt polisinin verilerine göre 2017'de şehirde 109 bin 458 suç işlenmiş. Bunlar genellikle hırsızlık, dolandırıcılık, maddi hasar, saldırı, göçmenlik yasası ihlalleri, uyuşturucu suçları, cinayet, tecavüz, hakaret, yasadışı silah bulundurma, telif hakkı ihlali veya siber suçlar. Suçların içte birinden fazlası hırsızlık kapsamına giriyor. Bisiklet hırsızlığı para pul, araba, çanta hırsızlığından fazla.

Berlin'den sonra ise sıralama şöyle gidiyor: Dresden, Leipzig, Halle an der Saale, Köln, Hamburg, Freiburg ve Bremen. Almanya'nn en güvenli şehirleri ise sırasıyla München, Augsburg, Oberhausen, Bielefeld, Mönchengladbach, Wiesbaden, Nürnberg, Stuttgart, Mainz, Bochum. 

Almanya'nın en tehlikeli 10 şehri.

Almanya'nın en güvenilir 10 şehri.
Suç oranının yüksek olması Frankfurt'un kültür, sanat ve edebiyata katkılarını hafifletmiyor. Siyasiler fuara sahip çıkıyor. Fuarın açılışını geçen yıl Angela Merkel yaptı, bugün Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier yapacak. 286 bin 425 ziyaretçinin beklendiği, 7 bin 309 katılımcının hazır bulunduğu, 4 bin etkinliğin gerçekleştirileceği, dünyanın her yerinden 10 bin gazeteci ve blogger'ın izleyeceği fuar, Frankfurt'u 1949'da bu yana fikir dünyasının öncü yaptı. Şehirde suç oranın yüksek olması bu marka değerini hiç etkilemiyor.