16 Temmuz 2014 Çarşamba

Peygamberimiz’e yazılan piyano konçertosu ortaya çıktı

16 Temmuz 2014
Fransız piyano virtüözü Henry Herz, 85 yılda 200’den fazla beste yaptı, 8 piyano konçertosu yazdı. Bu konçertolardan altıncısı hariç hepsi kaydedildi, notaları korundu. Altıncı konçertosu ise kayıptı. Aşağıda, Peygamberimiz’e yazılan fakat bugüne kadar kimsenin fark etmediği o konçertonun nasıl bulunduğunu okuyacaksınız. 

Devlet Opera ve Balesi sanatçısı, besteci-piyanist Dr. Aydın Karlıbel, şimdiye kadar klasik müzik alanında beş albüm hazırladı, sayısız araştırmalara imza attı. Geçen yıl bu zamanlarda yeni albümü için yine notaların arasına gömülmüş iken bugüne kadar kimsenin fark etmediği, fark etse de araştırmadığı bir bilgiye ulaştı. Ona kültürümüzü, yakından ilgilendiren bilgiyi veren kişi, Fransız profesör Laura Schnapper’di.

Aydın Karlıbel’in Schnapper’e ulaşmasının nedeni, Alman asıllı Fransız piyano virtüözü Henry Herz’in 1858’de Sultan Abdülmecid’e ithaf ettiği Ulusal Marş’tı. O yıllarda Avrupalı müzisyenler ünlü olmak için, biraz da diplomasi gereği Osmanlı sultanlarına besteler ithaf etmişler. Schnapper ile bir yıl içinde bu nedenle birçok kez iletişim kurduklarını söyleyen Karlıbel, bu görüşmeler sırasında, duyduğumuzda bizi de heyecanlandıran bambaşka bir bilgi ile karşılaşır. 85 yıllık ömründe 200’den fazla beste yapan, 8 konçerto yazan Herz, bu konçertolardan altıncısını Peygamber Efendimiz için bestelenmiştir. Altıncısı hariç diğerleri ülkesinde kaydedilir, notaları korunur. Ulusal Marş ile yine aynı nedenlerle 1858’de bestelenen altıncı konçertonun ise, kaydedilmesi bir yana notaları kaybolur.

Karlıbel, olayın peşine düşer. Paris, İtalya ve Belçika’daki müzik okulları ve enstitüler ile bağlantıya geçer, arar, sorar, soruşturur. Fakat oralardan bir şey çıkmaz. 7-8 sekiz ay önce Uluslararası Müzik Notaları Kütüphanesi Projesi www.imslp.org’da esere ulaşır. Ulaşır ama konçerto bu haliyle de eksiktir. Çalınması ve kaydedilmesi şimdilik mümkün değil. Nedenini Karlıbel şöyle anlatıyor: “Eserin notalarını buldum ama orkestra materyali olmadığı için (şef partisyonu da deniyor) şimdilik çalamıyoruz. Piyano ile çalınabilir ama orkestrasyonunu yapmam gerekir. Bu da çok uzun ve emek isteyen bir iş.”
Aydın Karlıbel
Henry Herz, 1803 yılında Viyana’da doğar, 1842’de Paris Konservatuarı’na öğretmen olarak atanır, 1888’de Paris’te hayata veda eder. Yaşadığı yıllarda devrin tüm piyanistlerinden daha ünlü olan Herz adına Paris’te konser salonu inşa edilir. Bu salon çok önemlidir, büyük bestelerin prömiyerleri burada yapılır. Fransız sanatçının notaları ile piyano eğitimine başlayan Karlıbel, “Henry Herz’in romantik devirde virtuozite kelimesini yeniden tanımlamış olan sayılı efsanelerinden biri olduğunu daha sonra öğrendim. Dönemin zirve isimleri Liszt ve Chopin’in yanı sıra Thalberg, Moscheles, Kalkbrenner ve Herz gibi virtüözler sayısız kompozisyon ve didaktik eser kaleme alıp turnelerle değişen müzik tarzlarını Avrupa ve Amerika’ya tanıttılar. Herz, Paris’in kültür hayatına damgasını vurmuş biri” diyor. Karlıbel’e “Peki niye kaydedilmemiş bu eser, bununla ilgili herhangi bir bilgiye ulaştınız mı?” diye soruyoruz. “Belki Müslümanlıkla ilgisi var diye yapmamış olabilir, bilemiyorum. Ama buna benzer başka bestelerin kayıtlarını yapmışlar.” cevabını veriyor.

156 yıl önce bestelendi

Korolu konçerto da denilen 6. Konçerto, üç bölümden oluşuyor. İlk iki bölümde piyano çalıyor, orkestra ona eşlik ediyor. “Rondo Oriental” adındaki üçüncü bölümde ise koro, kimin yazdığı henüz bilinmeyen aşağıdaki sözleri, Herz’in bestesiyle seslendiriyor. Besteciler, genellikle son bölümde kullandıkları temaları ilk iki bölümden alıyorlar. Yani konçertor baştan sona Peygamberimiz için 1858’de bestelenmiş. Hollanda Kralı’na ithaf edilmesi ise oldukça manidar. Hz. Muhammed (sas)’e yakarış ve Allah’a şükürle son bulan, şairi meçhul koronun sözlerini belgesel önemi nedeniyle, Aydın Karlıbel’in Türkçe tercümesiyle yayınlıyoruz:

Rondo Oriental*

Peygamberin ahfadı, ey uyanın,
Ufukta güneş doğarken
Tatlı meltemle tan ağarıyor
Mağfiret dolu göklerden bize hayır vaad ediyor
Bir yılan gibi kıvrılan uzun kervan
Çölde geçip gidiyor
Meşum ve karanlık, yukarıda akbabalar süzülüyor
Bizden kanlı bir ziyafet çekmeyi umuyor
Ey yüce Peygamberimiz Muhammed, sana yakarışımızı işit.
Başımızdan bütün tehlike savuşsun
Sana secde eder, senden yardım dileriz
Ey Muhammed bizi esirge!

Fakat tehlike ve felaketi unutalım.
Yok, bu aldatıcı serap değil!
Sığındığımız bu vaha bizi koruyacak bir yerdir.
Haydi o esintiyi, o serin gölgeye, bir adım sonra varacağız!
Evet yolculuğumuz sona eriyor.
Peygamber'e hamd ü sena
Allah'a şükürler, Allah'a şükürler olsun.

(*Rondo canlı müzik demek. Rondo Oriental, ‘Doğu tarzında rondo' olarak okunabilir)


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

 

Bu ödülü almak onur verici

16 Nisan 2014
Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü alan Zeliha Berksoy:
Bu ödülü almak onur verici
Sabancı Vakfı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları işbirliğiyle düzenlenen 16. Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali, önceki gün Seyhan Nehri kıyısında yapılan açılış töreniyle başladı. Tiyatro sanatının gelişmesine katkıda bulunan ustalara saygı duymak amacıyla 2005’ten bu yana her yıl verilen “Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü”nün bu yılki sahibi, tiyatro ve sinema sanatçısı Prof. Zeliha Berksoy oldu. Berksoy'a ödülü Sabancı Vakfı Mütevelli Heyet Başkan Güler Sabancı tarafından takdim edildi.

Berksoy, ödülünü aldıktan sonra “Yaşam boyu onur ödülü almak tabii ki çok büyük bir onur. Değerli işadamı Sakıp Sabancı'nın ölümünün 10. yılında böyle bir ödülün bana denk gelmesi de ayrıca bir onur. Geriye dönüp baktığımda arkamda 49 yıl var. Onun ağırlığı ile insan kendini daha bir yükselmiş ve hazmetmiş gibi hissediyor. İçiniz rahatlıyor, vicdanınız rahatlıyor. Ben bunu hak ettim, diyorsunuz. Hatırlanmak insanı çok mutlu ediyor.” dedi.
Zeliha Berksoy’a ödülü, Sabancı Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Güler Sabancı tarafından takdim edildi. Açılış gecesi, Fransız Ilotopie’nin gösterisiyle sona erdi.
Son beş yılda Seyhan Nehri'nde düzenlenen görkemli gösterilerle açılan Adana Tiyatro Festivali, bu yıl Fransız şov tiyatrosu Ilotopie'nin masal gibi gösterisine şahitlik etti. Ateş şovu ve havai fişekler eşliğinde başlayan gösteride “Rüya” ve “Lunapark” temalı iki farklı geçit seremonisinde rengarenk karakterler, Seyhan Nehri'nde geçiş yaptı. Rüya seremonisinde; mitolojik figürler, şövalyeler, palyaçolar boy gösterirken, Lunapark seremonisinde ise günlük yaşamdan komik ve eğlenceli kesitler sunuldu. Havai fişekler eşliğinde biten gösteriyi, Seyhan Nehri kıyılarını dolduran binlerce izleyici coşkuyla izledi. 16 Mayıs'ta sona erecek 16. Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali'nin oyun programına www. adanadt.gov.tr'den ulaşılabilir.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ





14 Temmuz 2014 Pazartesi

‘Türkülere kulak kesilmek artık işimize gelmiyor’

14 Temmuz 2014
Türkü üzerine söylenmiş en etkili dizelerden biri Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ‘Nerede bir köy türküsü duysam/Şairliğimden utanırım’ dizesidir. Uzun yıllardır TRT Erzurum Radyosu’nda yapımcı olarak çalışan İsmail Bingöl ise türkülerimizle ilgili en orijinal kitaplardan birini yazdı. Atalar Mirası Gönül Yarası (Ülke Edebiyat), Bingöl’ün Anadolu türküleri üzerine yirmi yıldır kaleme aldığı denemelerden oluşuyor. 
Türküler söylenir, dinlenir, hikayeleri anlatılır. ‘Türkü denemeleri’ ne demek?

Bu sorunuza cevap vermem için biraz gerilere gitmem lâzım. Ta çocukluğuma… Öyle ki; yıllardır türkü söyleyen, hani o bilinen tabirle, çocukluğumdan beri türkülerin ve şarkıların meftunu biriyim. Daha henüz ilkokula başlamamışken, ezberimde türküler olduğunu ve büyüklerin beni yakaladıklarında türkü söylettiklerini hatırlıyorum. Bu merak, bu sevgi bugüne kadar devam ediyor olsa da; bazı özel sebeplerden; türkü söylemeyi sanat haline getiremesem de; müziğimizin sürekli icra edildiği bir kurumda, TRT de prodüktör olarak çalışmak nasip oldu ve söyleyenlerin seni duyurmayı, yaptığım programlarda türküler üzerine metinler yazmayı iş edindim. Türkü hikâyeleri türkülerle ilgili alışılagelmiş bir aktarım biçimi olduğundan, serde biraz şairlik ve yazarlık da olduğundan, bundan farklı olarak, dinlediğim türkülerin bende uyandırdığı hisleri, çağrışımları yazıya dönüştürmek suretiyle; deneme biçiminde yazmaya çalıştım bunları. Yıllar içerisinde buna dair okuduklarım ya da şöyle söyleyeyim, bu şekilde yazılmış olanlar, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydı. Ben; yaptığım programların da etkisiyle, bu yoldaki çabalarımı sürdürdüm ve yaklaşık yirmi yıl sonra böyle bir kitap ortaya çıktı. Türkü üzerine yazılmış ilk deneme kitabı da diyebiliriz belki de… Aslında her insan; bizim olan, bize bizi anlatan, bir anlamda millet olarak Anadolu’ya gelinceye kadar ki serencamımızı gizlediğimiz türkülerimizi dinlediklerinde, yürekleri bir hoş olur, gönül dünyaları dalgalanır ve etkilenirler. Zaten bu coğrafyanın türkülerini dinlerken bunları yaşamayanların, yüreğinden gâh hüzün, gâh sevinç bulutları geçmeyenlerin bizi anlamaları mümkün değildir. Rahmetli Nevzat Kösoğlu büyüyüğümüzün cümleleriyle; "Millî kimliğimize sahip mi olmak istiyorsunuz; farklı olmak, bilinmek, onurlu ve başı dik mi kalmak istiyorsunuz? Türkü dinleyin ve türkü söyleyin. Çünkü, millî kültürümüzün ana sütunlarından biri musikimizdir ve musikimizin kalbi de türkülerimizdir.” Kısacası; işte biz de bunu yapmanın gayreti içerisindeyken, yanında da türkülerimize dair hissettiklerimizi deneme şeklinde kaleme aldık. Sonrasında ise; diğer deneme kitabımız olan “Ey Kelime … Ve Ey Ses”le birlikte; çok değerli insan, kültür dünyamızın değerli şahsiyeti Ezel Erverdi ağabey vasıtasıyla; Mart ayında Dergâh Yayınları Ülke Kitapları’ndan yayınlanarak okuyucuya ulaştı. Teşekkürlerimi ve şükranlarımı arzediyorum sizin aracılığınızla buradan kendilerine ve diğer emeği geçenlere…

“Acaba kaçımız yöremize ait bir türküyü baştan sona söyleyebiliriz?” cümlenizi okuyunca insan kendini teste tabi tutmak istiyor. Sizce bu testi kaçımız geçebiliyoruz?


Sizin de bildiğiniz gibi, millet olmanın ya da bir millet olduğunu iddia etmenin en başta gelen unsuru; kendinize ait kültürel değerlerinizin olması. Ve tabii ki; ardından da onlara sonuna dek sahip çıkmanız. Eğer; çocukluğunuzda kendinize dair bir oyunu oynamamışsanız, bir türküyü sesiniz güzel olmasa da söylemeye çalışmamışsanız, nenenizden, büyüklerinizden bir masalınızı bile olsun dinlememişseniz ve daha bunun benzeri, adına bugün topluca halk kültürü ya da folklor dediğimiz ögelerle zihninizi, millet olma hafızanızı beslememişseniz, millet kavramından, millet olabilmekten sözetmeniz, bunu iddia etmeniz zordur. Küçük bir misalle bunu daha da açayım: Bir arkadaşım; Uzakdoğ'da bir üniversiteye bilimsel çalışma yapmak üzere kırk beş günlüğüne davet edilir. Değişik ülkelerden çok sayıda bilim adamı da vardır orada… Çalışmanın bitiminde bir veda gecesi düzenlerler ve gecede de; herkesin kendi milletine ait bir halk kültürü ögesini sergilemelerini rica ederler. İşte kimi şarkı söyler, kimi dans eder, kimi başka bir şey yapar. Diyor ki arkadaşım; ben de bir şey yapayım diyorum, ülkemin türkülerinden bir tane okuyayım istiyorum ama, ne yazık ki aklımda bir tek türkü bile yok. Ancak yöreme ait bir türkünün iki mısrası var aklımda ve ben de onu söylemeye başladım. Biraz hareketli olan türkü çok beğenildiği için, alkışlar sonucunda aynı sözleri birkaç sefer tekrar ettim ve böylece durumu kurtarmış oldum. Ancak, kimseler anlamasa da bu hale düşmüş olmaktan büyük üzüntü duyduğumu söyleyebilirim. Çünkü; hangi milletten olduğumuzu bağıra çağıra söylesek de, asıl bunun içini doldurmamız gerektiğini orada acı bir şekilde gördüm ve anladım.” İşte biz de, yıllardır büyüklerimizin bizi beslediği gibi, eğer çocuklarımızı, gençlerimizi kültürümüzün kaynaklarından nasiplendirmez, onları kültürel arka plana dayalı böyle bir bilinçle yetiştirmezsek, milliyetleri konusunda her hangi bir aidiyet düşünceleri, inançları kalmaz ve ortada; bu kadar büyük devletler, medeniyetler kurmuş olan “millet” kalmaz. Bunun sonucunun ne olduğunu düşünmek bile istemiyorum, ama ne var ki, gerektiği yerde kullanılmazsa; bugünün dünyasında insanı yalnızlaştıran ve kendinden uzaklaştıran teknolojinin bedelinin çok ağır olacağı da bir gerçek.

Derler ki “Derdi olan türkü söyler.”. Türkü söyleyen bir yana, dinleyen bile ne kadar azaldı... Şimdi kimsenin derdi yok mu? 

Musiki, bir milletin medeniyet kurma ve medeni olma yolunda meydana getirdiği en esaslı birikimlerindendir. Ahmet Hamdi Tanpınar "Bizim musikimiz kendi içinde değişene kadar hayat karşısında vaziyetimiz değişmez, çünkü onu unutma ihtimali yok." der. Dolayısıyla bir toplumun müziği bozulmuş, sonra da unutulmuşsa, o toplumda pek çok mefhumun da bozulduğuna hükmedilebilir. Buradan hareketle denilebilir ki; bugün de çok derdimiz var ve bu dertler sadece bizimle ilgili değil. Evet; dört bir tarafımızda acının sesi yankılanıyor her dakika… İşte onun için de; bunu kimi türkü söyleyerek dile getirebilir, kimi yazıyla, kimi şiirle… Ancak sesle dile getirmek; acıya sesten bir elbise giydirmek gibidir ve bu da bir çığlık gibi düşer ortalığa… Etkisi büyük olur. Bir ağıt, bir isyan, bir tepki çıkar ortaya ve bakışları daha çok çeker o yana… Bu sesleniş için bir şey yapamayacak olanlar bile başlarını çevirirler oraya doğru en azından ne oluyor diyerek… Türküler; bazılarının dünyasından çıkmış olsa da, birileri bugün farklı müzikler dinlese de, türkülerin sevdalıları yine var ve dertleri seslendirmeye, sevinçlere yoldaş olmaya devam ediyorlar kendilerince… Etmeliler mutlaka… Bir şeylerin yaşaması, bir şeylerin ayakta kalması adına…

Şehir hayatının, şehir insanın türkülerle arası çok açıldı. Anadolu’da bu mesafe ne durumda? 

Aslında türkü dinlemenin şehirle-köyle pek alakası yok. Aranın açılması şehirleşmeden değil de;hayatı anlamanın ve hayat üzerinde düşünmenin uzağındaki koşuşturmacadan, türkülerin dünyasına olan yakınlığımızı kaybetmemizden, türkülerimizin söylediklerine kulak veremeyişimizden kaynaklanıyor. Maddenin, hızın ve birbirini anlamamanın giderek çoğaldığı bir zamanda; sözleriyle, nağmeleriyle bize çok şey söyleyen; ruhumuza, kalbimize insan olmanın derin ve ince taraflarını, erdemini anlatmaya çalışan -ki bu da emek ve ilgi ister-türkülere kulak kesilmek işimize gelmiyor. Onu eski bir eşya gibi kabul edip, saklamaya, bir köşede tutup, sadece meraklılarına göstermeye çalışıyoruz. Oysa; bırakın daha eskiyi, 50 yıl önce yazılmış bir yazının bugünkü nesil bazı yerlerini anlayamasa da, türkülerdeki sesi, sözü; ne kadar eski olsa da anlayabilir, mesajını öğrenebilir. Türkülerin niçin önemli olduğunu buradan da çıkarabiliriz.


Radyonun altın çağını yaşadığı dönemde çocukluğunuzu geçirdiniz. TRT Erzurum Radyosu’nda program yapıyorsunuz. O çağın, sizdeki etkisi devam ediyor galiba? Şimdi hangi çağını sürüyor radyo? Programlarınızın günümüz insanındaki etkisi nedir? Yani kim dinliyor radyoları ve türküleri? 

Çok kapsamlı bir soru ama, gerçek şu ki içinde, bize dair, bana dair bir çok yönü barındırıyor. Radyonun altın çağını yaşadığı zamanlarda; küçücük bir el radyosu en yakın dostlarımdan biriydi. Özellikle de tatil günlerinde, onu koynuma alır, bir arkadaş gibi, anlattıklarını dinler; çalınan türküleri, şarkıları bir bir kaydederdim küçücük defterime... Anlatılmak istenen dünyayı tam olarak kavrayamasam bile; nağmeleri, sözleri, ruhumda bir başkalık meydana getirir, bu duygularla alabildiğine coşardım... Ortam müsaitse eğer, "Sesime ses verin yaralı dağlar" mısraında olduğu gibi, ben de haykırır, olanca sesimle katılırdım radyoda çınlayan seslere... Ne yılların geçişi eksiltti türkülere duyduğum sevgiyi ve ne de yaşadıklarım, gördüklerim... Aradan yıllar geçince; uzun kurslar ve imtihanlar sonucunda, TRT’nin tek olduğu, başka yayın kuruluşunun olmadığı bir dönemde, 1988 yılı nisanında girdim radyoya… Sizin de dediğiniz gibi, bırakın televizyonu, radyo bile hala altın çağını yaşıyordu o yıllarda ve bir yere programa gittiğimizde ilgi üst düzeydeydi. Sonra işte başkaları çıktı meydana ve bugün bile henüz altyapısı oluşturulmamış özel yayıncılık sektöründe ortalığı velveleye verdiler. Sonra da bu alandaki birçok şeyin önemi azaldı. Ama böyle olsa da; bendeki etkisi, sevgisi, itibarı bir kenara, radyo hâlâ çok önemli. Altın çağını çok gerilerde bıraktı belki, fakat sadık dinleyicileri ve yeni oluşturulmaya, bağlantı kurulmaya çalışılanlar, onu dinlemeye devam ediyorlar. Televizyona ve diğer iletişim araçlarına göre bazı avantajlı durumu var ve bu da radyoyu gelecekte de ayakta tutmaya devam edecek. Ulaşma ve dinleme kolaylığı, bilginin hazır olarak sesle aktarılıyor oluşu, bunlardan sadece birkaçı. Programlarımızın etkisini bize yakından hissettiren ve arayan dinleyicilerimizle, yeni programlarda buluşmaya devam ediyoruz. Çünkü bir tutkudur radyo dinlemek ve farklı bir alışkanlıktır; özellikle de eğitim-kültür programlarına kulak vermek. Sosyal medya kendine yeni ve hızlı bir alan açsa da hayatımızda, radyo onların rakibi olmadığından ve hatta radyo programlarının onlarda reklamı, tanıtımı yapılabildiğinden; pozitif bir bakış açısıyla iyi bile olmuştur denebilir bu konuda.

“Şimdi Türkü Söylemek İstiyor Yüreğim” denemenizde, Eşkıya’nın film müzikleri albümüyle ilgili bir düzeltme yapıyorsunuz ve son yıllarda çıkan türkü albümlerinde ‘affedilmez’ hatalar yapıldığından bahsediyorsunuz.

Bugün hâlâ, kendilerine yakınlık gösterenlerin yüreklerini dolduran duyguların en iyi tercümanıdırlar türküler... Geçmişin güçlü seslerinin yeri doldurulamasa bile; günümüzde de bu işi hakkıyla yapmak için gayret edenler var. Yaşatma ve dönüştürme vesilesiyle; Emrahlar, Sümmaniler, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar ve daha niceleri, asırlar ötesinden yankılanan sesleriyle yeniden aramıza döndüler, yeniden girdiler gönül dünyamıza... Yaşadıklarını, eserleriyle bir daha, bir daha ispatlayıp, bir daha duyurdular hepimize... Özellikle de, türkü dostlarının, türkü meraklılarının dışındakilere... Bizim öz müziğimizin motifleri, hafif batı müziği tarzında yapılan müziklerde bile çokça kullanılır oldu artık. Böylece; daha fazla ilgi çekti, daha fazla mal oldu kitlelere türkülerimiz. İnsanımızın doğasından gelen bir ilgiydi bu. Yıllardan beri halkın dilinde ve gönlünde yer etmiş, kolektif şuurun, halk irfanının, halk muhayyilesinin ürünleri; filmlerde, dizilerde de kullanılmaya başlandı. Hatta, bazı dizilerin bu kadar ilgi görmesinin, seyredilmesinin altında yatan sebeplerden biri de, o diziye eşlik eden türkü ya da türkülerdir belki de… Göçle büyük şehirlere gitmiş Anadolu insanının kendini bulduğu müziklerdir bunlar… Ne var ki; Anadolu'nun hemen her köşesinin rengini, kokusunu, güzelliğini taşıyan türkülerin, filmlerde kullanılması, halk kültürümüz adına sevindirici bir olay olsa da; kullanılan müziklerden, anonim olanlar dışındaki türkülerin ve gazellerin sözlerinin kime ait olduğu konusu titizlikle ele alınmalı ve yanlışlık yapılmamalıdır. Zira; üretene ve üretilene saygı bunu gerektirir. Bu konuda bir denetimin olmaması ve çoğu kişinin maddî kaygılarını ön plana çıkararak bu işi yapması, böyle durumlara yol açıyor. Ama yine de; bu tür yanlışlıklara rağmen, bu sahada yapılanların, halk kültürümüzün daha geniş kitlelere duyurulmasına önemli katkı sağladığını da belirtelim.

Denemelerinizde hep acıdan, hüzünden süzülen türkülerimizden bahsediyorsunuz. Neşeli, umut veren türkülerimiz yok mu?

Tabii ki var, ancak biz millet olarak öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki; yüz yıllar boyunca üzerimizden kötü göz, toprağımızdan düşman ayağı eksik olmamıştır. Sultan Abdulhamid’e ait olduğunu sandığım bir söz şöyledir: “Anadolu; sırtlanların geçiş yeridir”. Onun için de; geçmişte yaşanılan topraklar gibi, elimizden kalanlar da bize çok pahalıya patlamıştır. Dolayısıyla halk müziğimizde hüzün teması oldukça baskındır; ölene, itene, gidene, gidip de gelmeyene yakılan ağıtlar, türküler yanında, sevince vurgu yapanların sayısı daha azdır. Çünkü; şehitlerimizin, daha yakın zamana kadar arkası gelmemiştir. Yani mutlu bir millet olamamışızdır; kahramanlarımızın çokluğu yüzünden… İşte bu sebeple yakılan türkülere ve o türkülerin adına yakıldığı vatana iyi bakmalıyız; birlik ve beraberliğimize ve onların nişaneleri olan değerlerimize gönülden sahip çıkmalıyız.

“Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür”. Bu söz kime ait?

Yine bir Anadolulu'ya… MÖ 620 civarında, batı sahillerinde, Milas’ta yaşayan filozof Thales’e… Ki gerçekten öyle değil midir; yüz yıllardır nice yasa yapıcılar ve yaptıkları yasalar kaybolmuştur ama türküler ayaktadır ve onları yakan halk, ozan ve şairler hâlâ bilinmekte ve söylenmektedir.“

Nerede bir köy türküsü duysam/Şairliğimden utanırım” Türkülerimizi anlatan en iyi dize bu sanırım..


Türküler üzerine yazılmış şiirlerin en meşhurlarından olduğu için böyle düşünülebilir. Ya da; bu şiir yazıldığında; diğerleri henüz yazılmamıştı da denebilir. Ancak, “bazı şeyler hariç, her şeyin daha iyisinin ortaya çıkma ihtimali vardır” diye düşünüp, “en” kelimesini kaldırarak ifade edersek; şair Bedri Rahmi Eyüboğlu gerçekten güzel anlatmış bu şiirinde türküleri ve o türkülerin dünyamızda edinmesi gereken yeri… “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” adlı kitabımızdan kısa bir bölümle son verelim söyleyeceklerimize: “Gönlü yaralının neyi vardır türkülerden başka... Maddiyattan ayrı hiçbir şeyin para etmediği bu zamanda, yalnızca mevkiin, makamın konuştuğu, insanların birbirlerinden selâmı bile esirgediği bu çağda, yüreğindeki sevdasından başka hiçbir şeyi olmayanın yüzüne kim bakar? Hissiyatına türkülerden daha iyi kim tercüman olabilir? Binlerce yıldır kimseye zulmetmemiş, zalimlik nedir bilmemiş bu milletin, kötülüklerden uzak kalmasında, mazluma acımasında, dilden dile, gönlüden gönüle dolaşıp duran türkülerin büyük payı vardır. Ve hâlâ unutulmadıysa türküler... Hâlâ yaşıyorsa... İnsan olduğunu unutmayanlar sebebinedir.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




12 Temmuz 2014 Cumartesi

Yunus Emre hayal perdesinde

12 Temmuz 2014
Karagöz oyunu, Ramazan’dan Ramazan‘a hatırlanıyor ve sadece çocuklara oynanıyor. Alpay Ekler, birkaç yıldır bu algının değişmesi için çabalıyor. Bugün Üsküdar sahilinde ilk kez gösterilecek olan Yunus Emre Hayal Perdesi’nde oyununu bu nedenle yazdı.
Yunus Emre'nin Hacı Bektaş-ı Veli ile karşılaşması.
Gölge sanatı Karagöz’ün toplum nezdindeki algısı çocuk oyunu olmaktan öte geçmiyor. Ramazan’dan ramazana hatırlatılan, eğlencelik, sıradan, hatta basit bir sanat olarak görülüyor. Oysa Karagöz hiciv sanatı. 2008’de kaybettiğimiz Karagöz araştırmacısı Metin And’ın ifadesiyle Karagöz’ün aslı siyasi taşlamaya dayanıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren ‘aman devlete laf gelmesin’ diye bu yönü törpülendiği için, maalesef günümüzde basit bir içerikle, yılın bir ayında ortaya çıkıyor.

Bu algıdan rahatsız olan ustalar var elbette. Kukla sanatçısı Mahmut Hazım Kısakürek, sırf bu amaçla 2012’de politik bir Karagöz oyunu yazmış ve Bursa’da oynatmıştı. Karagöz deyince akla gelen önemli isimlerden biri olan Alpay Ekler de sözkonusu algıya direniyor. 3-4 yıldır çocuklar için Karagöz oynatmadığını ve eskiden yapıldığı gibi büyükler için oyunlar yazdığını söylüyor. Bugün Üsküdar sahilinde prömiyeri yapılacak olan “Yunus Emre Hayal Perdesinde” oyununu da bu amaçla yazdı ve izlemek isteyen herkese iftardan sonra oynatacak.

2007’den bu yana Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları bölümünde geleneksel Türk tiyatrosu öğretim görevlisi olarak eğitim veren Ekler’in, Karagöz konusunda günümüzün en yetkin isimlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Malum, Karagöz 2009’da UNESCO tarafından Türkiye’nin Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne alındı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın UNESCO’ya sunduğu dosyada tasvir tarihi ve tasvir yapımını Milletlerarası Kukla ve Gölge Oyunu Birliği (UNIMA) üyesi olan ve şu anda UNIMA İstanbul’un başkanlığını yürüten Alpay Ekler geniş bir makalede anlatmıştı.

70'ten fazla tasvir yapıldı

Bu akşamki oyuna dönersek, Ekler’in ifadesine göre oyun birkaç açıdan önemli. İlk defa gölge oyununda halk şairi Yunus Emre anlatılacak. Ayrıca oyun için Yunus Emre’nin dedesi, ninesi, atı Akkız, Tapduk Emre ve Hacı Bektaş’ın da aralarında bulunduğu 70’ten fazla tasvir yapıldı. Yani Yunus Emre Hayal Perdesi’nde bugüne kadar oynatılan en fazla tasvirli oyun olacak. Yunus Emre’nin eserleri dikkate alınarak 6 ayda 12 kişilik ekip tarafından hazırlanan oyunda dört önemli sahnede bulunuyor: Yunus Emre’nin Taptuk Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, kendi aklı ve nefsiyle karşılaşması.

Gölge oyunlarında alışık olduğumuz komik taklitler Yunus Emre’de yok. Klasik Karagöz oyunlarından Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi bir hikâye anlatacak Hacivat seyirciye. Karagöz de zaman zaman hikâyenin içine -Şeyh Küşteri meydanına- atlayıp biraz muzırlık yapıp hikâyeden çıkacak.

Yunus Emre’nin köyünde başlayıp Tapduk Emre’nin kapısında bitecek oyun için Alpay Ekler, “Yunus Emre’nin 19, 30 ve 40 yaşlarını canlandırıyorum. Oyun, Karagöz ile Hacivat’ın itiş kakışmasıyla başlayacak. Daha sonra Hacivat, Karagöz’e ‘Şimdi sana bir hikâye anlatacağım, dinle’ dedikten sonra Yunus Emre’nin hikâyesinin anlatılacağı bölüme geçilecek. Yunus Emre’nin Turna ile konuştuğu bir sahne var oyunumuzda. Turna, Bektaşi kültüründe çok önemlidir. Hz. Ali’nin sesinin turnada olduğu söylenir. Yani boş bir metnimiz yok. Bilenler anlayacak konuyu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’yi de anlatıyoruz.” diyor.

Yunus Emre Hayal Perdesi için bugün Üsküdar sahiline, 1,2 x 4,5 metrelik özel bir sahne kurulacak. Alpay Ekler’in senaryosunu yazıp seslendirdiği ve yönetmenliğini yaptığı oyunun yapımcılığını Volkan Kara üstleniyor. Oyun için Levent Çelik özel müzikler besteledi, bu besteleri canlı olarak Hayal Musiki Topluluğu seslendirecek.
Moğol askeri ve Yunus Emre

Veda
Köln’deki Karagöz koleksiyonu saraydan çalındı

Bugünlerde Karagöz sanatçıları arasında bir tartışma sürüyor. Almanya’da yaşayan Karagöz sanatçısı Ali Köken, 30 Haziran 2014’te milliyet.tv’ye bir açıklama yaptı ve açıklamasında Karagöz oyununa ait nadide koleksiyonlardan birinin Almanya’da Köln Üniversitesi’ne ait olduğunu, toplam 150 parçadan oluşan bu zengin koleksiyonda 200 yıllık figürlerin yer aldığını ayrıca, bir şatoda muhafaza edilen koleksiyonda, Türkiye’de 1936’da basılan, Rahmi Balaban’a ait ilk Karagöz kitabının toplatılarak yakılmasına neden olan domuz figürü de bulunduğu söyledi. UNIMA İstanbul Başkanı Alpay Ekler, bu bilgilerin doğru olmadığını iddia ediyor:

“Açıklamaya göre Türkiye’de eski koleksiyon yok, Karagöz ile ilgili hiçbir şey yapılmamış, Almanlar bizden daha çok sahiplenmiş Karagöz’ü vs. Bunlar doğru değil. Hem Topkapı Sarayı’nda hem Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın koleksiyonunda çok daha eski tasvirler yer alıyor. Köln’deki bu koleksiyon oraya nasıl gitmiş, ne zaman gitmiş, Asar-ı Antika Nizamnamesi’ne göre işlem yapılmış mı, yoksa kaçırılmış mı? Bu konular araştırılırsa bu milletin kültürüne daha çok hizmet edilir. Belki de o koleksiyonun Türkiye’ye geri gelmesine vesile olur. Domuz figüründen dolayı kitap toplatma olayının belgesi de yoktur. Domuz tasvirinin hangi oyunda kullanıldığı bilinmesi gerekir.” diyen Ekler, Avrupa’ya kaçırılan pek çok tarihi eser gibi Köln’deki Karagöz tasvirlerinin de saraydan çalındığını iddia ediyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


7 Temmuz 2014 Pazartesi

Yahya Kemal Beyatlı Oratoryosu 6 yıl gecikmeyle sahneleniyor

7 Temmuz 2014 
Devlet Opera ve Balesi sanatçısı, müzik yönetmeni ve piyanist Dr. Aydın Karlıbel’in, Yahya Kemal’in 12 şiirini bestelediği oratoryosu yeni sezonun repertuarına alındı. Karlıbel, şairin 50. ölüm yıldönümü için yazdığı, fakat altı yıl gecikmeyle seslendirilecek olan bestesinin hikâyesini anlattı.


Yahya Kemal Oratoryosu’nu ne zaman bestelediniz?
2008 yılında, şairin 50. vefat yıldönümünde besteledim. Bu eser üzerinde 6 yıl çalıştım. Ama maalesef o yıl çaldıramadım.

Neden çaldıramadınız?
Çünkü zor bir eser. Muazzam bir kadro gerekiyor. Bakın kadroyu söyleyeyim. Büyük bir orkestra var, Türk sazları (ud, kemençe, yaylı tanbur) var... Böyle bir esere girişirken Yahya Kemal’in felsefesini hesaba katmam gerekiyordu. Eserin kurumda kabul görmesi zaman alıyor. Hazırlık aşaması uzun.

Niye başka bir edebiyatçı değil de Yahya Kemal?
Hepsinin ölüm, doğum yıldönümü gelip geçiyor... Çünkü Yahya Kemal’in şiir dünyasına çok aşinaydım. Çocukken, rahmetli babam, şiirlerini bize ezbere okurdu. Kabataş Lisesi mezunuydu kendisi. Ayrıca hocaların hocası olarak ünlenmiş bir efsanenin, Salim Rıza Kırkpınar beyefendinin yakın dostuydu. Bu arada Aşiyan’dan yansıyan ruhun; Yahya Kemal’i Sevenler Derneği’nin, merhum Eşref Denizhan’ın Saint Michel, Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeki değerli edebiyat hocalarımın bana tuttukları ışık, verdikleri feyiz için şükran borçluyum.

Çocukluğunuz edebiyatçıların arasında mı geçti?
Evet ama devamı var. Babam Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nün müdürlüğünü yaptığı sırada da edebiyatçılar hep çevremizdeydi. Orada Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Samet Ağaoğlu, Yusuf Ziya Ortaç’ı tanıdım. Yahya Kemal de daha önceleri Büyükada’da kalırmış. Ama beni ona yaklaştıran küçük bir ayrıntı daha vardır…

Nedir o ayrıntı?
Şairin son yıllarını geçirdiği Park Oteli vardı, Taksim Gümüşsuyu’ndan aşağı inerken. Cemal Reşit Rey hocam, senfoni orkestrasını yönetirken provaları bu otelde yapardı. Provalara beni de götürür, orkestraya katardı. Eserlerinde, çelestay (konsol, piyanoya benzeyen vurmalı orkestra çalgısı) ben çalardım. Orkestranın ses dünyasına girmem için yapardı bunu. Onun sağ koluydum, asistanlığını yaptım. Bana çok şey öğretti. Orada çok güzel anılarımız oldu.

Hocanızla unutamadığınız anılar ve Yahya Kemal’in de orada yaşamış olması mı size ilham verdi?
Bütün bu güzel anıların birikimiyle mümkün olmuştur şüphesiz. Bir de yine hocam derste anlatmıştı. İki dev sanatçı bir gün Fransa Dinard’da karşı karşıya geliyor. Burası med-cezir olaylarıyla ünlü bir sahil beldesi. Nasıl olduysa orada bir gün buluşmuşlar. Yahya Kemal, Cemal hocama Shakespeare’den soneler okumaya başlamış. Fakat bir anda deniz yükseliyor, zor kaçıyorlar.

Oratoryo için Yahya Kemal’in kaç şiirini bestelediniz?
12 şiirini. Şarkı, Bebek Gazeli, Erzurum Gazeli, 1918, Bedri’ye Mısralar, Bir Tepeden, Bir Başka Tepeden (iki ayrı beste), İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar, Mahurdan Gazel, Baki’nin Gazeli ve Perestiş.

Baki’nin Gazeli niye var? Şiirleri bestelerken kendinize yakın bulduklarınız oldu mu?
Yahya Kemal, Baki’yi çok severdi, bu nedenle onu besteledim. Babamın adı Bedri olduğu için Bedri’ye Mısraları kendime yakın hissettim. Bir Başka Tepeden’i ise iki kez besteledim. Aynı şiire iki ayrı müzik yazarak başka tepeden/makamdan anlatmak istedim. Üsküdar şiirinin güzelliğini anlatamam, beni çok etkiledi. Eser, iki bölümden oluşuyor. Şiirleri koro okuyor, enstrümantal bölüm var arada. Sonrasında da Perestiş ile sona eriyor.

Perestiş ne demek?
Derin hayranlık demek. Yahya Kemal bu şiiri, muhtemelen Abdülmecit devrinde yaşamış bir güzele ithaf ediyor. Şiirde bir kadına duyulan büyük hayranlık, aşk var. Fakat Perestiş için öyle bir müzik yazdım ki, sevgilinin aşkından ilahi aşka yöneliyor. Yürük semai üslûbunda yazıldı.

Eseri biz ne zaman dinleyebileceğiz?
Yeni sezonun repertuarına alındı (2014-2015 sezonu). Yahya Kemal’in vârisi Sinan Özbalkan beyefedinin ilgisi ve desteği için müteşekkirim. Bestem, şu anda çalınmaya hazır. Provaların tarihi henüz belli değil ama besteci olarak çok heyecanlıyım. Orkestralı, korolu bir eserim icra edilecek.

Cemal Reşit Rey'in Çelebi Operası yayımlanmayı bekliyor
Aydın Karlıbel, 1980’de vefat edene kadar Cemal Reşit Rey’in 19 yıl öğrencisi oldu. Önce Nişantaşı’nda, sonra Beşiktaş Serencebey’deki evine ders için çok gidip geldi. Rey’in 40 yılını verdiği Çelebi Operası’na ve daha birçok bestesinin yazılmasına o evde yakından tanıklık etti. Fakat ünlü besteci vefat ettikten sonra Çelebi Operası ortadan kaybolmuştu. Daha doğrusu Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin kütüphanesinin arşivinde unutulmuştu. Hocasının el yazısı ile yazdığı o eseri 2005’te tozlu raflarda bulup ortaya çıkaran Karlıbel, o günden beri eserin notalarının bilgisayara aktarımı için uğraşıyordu. Devamını kendisinden dinleyelim:

“Sekiz yıl boyunca notalarını temize çektim. 430 sayfalık eser oldu. Ayrıca hocamın Fatih Senfonisi ve diğer piyano bestelerini bilgisayara aktardım. En büyük arzum bunların yayınlanması. Yayımlanırsa öncelikle hocamın eseri basılmış olacak. Bugüne kadar hiç yapılmadı bu. Ayrıca Türkiye’deki müziği merak edenlerin işine yarayabilir bu eser. Müzik ansiklopedisi niteliğindedir. Lale Devri’nde yaşayan Çelebi Mehmet Efendi ve Fatma’nın aşkını anlatan opera dört perdelik bir abide. Cemal Reşit Rey burada bütün hünerlerini gösteriyor. Sanatını en mükemmel haliyle temsil eden, bize öğreten, ondan kalan en büyük yadigarlardan. 40 yıldan fazla üzerinde uğraştığı bir eser. Kuyumcu titizliği ile işlemiş.” Aydın Karlıbel’in Yahya Kemal Oratoryosu dışında Eyyubiler ve Piri Reis operaları, Atatürk Senfonisi ve marşları bulunuyor. Karlıbel’e bunlar ne zaman seslendirilecek diye soruyoruz: “Daha büyüklere yer veriliyor; Verdi, Puccini, Rossini gibi. Aslında aziz hocamın Çelebi Operası’nın sahnelenmesi en büyük arzumdur.” diyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



6 Temmuz 2014 Pazar

‘Meşk’ ile bir kez daha!

6 Temmuz 2014
Ramazan'da düzenlenen "Geleneksel Sanatlar Buluşması Meşk V" sergisi, Sefaköy Cennet Kültür Merkezi'nde dün açıldı. İlk başlarda Türkiye genelinde yapılan sergiye artık İslam coğrafyasından sanatçılar katılıyor. Bu yıl, 15 ülkeden 99 sanatçının yaklaşık 150 eseri bir ay boyunca sergilenecek.


Meşk, başlangıç demek. Bir hattatın ya da müzisyenin eserine başlamadan önceki alışma turları anlamına geliyor. Şiirsel bir isim aynı zamanda, açtıkça, içini doldurabileceğiniz bir bohçası var. Sefaköy Cennet Kültür Merkezi'nde dün beşincisi açılan “Meşk” sergilerinin de kaderi böyle. Hat, tezhip, minyatür, çini, ebru, kat'ı ve cilt sanatı dalında üretilen eserleri sergilemek amacıyla bir Ramazan etkinliği olarak yola çıkan Meşk, ulusal ölçekte başladı.

2009'daki ilk sergide 47, ikincisinde 51 sanatçı bir araya geldi. 2012'deki üçüncü sergi, uluslararası boyut kazanınca, yıllara göre sırasıyla 63 ve 67 sanatçı Meşk'te buluştu. Bu yıl ise sayı hayli artmış durumda. Pakistan, Mısır, İran, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Özbekistan, Kazakistan, Rusya, Ürdün, Hindistan, Başkırdistan Cumhuriyeti ve Türkiye'den 99 sanatçının yaklaşık 150 eseri Ramazan boyunca sergilenecek.

‘Meşk'e ilginin giderek artmasının “Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı.” sözüyle bağlantısı olmalı. Sanatçılardan Yemenli Zeki Ali Hasan Saif, Suriyeli Hisam Alhmada, Başkırdistanlı Said Abuzeroğlu, ünlü hattat Hasan Çelebi'den ders almış, diğerlerinin önemli bir kısmı ülkemizdeki yarışmalara katılmış. Pakistanlı Syed Najam Ul Hassan Kazmi, minyatür dalında Türkiye-Pencap Hükümet Sanat Konseyi'nden altın madalya kazanmış. Kimi de İranlı hattat Azim Bedri Goki gibi artık İstanbul'a yerleşmiş, çalışmalarına merkezde devam ediyor. Sergiye Pakistan'dan yoğun bir katılım olduğu görülüyor. Bazılarının Türkiye muhabbetleri işlerine de yansımış. Hira Zubair'in ‘Büyük Türkiye', ‘Türk Denizi' isimli minyatürleri bunun göstergesi.

Klasik ve modern bir arada

Sergide hem klasik hem de modern tarzda çalışmalar yer alıyor. Azim Bedri'nin renkli hatları ile Saima Fahad'ın kırmızı, mavi ve yeşil renklerle yazdığı Peygamberimiz'in ismi, ülkemiz için oldukça marjinal. Serginin küratörü Erkan Doğanay'a göre böyle bir çalışma Türkiye'de yapılsa tepki çeker fakat sonuçta bu eserler, günümüze ait. Bu dönemin şartlarını, ruhunu ifade ediyor.

Ramazan'da yapılan kültür sanat etkinlikleri yıllardır amatör çizgiden kurtulamıyor. Tiyatroyu çadır, İslam sanatlarını süsleme sanatı olarak algılayan bir yaklaşım hakim. Beş sene önce Ramazan etkinliği olarak planlanan, daha sonra hem İslam coğrafyasının sanatçılarını bir araya getirme amacına evrilen, hem de İslam sanatlarının gelişmesine katkıda bulunan, aynı zamanda ülkemizin hoca ve öğrencilerini buluşturan ‘Meşk' sergileri, bu anlayıştan farklı bir yerde duruyor.

Hoca-öğrenci demişken, Mamure Öz (tezhip), Semih İrteş (tezhip), Savaş Çevik (hat), Dürdane Ünver (kat'ı), Taner Alakuş (minyatür), Alparslan Babaoğlu (ebru), Süleyman Berk (hat), Sadrettin Özçimi (ebru) gibi günümüzün ustalarının eserleri, Meşk'te öğrencileriyle birlikte sergileniyor. “Uluslararası Geleneksel Sanat Buluşmaları-Meşk V” sergisi, temmuz sonuna kadar görülebilir.

‘Sergi, bir enstitüye dönüştü’

 

Erkan Doğanay (Küratör): “Sergimiz iki açıdan önemli. Birincisi, İslam coğrafyasından eserlerin birbiriyle ilişkisini, ilintisini ve eleştirisini yan yana koyduğunuz zaman görebiliyorsunuz. İkincisi Meşk, giderek tüm ülkeler arasında ortak bir enstitüye dönüştü. 'Ortak dil yakalayabilir miyiz?' diye yönümüzü İslam ülkelerine döndürdük. Üç yılda zincir genişledi. Sanatın zaten birleştirici yönü var. Sergimiz güzel şeylere de vesile oluyor. Cezayir'de her sene minyatür festivali düzenlenir. Cezayirli sanatçı, hem sergimize katılmak hem de Türk minyatür sanatçılarını tanımak için buradaki, ülkesindeki festivale sanatçılarımızı davet etmek istiyor.”


Azim Bedri Goki

Fatih Özkafa


Cilt sanatçısı İslam Seçen'in bir çalışması.







Sergi hazırlanırken...
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ