24 Mayıs 2014 Cumartesi

Soma ‘hat’ından, Sekizinci Söz’ün minyatürüne

24 Mayıs 2014
Kumbaracı4 Türk İslam Eserleri Sanat Galerisi’nde açılan “Noktadan Renklere Yolculuk” sergisi, hoca ve öğrencilerinin eserlerini bir araya getirdi. Hoca Muhammed Mağ, sergide, Soma’yı Nahl sûresinin 114. ayetinden iktibas ettiği hat ile anlattı, öğrencisi Kübra Zencer ise Sekizinci Söz’deki temsilî hikâyenin minyatürüyle hocasına eşlik etti.

Noktadan Renklere Yolculuk sergisi 17 Haziran’a kadar görülebilir. Sergideki “Helal ve temiz olanı yeyin.” yazan Soma eserinden elde edilecek gelir, Soma’ya bağışlanacak.
Soma maden ocağında 13 Mayıs’ta meydana gelen patlama ile Tophane’deki Kumbaracı4 Türk İslam Eserleri Sanat Galerisi’nde olaydan iki gün sonra açılan Noktadan Renklere Yolculuk sergisinin aynı dönemlere denk gelmesi elbette tesadüf değil. Hayatımızdaki pek çok şey gibi bir tevafukun parçası. Hoca, hat ve tezhip sanatçısı Muhammed Mağ ve 6 farklı şehirde yetiştirdiği 15 öğrencinin eserlerini bir araya getiren sergiye, Neslihan Duran ve Elif Birkan Bursa’dan, Merve Aydoğan Olgun, Hilal Güçlü, Elif Özkan, Esra Özkan, Yasemin Özçelik Kadıoğlu, Şükran Kaygusuz ve Semra Şahsuvaroğlu Ankara’dan, Yavuz Albayrak Adıyaman’dan, Firdevs Yağcı Eskişehir’den, Elif Güleroğlu Canbay, Kübra Zencer, Hacer Bingöl İstanbul’dan, Mürüvvet Avcı Bilgin Çanakkale’den katılıyor. Kimi minyatür, kimi hat, kimi tezhip, kimi de kalemişi çalışmasıyla…
Muhammed Mağ ve öğrencieri.


Sergide dikkat çeken eserlerin başında Muhammed Mağ’ın Soma’da meydana gelen kazadan duyduğu üzüntüyü dile getirdiği, adı da ‘Soma’ olan hat geliyor. Kömür tozu ile karartılmış kâğıt üzerine yazılan Nahl sûresinin 114. ayetinden iktibas ettiği “Helal ve temiz olanı yeyin”e, Kübra Zencer’in elinden çıkan, Bediüzzaman Said Nursi’nin Sekizinci Söz’de anlattığı temsili hikâyenin minyatürü eşlik ediyor. Ağaç, meyve, ejderha, aslan, kuyu metaforlarının yer aldığı Sekizinci Söz, genel itibarıyla insanın inanç ve iman ihtiyacı üzerinde duruyor ve bu ihtiyacı, uzun bir yola çıkan iki kardeş üzerinden anlatıyor. Hikâye şöyle: “Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ona sordular: ‘Hangi yol iyidir?’ Dedi ki: ‘Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.’Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola ‘Tevekkeltü alâllah’ deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz: İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya (çöle) girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz…”



Kübra Zencer, Üstad’dan mülhem eserinde kullandığı her metaforun başka bir şeyi ifade ettiğini söylüyor. Siyah ve beyaz fare, gece ile gündüzü, kuyu insanın ömrünü, aslanın kudreti ölümü, ağaç ömrümüzün müddetini, ejderha berzahı, ağaç ve sunulan meyveler Allah’ı ve verdiği nimetleri... Kişinin bakışına göre berzah, zindan da olabilir, cennet bahçelerinden bir bahçe de. Güzel düşünen için bunlar bir işarettir ve bunu anlayan kişiye her şey bir anda dost olur. Soma’daki acıyı anlatan hat’ı tamamlayacak en güzel eser, -biraz da cevap aslında- bu minyatür olsa gerek.

Muhammed Mağ


17 Mayıs 2014 Cumartesi

Darülbedayi’nin ilk oyunu, 98 yıl sonra yeniden sahnede

17 Mayıs 2014
Türk tiyatrosunun ilk resmi oyunu olarak kayıtlara geçen ve 1916’da Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda sahnelenen Çürük Temel, 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında bugün ve yarın Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda izlenebilecek. Bir aile dramını anlatan oyun, ekimden itibaren yeni sezonda sahnelenmeye devam edecek.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (Darülbedayi), 20 Ocak 1916’da sahnelediği ilk oyun olan Çürük Temel, 98 yıl aradan sonra yeniden sahneleniyor. Fransız yazar Emile Fabre’ın (1869-1955) La Masion d’Argile adlı eserinden o zaman Hüseyin Suat tarafından tiyatroya uyarlanan oyun, 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Engin Alkan yönetmenliğinde, çağdaş bir yorumla bugün saat 20.30’da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde izleyici karşısına çıkıyor.

Oyunu bugünkü dile aktaran Sezai Gülşen ve Doğan Yavaş’ın yaptığı araştırmaya göre Reşat Rıdvan tarafından yönetilen Çürük Temel’in provaları 30 Ağustos 1915 tarihinde Darülbedayi’nin ilk binası olan Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’nda yapılmış. 1950’lerin ortalarında yıktırılan ve bugün yerinde İstanbul Üniversitesi Biyoloji bölümü binası bulunan bu apartmandaki ilk genel prova, 19 Ocak 1916 Çarşamba günü saat 21.30’da gerçekleştirilmiş. Bu provaya gelmeleri için davetlilere 14 cm eninde 10,5 cm genişliğinde beyaz karton üzerine davetiyeler gönderilmiş ve provayı Şehzade Ziyaeddin Efendi ve kardeşi ile savunma, adalet, bayındırlık bakanları izlemiş. Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunun Osmanlıca yazılmış ilk kastında (yukarıda) Muhsin Ertuğrul, Madam Felegyan, Kınar Sıvacıyan, Eliza ve Adrien Binemeciyan, Ahmet Refet Muvahhit, Nurettin Şevkati ve Sara Mannik rol almış.

Çürük Temel, Darülbedayi’nin ilk oyunu olmasının yanı sıra adı Türk tiyatrosu ile özdeşleşen Muhsin Ertuğrul’un da rol aldığı ilk oyun. Oyun sahnelendikten sonra Halit Fahri Ozansoy, oyunculardan Sara Mannik’in bir ara kapıyı hızla çekmesiyle çıkan gürültünün gerçekçi duyguyu vermesi yönünden yenilik olduğunu belirtmiş, Muhsin Ertuğrul’un oyunculuğu ile ilgili ise şöyle yazmış. “… bilhassa Ertuğrul Muhsin’in rolündeki muvaffakiyeti halkı heyecan içine sürüklüyor ve sahnede safha safha açılan bir aile faciasının en derin psikolojik hareketlerine alakayı gittikçe çoğaltıyor.”


Boşanmanın ailede ve özellikle çocuklar üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlatan oyun, İzmir’de geçiyor. Varlıklı bir aileye mensup Münire Hanım’ın ikinci evliliğinden olan genç kızı İclal evlenme arifesindedir. Münire Hanım’ın ilk evliliğinden bir kızı ve oğlu vardır, fakat oğluyla 20 yıldır hiç görüşmemiştir. Olaylar dededen kalma halı fabrikasının iflas etmek üzere olduğunun anlaşılmasıyla gelişmeye başlar. Fabrika satılmaya karar verilir. Ancak Münire Hanım’ın oğlu Ferid bir anda ortaya çıkar ve bu fabrikadan pay ister. Fabrikanın başında bulunan Necib Bey için bu talep bir şeref ve haysiyet meselesidir. Çocuklarla ebeveynlerin uzlaşmaz biçimde haklarının peşinde diğerlerine karşı verdikleri amansız savaş kimsenin mutlu olmadığı bir dağılmayla sona erer.



Çürük Temel, İBB Şehir Tiyatroları’nın 80. kuruluş yıldönümünün kutlandığı 1995’te, Zihni Küçümen’in yönetmenliğinde okuma tiyatrosu olarak sahnelenmiş, oyunun metni, eski diline hiç dokunulmadan yeni oyuncular tarafından okunmuştu.

“Demode anlatım biçimini modern dile dönüştürdüm”

Engin Alkan/Yönetmen: “Yüzyıl öncenin estetik algılarıyla seyirciyle buluşmuş bir metni bugünün seyircisinin haz duygusuna yöneltmek, onu köhneleşmiş bir yapıttan bugün de soluk alıp veren bir dünyaya dönüştürmek elbette ki çok titiz bir çalışmayı gerektiriyordu. Çürük Temel hâlâ geçerliliğini yitirmemiş insan çelişkileriyle yüklü, sözü olan bir oyun. Öncelikle sözü bugünün seyircisine iletilebilmesi gerekiyordu. Metnin bugün demode kabul edilebilecek melodramatik anlatım biçimini modern bir tragedya diline dönüştürerek, trajik unsuru en başta gösterip, bu noktaya varılan süreci sergilemeye gayret ettim. Yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle başlayan oyunda, seyircinin gösteri boyunca ‘çözüm nedir?’ sorunsalına cevaplar bulmaya çalışmasını amaçladım.”

Çağdaş bir yorumla yeniden sahneye aktarılan, Engin Alkan yönetmenliğindeki oyunda Oya Palay, Yeşim Koçak, Mert Tanık, Nurdan Gür, Mustafa Barış Koçkar, Dolunay Pircioğlu ve Samet Hafızoğlu rol alıyor.



15 Mayıs 2014 Perşembe

Eseri, Saatchi Gallery’de süresiz sergilenecek

15 Mayıs 2014
Genç sanatçılara el veren, onları sanat dünyasına kazandıran Londra’daki Saatchi Gallery’nin yeni misafiri Taha Alkan oldu. 27 yıl önce kurulan ve o günden beri modern sanatın önemli merkezleri arasında gösterilen galeri, Alkan’ın dijital sanat çalışması “Never Written Story” (Yazılmamış Hikâye) adlı çalışmasını süresiz sergileyecek. Andy Warhol, Damien Hirst, Jeff Koons’un eserlerine ev sahipliği yapan Saatchi Gallery’yi, her yıl 1,2 milyon kişi ziyaret ediyor. Tate’den sonra en çok gezilen sergi mekânı olarak biliniyor. 1984 Sivas doğumlu olan ve geçen yıl Amerika’ya yerleşen Taha Alkan’a dijital sanat çalışmasını ve sergi sürecini sorduk.
Birdenbire Saatchi Gallery’de karşımıza çıktınız. Sizi tanıyabilir miyiz?
Türkiye’de Uludağ Üniversitesi Mimarlık’ta okuduktan sonra Amerika’da Heritage Architecture isimli şirkette mimar ve tasarımcı olarak çalıştım. Akabinde Emre Arolat ile birlikte iki sene, tasarımcı ve görsel yönetmenlik yaptım. Sürecin sonunda mimari ve endüstriyel işlere sanatsal boyut getirmek duygusu ağır bastığından mimarlıkla dijital sanatı birleştiren bir eksene yerleştim. Bu çizgi New York-İstanbul arasında mekik dokuyarak devam ettiriyorum.

Dijital sanata ilginiz nasıl başladı?
Sanat bana okuldan önce ailemle geldi. Babamdan dolayı grafik tasarımla ve Apple bilgisayarlarla çocukken tanıştım. Çizim kabiliyetimin üzerine gidip mimar olmayı tercih ettim. Bu sırada bir sene sülüs hüsn-i hat eğitimi aldım. Klasik hat meşki bileğimi terbiye etti, gözüme ölçü ve kompozisyon duygusunu öğretti. Mimarlık eğitimini düşüncelerimle ve yeteneklerimle harmanlamaya çalıştım. Okulda öğrendiklerimin üzerine neler koyabileceğimi düşündüm. Çalışmalarım başlangıçta fark edilmiyorken daha sonra ilgi arttı.

Ne oldu?
Türkiye’den önce dijital sanat alanında dünyaca ünlü web sitelerinden (cgsociety.org, 3dtotal.com, cgarchitect.com) pek çok kere ödül kazandım. Çalışmalarım, uluslar arası önemli yayınlarda (3DArtist Magazine, 3dCreative) dünyanın en iyi çalışmaları arasına girdi.

Amerika’ya neden gittiniz?
NTV Tarih dergisi için Gezi Parkı olayları konulu biri kapak olmak üzere üç illüstrasyon çalıştım. Konudan ve kapaktan ötürü dergi kapatıldı. Bu çalışmaların minyatür versiyonu Hollanda’da Turkartoon isimli geçici bir sergide, Greek versiyonu ise New York’ta Güç Birliği sergisinin tema çalışması olarak sergilendi. Çalışmamı dünya çapında 18.000.000 kişi gördü. Türkiye’de de sergilemek istedim ama insanlar korktular, çekindiler. Biz de bu olaydan sonra eşimle Amerika’ya yerleştik.


Saatchi Gallery’de sürekli sergilenen Never Written Story’nin özelliği nedir?
Bu eser öncelikle doğduğum topraklara bir saygı duruşu. Teknik olarak uzun ve yoğun bir çalışmanın ürünü. Bunun altında 2d ve 3d başlıkları yatıyor. 3d, olmayan bir sahneyi ya da nesneyi bilgisayarda sanal olarak üretip, görüntü ortaya çıkarma sanatı. Bu tekniğin sonu Hollywood’da görsel efekt işleridir. Bir sahneyi fiziken gerçekleştirir gibi saçlardan ayakkabılara, trenin demir perçinlerinden pencereden sızan ışıklara her şey ince detaylarıyla ele alınıyor. Tıpkı bir filmin özel efektleri gibi resmin arkasındaki hikayenin ifadesini güçlendirecek her detay titizlikle görselleştiriliyor. Bu teknik karmaşanın ardından resme bakanlar sıcak bir duygu hissediyor. Tek dezavantajı, yapılan şeylerin fotoğraf sanılması, oysaki dijital tekniklerle yapılmış çağdaş tablolar.

Eserinizin Saatchi’ye kabul süreci nasıl gelişti?
Saatchi’ye yaptığımız kişisel başvurunun ardından çalışmamızın galerinin ikinci katındaki büyük dijital ekranda sergilenmeye hak kazandığını öğrendik ve mutlu olduk.
Farewell, The Green Mile, David El Turco… Eserlerinizin hepsinin bir hikâyesi de var.
Elbette, aslında her resim arkasında bir hikâyeyi barındırıyor. Bunlardan Farewell (Veda), TCDD emeklisi iki dedeme ve doğduğum topraklara saygı ve özlemimin bir ifadesidir. Her iki dedemi de görmedim. Resimde onlar kara bir trenle istasyondan ayrılırken annem ve babam, dünya istasyonundan ayrılan babalarına el sallıyor. Green Mile ise basit renk kompozisyonlarıyla birçok duyguyu büyük ustalıkla anlatabilen Japon ressamlarına bir saygı duruşu. Karlı bir günde kızağını çeken yaşlı Japon karakterimiz sıcak evinin yolunu tutmuş.

Bazı çalışmalarınız sanat tarihinin ustalarına göndermeler şeklinde.
Evet, mesela Michelangelo’nun ünlü Musa heykelini biraz Türkî bir havaya sokup ‘David El Turco’ ismiyle yorumladım. Davud heykeli bu çalışmada kendisini hayran hayran izleyen ve elini uzatan bir çocuğun eline uzanır gibi diz çöküyor. Sırtındaki yelek ve başındaki fes ise yine NTV Tarih’in Oryantalizm konulu sayısının kapağı olarak yayınlanmıştı.
Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’ni de görüyoruz çalışmalarınızda. Hatta terbiyeci olarak kendinizi resmetmişsiniz. Buradaki amacınız nedir?
Osman Hamdi Bey’in ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi resminden ilhamla kendimi bir han revakında Osman Bey’in kaplumbağalarıyla canlandırarak resmettim. Maksadım, hem atalarımızın sanatını anlamak ve anlatmak, hem dijital sanatın imkânlarının her zaman kolay üretilen ve tüketilen formlardan ibaret olmadığını göstermekti. Özellikle Türkiye gibi görsel sanatların serpilme evresinde olduğu bir yerde bu başarıyı bir nebze yakaladığımızı düşünüyorum. (tahaalkan.cgsociety.org)

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

13 Mayıs 2014 Salı

Meddah usulü ‘Benim Adım Kırmızı’

13 Mayıs 2014
Orhan Pamuk’un romanından uyarlanan “Benim Adım Kırmızı: Tasvirler” sahnelenmeye başlandı. Eylül 2013’te kurulan Cazu Tiyatro’nun sahneye aktardığı oyunun galasına da gelen Pamuk, genç oyunculardan telif almadı fakat ‘eğer metni beğenmezse oynanmayacağına’ dair küçük bir dostluk kontratı istedi.
Bugüne kadar farklı topluluklarda tiyatro ile uğraşan dokuz arkadaş, 2013 yılının Eylül ayında Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanını sahneye aktarmak üzere bir araya geldi. O günden bu yana, yaklaşık sekiz aydır bu oyun üzerinde çalıştılar. Provalarını, metin üzerindeki okumalarını, nasıl bir sahneleme yapacaklarına dair aralarındaki fikir tartışmalarını www.kirmizigunlukler.blogspot.com.tr adresinde gün gün yazdılar. Provalardan fotoğraflar eklemeyi de unutmadılar bloglarına.

Bu arada Orhan Pamuk’a, sahneleyecekleri metni gönderdiler, telif vs. gibi konularda iznini almak istediler. Pamuk, henüz yola çıkmış gruptan para pul talep etmedi ama haklı olarak “eğer metni beğenmezse oynanmayacağına ve oyunun nerelerde sahneleneceğine dair” küçük bir kontrat, daha çok dostluk anlaşması gibi bir yazı istedi gençlerden. Seve seve kabul etti onlar da. Pamuk, Cazu Tiyatro’yu dokuz aydır uzaktan ve sessizce takip ediyor, bloglarını beğendiği oyun ekibinin kulağına gitmiş, ama yine de geçtiğimiz perşembe günü Mecidiyeköy’deki Sahne Hal’da yapılan “Benim Adım Kırmızı: Tasvirler”in galasında Pamuk’u görmeyi beklemiyorlardı.

Pamuk, Benim Adım Kırmızı’da sadece bir aşk ve cinayet hikâyesi anlatmıyor, Doğu ve Batı resmindeki bakış, taklit, temsil konularındaki farklılıkları da tartışıyor. Cazu Tiyatro, Pamuk’un resim sanatı çerçevesinde sorguladığı bu bakış ve temsil meselesini, bakma ve bakılmanın sanatı olan tiyatro ve oyunculuk sanatları bağlamında ele almayı deniyor. Benim Adım Kırmızı’yı okumayanlar, sahnede minyatürle karşılaşacak, ama görsel olarak değil, okuyanlar ise romandan kopmuş parçaları izleyecek. Çünkü oyunda sadece kitabın küçük bir bölümü; padişah için yapılmaya başlanan ama cinayet nedeniyle yarım kalan minyatürün tasvirleri sahneye taşınıyor. 
“Benim Adım Kırmızı: Tasvirler”, 17 Mayıs’ta Ege Üniversitesi Kültür ve Sanat Evi’nde, 22 Mayıs ve 29 Mayıs’ta Beyoğlu’ndaki Sekizinci Kat’ta, 25 Mayıs ve 5 Haziran’da ise Mecidiyeköy’deki Sahne Hal’da izlenebilir.
“Benim Adım Kırmızı: Tasvirler”, ellerinde bendir çalarak ilahi okuyan yedi meddah sahnesiyle başlıyor, solo performanslarla devam ediyor. Kitapta geçen asıl hikâyeye göre nakkaşlar Frenk usulüne göre bir minyatür yapmaya başlarlar; ‘köpek, ağaç, para, şeytan, ölüm, kırmızı’nın tasvirleri vardır bu minyatürde ama bitmez, bitemez… Sahnede, kendilerine meddah diyen oyuncular bu tasvirleri taklit ediyor. Bir Karagöz ustası gibi. Ellerinde o tasvirlerin kuklaları, bendirleri de perdeleri…

Ana hikâyeyi sahneye hiç taşımadıklarını anlatan oyunun yönetmeni Oğuz Arıcı, “Metinde çok büyük bir değişiklik yapmadık. Yeniden de yazmadık. Sadece Orhan Pamuk’un yazdığı kısımları keserek, birbirine bağlayarak, kısaltarak sadece meddah ve tasvirleri anlattığı bölümleri kullanarak yeni bir metin oluşturduk.” diyor.

Tasvirlerini Hilal Polat’ın yaptığı oyunda rol alan Behiç Cem Kola, Bengi Kırlaroğlu, Cansu Kahvecioğlu, Cenk Külçe, Hasan Şahintürk, Tuba Keleş ve Uğur Açıkgöz oyunculukları ile göz dolduruyor. Orhan Pamuk oyunu beğenip beğenmediği konusunda bir açıklama yapmadı ama davete icabet, biraz da icazet vermek gibi bir şey… (www.cazutiyatro.com)


Cazu Tiyatro ekibiyle. Yönetmen Oğuz Arıcı çizgili kazaklı.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




12 Mayıs 2014 Pazartesi

Göbeklitepe’den çıkan 700 eser, yeni müzede sergilenecek

12 Mayıs 2014
Şanlıurfa’nın 18 km kuzeydoğusundaki Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, bu sene 20. yılını doldurdu. Bir yıldır yerli turistlerin akınına uğrayan Göbeklitepe’de çıkarılan 700 eser, temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde sergilenecek.
Göbeklitepe’deki bu yılki kazılar 25 Mayıs’ta sona erecek. Kazılara 20 yıldır başkanlık eden Klaus Schmidt (altta ortada) 80 kişilik ekiple çalışıyor. Bölgede, 12 bin yıl önce yapılmış 24 adet gömülü ibadet yeri bulunuyor.
Dünyanın en eski ve en büyük inanç merkezi olduğu anlaşılan Göbeklitepe’de arkeolojik kazılar başlayalı 20 sene oldu. 12 bin yıl öncesinden haber veren bölge son bir senedir yerli turist akınına uğruyor. Kazı başkanı Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü Orient Bölümü uzmanı ve Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Klaus Schmidt ve 80 kişiden oluşan kazı ekibi ise yeni bilgilere ulaşmak üzere bölgede çalışmalara devam ediyor. Bu yılki kazılar 25 Mayıs’ta sona erecek. Klaus Schmidt, eşi Çiğdem Köksal-Schmidt ve Almanya, Belçika, Hollanda’dan gelen bilim adamları, her gün saat 06.00’dan 14.00’e kadar yeni kazı alanında çalışıyor, sonra Şanlıurfa merkezdeki ‘kazı evi’nde yemeklerini yiyip dinleniyor, akşam üzeri 17.00 gibi tekrar kazıya devam ediyorlar.

Schmidt’e göre 90 dönümlük Göbeklitepe’deki kazılar, 50-60 yıl daha sürebilir, bölge o denli büyük ve zengin. Bugüne kadar 1 ibadet yeri ortaya çıkarıldı. Schmidt, kazı alanının etrafında 21 adet gömülü ibadet yeri olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ana kazı alanının sağ ve solunda benzer yapılara ulaşabiliriz ama amaç az kazı ile çok bilgiye ulaşmak.”




Göbeklitepe’nin en karakteristik buluntuları T şeklindeki dikilitaşlar. Üzerinde tilki, kuş, yılan, turna gibi hayvan figürleri bulunan ve boyutları 5 metreye kadar çıkabilen bu anıtsal taşlara yeni kazı alanlarında da rastlandı. Fakat bu seferkilerin üzerinde daha fazla hayvan figürü var. Schmidt, “Biz zannediyorduk ki, taş devrinde insanlar ellerinde sopalarla geziyor, mütevazı ve basit bir şekilde yaşıyorlar. Oysa o dönemde de bir medeniyet var. Tarımı bulmuşlar, inanç merkezi yapmışlar. Bütün arkeoloji dünyası şu anda bunları konuşuyor.” diyor. Göbeklitepe ile ilgili bu yılki en önemli gelişme, 20 yıldır çıkarılan eserlerden 700’ünün, yapımı beş yıldır süren ve temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde (Müzenin adı daha önce Edessa olarak açıklanmıştı) sergilenecek olması. Göbeklitepe’nin kendisi zaten açık hava müzesi gibi ama kazılarda bulunan küçük heykeller ve kandil gibi çeşitli eserler sergilenmemişti.

37 bin metrekarede, 10 bin eser


Göbeklitepe ziyaretinden sonra Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi Müdürü Müslüm Ercan, müzeye basın turu düzenledi. Üç ay sonra açılacak müzede toplam 10 bin eser sergilenecek. Dışarıdan bakıldığında sarımtırak rengiyle oldukça büyük bir alana yayılan 37 bin metrekarelik müze, iki bölümden oluşuyor. 31 bin metrekarelik alan arkeoloji müzesine ayrılmış. Burada tarih öncesi çağlar; paleolitik, neolitik ve kalkolitik dönem anlatılacak. Sergilenecek en önemli eserler arasında Nevali Çori Höyüğü bulunuyor. 23 yıl önce Atatürk Barajı’nın altında kalacağı için olduğu gibi kaldırılan ve bugüne kadar aynen korunan höyüğün kurulumu bitmiş. Göbeklitepe ana kazı alanının benzeri de yine burada sergilenecek.


Müzenin 6 bin metrekarelik ikinci bölümü ise Haleplibahçe adı verilen mozaik müzesi. Şanlıurfa’da 11 ayrı merkezde tespit edilen 500 metrekare mozaik, yerlerinden kaldırılıp buraya getirilmiş. İki bölüm arasına inşa edilen Arkeopark’ta ise tarihi canlandırmalar ve eğitim faaliyetleri yapılacak. Arkeopark’ın en sürpriz canlandırması, 6D teknolojisi ile hazırlanan Hz. İbrahim’in ateşe atılması olacak. Şanlıurfa, çok daha büyük sürprizlere gebe bir şehir. Çünkü Göbeklitepe ile çağdaş, 6 ören yeri daha bulunuyor. Göbeklitepe’nin bu yılki sponsorlarından Akyürek Holding, bölgenin bilinirliğinin artması için tanıtım çalışmalarına destek veriyor.






HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




9 Mayıs 2014 Cuma

Edebiyat müzesi gerilimi sürüyor

9 Mayıs 2014
Kültür Bakanlığı ile Türkiye Yazarlar Sendikası arasındaki ‘Edebiyat Müzesi’ gerilimi devm ediyor. Sendika tarafından 2002 yılında Yıldız Sarayı’nda kurulan müzenin boşaltılması için Bakanlığın verdiği süre bugün doluyor. Ancak sendika, müzeden çıkmayacağını açıkladı. Kültür Bakanlığı’ndan dün sabah TYS’ye ulaşan son yazıda ise “Belgeleri bize verin, müzelerimizde koruyalım.” denildi.

Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) tarafından 2002 yılında kurulan Yıldız Sarayı Araba Dairesi içindeki Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği’nin boşaltılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın TYS yönetimine verdiği süre bugün doluyor. TYS, müzeyi boşaltmama konusunda kararlı olduğunu göstermek için dün Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’ndaki merkezinde basın toplantısı düzenledi. TYS Başkanı Mustafa Köz’ün başkanlık ettiği toplantıya eski başkanlardan ve üyelerden Enver Ercan, Ataol Behramoğlu, Adnan Özyalçıner, Türkiye PEN Yazarlar Derneği Başkanı Tarık Günersel ve konunun Meclis’e taşınmasına öncülük eden HDP milletvekili Levent Tüzel katıldı.

Mustafa Köz, “TYS’nin 40. yılında daha neşeli bir konu ile karşınızda olmak isterdik ama durum ortada. Bizim açımızdan bu bir sorun değildi, Kültür Bakanlığı sorun haline getirdi, biz sorunun çözülmesini istedik, yine aynı duygu içerisindeyiz. Görüşme isteklerimiz iki yıldır karşılıksız kaldığı gibi Kültür Bakanlığı, boşaltma için sendikamıza bir aylık bir süre vermiştir. Bu süre bugün doluyor. Müzenin boşaltılmasından sonra yüzlerce değerli yapıtı, belgeyi nerede ve nasıl koruyacağımıza ilişkin bir öngörümüz yoktur. Ancak biz, yargı (temyiz) kararını beklemeden ya da bakanlıktan olumlu bir yanıt almadan belgeliği boşaltmayacağımızı halkımıza duyururuz. Belgeliğin, polis karakoluna çevrilen AKM, harabeye dönüştürülen Emek Sineması ve ihale ihanetleriyle satılmaya çalışılan Şinasi Sahnesi gibi bir kültür suikastına uğramasını istemiyoruz.” dedi.

Toplantıda Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan dün sabah gelen son yazışma hakkında bilgi verildi. Bakanlık müsteşarı Özgür Özaslan imzalı belgede, sürecin bugüne kadarki hukuki aşamaları özetlendikten sonra “Yıldız Sarayı Müzesi Arabacılar Dairesi’ndeki Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği’nde korunmakta olan eserlerin/objelerin sendikanız tarafından bakanlığımıza devredilmesi halinde söz konusu eserlerin niteliğine uygun bakanlığımız müzelerinde/edebiyat kütüphanelerinde muhafaza ve sergilenmelerinin değerlendirilebileceği hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim.” denildi.

Belgeliği dağıtmak istiyorlar”

Adnan Özyalçıner:
“TYS, 1974’te kurulmasının bir tek nedeni vardı. 1971 muhtırası kültür ve sanat alanını altüst etmiş. Yazarları, sanatçıları hapishanelere göndermiş, kitapları yok etmiş, düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı. Bunun üzerine 70 kişilik bir yazar grubu toplandı ve söz ve yazı özgürlüğünü korumak için sendika kurulmasına karar verildi. Bugüne baktığımızda aynı mücadelenin devam ediyor olması üzücü ama mücadele sürecek. Şimdi belgeliği dağıtmak istiyorlar. Orhan Kemal belgelerini Orhan Kemal Müzesi’ne, Tanpınar belgelerini Tanpınar Müzesi’ne götürmek istiyorlar. Bizim 12 yıldır verdiğimiz emek boşa gidecek.”

“Arabacılar Dairesi’ni bile çok gördüler”

Ataol Behramoğlu:  “Sendikamızın tarihi bizim de tarihimiz demek. 40 yıl geçmiş. 1974’te yurtdışından gelip üye olmuştum sendikaya. Kardeşim Nihat Behram kurucularından. 40 yılda Türkiye neler yaşadı ise biz de onları yaşadık. Sarayın Arabacılar Dairesi’ne, Türkiye’nin yüz akı yazarları sığmış, Kültür Bakanlığı da bu daireyi bile çok görüyor. Buna izin vermeyeceğiz. Gerekirse burada nöbet tutacağız. Kültür Bakanlığı’na hitaben bir yazı kaleme alıp ve bu utancı dünyaya duyuracağımızı ileteceğiz kendilerine. Aslında TYS’nin müzesini de içinde açabileceği büyük ve ciddi bir mekâna ihtiyacı vardır. Arabacılar Dairesi ile aslında bu iş yürümez.”

“Belediyenin birçok mekânı var”

Enver Ercan:  “Şu anda gelinen noktayı komik buluyorum. 40 yıl istikrarlı bir şekilde hayatını idame ettiren yazar örgütü her ülkeye nasip olmaz. Gelinen nokta, belgelerinizi bize teslim edin, biz dağıtalım. Bakanlığın ve belediyenin İstanbul’da birçok yeri olduğunu biliyorum. Bunlardan herhangi birini TYS’ye tahsis edebilir.”

“Muhalif seslere tahammül gösterilmiyor”

Levent Tüzel:  “Bu, alelade bir mesele değil. Müze belgeliğin boşaltılmak istenmesi, bunun üzerinde ısrarla durulması, sadece bir inşaat ya da protokolün yenilenmesinden öte aslında hükümetin ve Kültür Bakanlığı’nın izlediği bir siyasetin yansımasıdır. Aykırı düşüncelere muhalif seslere kesinlikle tahammül gösterilmiyor. Demokrasi anlayışlarının bir tezahürü bu olay.

“Uluslararası yazar örgütlerine de duyurduk”

Tarık Günersel: 
“Meselenin uluslararası boyutu da var. Hazırladığımız metni İngilizce, Almanca ve Fransızcaya çevirerek uluslararası yazar örgütlerine de gönderdik. Arşiv bir toplumun hafızası, kişiliğidir. Bu belgeliğin yok edilmesi intihardır. Ömer Çelik’in kulaktan dolma yanlış bilgilerle kendince bir şey yapmaya çalıştığı apaçık.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

5 Mayıs 2014 Pazartesi

'Dünyada iki şey memur kafasıyla yapılamıyor: Bilim adamlığı ve sanat…

5 Mayıs 2014 
'Anadolu, yazıt mezarlığı 
İlki 2010’da açılan “Kayıp Dillerin Fısıldadıkları” sergisinin ikincisi, Rezan Has Müzesi’nde geçtiğimiz hafta açıldı. Luvice, Karca, Likçe, Frigce, Sidece gibi artık konuşulmayan dilleri anlatan sergi, arkeoloji ve eskiçağ tarihi camiasının başka sorunlarını da gündeme getirdi.


Arkeoloji camiası uzun zamandır dertli. Bugün de dertlerini dile getirmek için Ankara Atatürk Bulvarı’nda saat 14.00’te toplanacaklar. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na arkeolog alımlarının artırılması için seslerini duyurmaya çalışacaklar. 10 bin işsiz arkeologdan bahsediliyor. 24 Nisan Perşembe günü Rezan Has Müzesi’nde açılan “Kayıp Dillerin Fısıldadıkları-II” sergisi ise daha farklı bir arkeoloji-arkeolog sorununu gündeme getirdi. Açılıştan önce düzenlenen panelde konuşan serginin danışmanları; Marmara Üniversitesi Tarih bölümünden Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Sami Öztürk, İÜ Tarih’ten Doç. Dr. Hamdi Şahin ve Dokuz Eylül Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Recai Tekoğlu, Türkiye’de 80 yıldır arkeolojik kazıların yapıldığını anlattı ve özellikle sergiyle de ilgisi bulunan yazıt biliminin (epigrafi) geldiği nokta hakkında bilgi verdi.

Öztürk ve Şahin’in ifadesiyle ülkemizde hâlâ bir eskiçağ enstitüsü yok. Almanların (Gümüşsuyu), Fransızların (Beyoğlu) ve İngilizlerin (Ankara) açtığı kurumlara muhtacız. Oysa bu enstitüleri kuran yabancı akademisyenler, profesörlüklerini Anadolu topraklarında yaptıkları araştırmalarla elde ettiler. Kütüphanesi, imkânları ve destekledikleri projeler bakımından dünyanın en iyi eski çağ tarihi enstitülerinden biri olarak gösterilen Münih Alman Arkeoloji Enstitüsü Epigrafi ve Eskiçağ Tarihi Komisyonu’nun tüm hocaları da Anadolu kazılarından mezun. Öztürk’e göre Türkiye’de bu enstitülerin yaptığı araştırmaların onda birini yapan kurum maalesef bulunmuyor. Nedenini eski hocaların –ki buna arkeoloji camiasının ünlü ismi Ekrem Akurgal da dahil ediliyor- kütüphane ve enstitü kurmamalarına, az öğrenci yetiştirmelerine bağlıyor. Bu tutum, Türkiye’de arkeoloji ve eskiçağ tarihi alanında güçlü bir ekol oluşmasına büyük bir engel olarak görülüyor.

25 yıldır epigrafi ile uğraşan Hamdi Şahin, acil olarak yapılması gereken bir konuya dikkat çekiyor. Kazı ve yüzey araştırmaları sonucunda Anadolu’da hâlâ daha her yıl yaklaşık 500 yazıt ortaya çıkarılıyor. Bu yazıtların kalıplarının, yani kâğıt üzerine aktarılmış kopyalarının bir an evvel alınması lazım. Şahin, Berlin Bilimler Akademisi’nde Roma ve Anadolu’dan Latince 200 bin, eski Yunanca 400 bine yaklaşan yazıtın kâğıt kopyasının arşivlenmiş, kutulanmış, sınıflanmış şekilde bilimin hizmetine sunulduğunu şaşkınlıkla anlatıyor. Böyle bir tasnif bizde bir enstitü çatısı altında yok, bireysel çabalar mevcut. Avusturyalılar ta 1860-1870’lerde Anadolu’ya gelmiş, Likya’da ciddi yazıtları kopyalamış, Viyana’ya götürmüşler. Bugün o bölgede araştırma yapmak isteyen bir arkeoloğun yazıtlara ihtiyacı oluyor. Fakat çoğu ortada yok. Kimi iklim şartları nedeniyle kırılmış, dökülmüş, patlamış, kimi kaçak kazı kurbanı. Yazıtın eski halini görmek isteyen, Viyana’daki Bilimler Akademisi’ne gitmek zorunda. Öztürk, haklı olarak soruyor: “Hocalarımız bize bu imkânları sağladılar mı? Hayır. Hangisi kütüphane kurdu? Ben hocamla yıllarca çalıştım, bir tane ortak yayınımız yok. Oysa elinde binlerce yazıt var. Yeni jenerasyon hocalar olarak bizler artık farklı düşünüyoruz.”

 


“Yayınlanmayı bekleyen yüzlerce yazıt var”

Panelde dikkat çekilen bir diğer konu da bazı akademisyenlerin elinde yayınlanmayı bekleyen yüzlerce yazıt bulunduğuna dairdi. Aslında bu yazıtların fotoğrafları ve üzerindeki bilgilerin kitap olarak kütüphanelere girmesi lazım. Hüseyin Sami Öztürk, yazıtların üç nedenle yayınlanmadığını aktardı. Kitapların yayınlanabilmesi için hocaların para bulamamaları. İkincisi hocaların ortak proje geliştirememeleri. Bazı yazıtların tek başına yayınlanması mümkün değil, birkaç hocanın bir araya gelerek bilgi kardeşliği yapması gerekiyor. Üçüncüsü ise yazıt eşittir burs demek. Elinde bolca yazıt bulunan akademisyenler, yurtdışında kolayca burs bulabiliyor:

“Bende bu kadar yazıt var, sizin kütüphanenizde ya da enstitünüzde çalışmak istiyorum.” diye, herhangi bir arkeoloji enstitüsüne başvuran hocalara kapılar sonuna kadar açılıyor. Neden acaba? Öztürk’ün bu soruya verdiği cevap, acı bir gerçeği hatırlatıyor: “Yazıtlar sayesinde sizi kabul eden enstitüye gidiyorsunuz, kütüphanelerinde iki ay çalışıyorsunuz. Yazıtları onlara vermiyorsunuz, yanlış anlaşılmasın. Yazıtlar da, yayın hakkı da sizde kalıyor. Ama yabancı bilim adamları elinizde ne tür bilgi var, onu öğreniyor. Hatta önemli yazıtlardan biri hakkında sunum yapmanızı şart koşuyor. Bunun karşılığında yol parası veriyor, kalacak yer temin ediyor, cebinize de biraz harçlık koyuyor. Adamlar nelerin peşinde, neyin hesaplarını yapıyor! Biz bireysel ve kurumsal olarak bu işlerin çok gerisindeyiz.” Öztürk’ün de anlatmak istediği gibi dünyada iki şey memur kafasıyla yapılamıyor: Bilim adamlığı ve sanat…
Bakraç, Bizans Dönemi-M.S 6-7.yy
Yazılı Tuğra-Assur Kralı Sanherib Dönemi-M.O 705-681
Yazının nasıl ortaya çıktığı, Anadolu’ya nasıl geldiği ve yayıldığına dair bilgi veren Kayıp Dillerin Fısıldadıkları sergisi 1 Temmuz’a kadar açık. Serginin danışmanları: Rezan Has Müzesi Danışma Kurulu Başkanı Ahu Has, Recai Tekoğlu, Hamdi Şahin, Hüseyin Sami Öztürk.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ