25 Şubat 2013 Pazartesi

"Babamız, şiire gönül veren gençlere hep destek olurdu"

25 Şubat 2013 
Şair-yazar Behçet Necatigil’in kızları Ayşe Sarısayın ve Selma Necatigil:
"Babamız, şiire gönül veren gençlere hep destek olurdu"
Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği Kelebeğin Rüyası filmi ile yeniden gündeme gelen şair Behçet Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın (üstte solda), “Babam bu filmdeki karakterlerden biri olmakla birlikte, bir sembol aslında. Şiir sevdalısı gençlere yol gösteren, onları korumaya çalışan bir şair-öğretmen.” diyor. (Selma Necatigil solda.)
34 yıl önce vefat eden şair-yazar Behçet Necatigil’in hayatının küçük bir bölümü sinema filmine konu oldu. Cuma günü gösterime giren Kelebeğin Rüyası, Zonguldaklı genç şairler Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) ve Rüştü Onur’un (Mert Fırat) gerçek yaşam öyküsünü anlatsa da onların fikir dünyasını etkileyen ve ‘hoca’ diye hitap ettikleri Behçet Necatigil’i (Yılmaz Erdoğan), güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkarıyor. Şairlerin hangi halet-i ruhiye ile şiir yazdıklarını, yokluğa, hastalığa rağmen şiire tutunmanın heyecanını, en çok da taşrada şair olmanın ne zor olduğunu hissettiğimiz filmde, ‘hoca’nın genç edebiyatçılara kol kanat germesine tanık oluyoruz.

Necatigil, 1941 yılında tayin olduğu Zonguldak Çelikel Lisesi’nde üç yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. O dönemde yayımlanan Ocak gazetesi, Kara Elmas dergisi ve Değirmen mecmuasında, Uslu ve Onur ile birlikte şiirlerinin yayımlandığını mektuplarında yazıyor. Dostlarına, iki gençten övgüyle bahsediyor. Necatigil vefat ettiğinde büyük kızı Selma 27, küçük kızı Ayşe 21 yaşındaydı ve halen anneleri Huriye Necatigil’in (92) yaşadığı Beşiktaş Nüzhetiye Caddesi’ndeki Deniz Apartmanı’nda ikamet ediyorlardı. Ve bu evin edebiyata, şiire gönül veren pek çok geleni gideni vardı. Bu vesileyle yazarın kızlarına o günleri ve filmle ilgili düşüncelerini sorduk.


Kelebeğin Rüyası filmindeki Behçet Necatigil portresini nasıl buldunuz? 

Ayşe Sarısayın: Filmdeki “hoca” karakteri elbette ki Necatigil’den esinlenerek yaratılmış, ancak görüntü olarak Necatigil’e benzeyip benzememesi belirleyici değildi bizce. Babam Zonguldak Çelikel Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı yıllarda çok genç henüz, yirmili yaşlarında. Yılmaz Erdoğan’la da görüşmüştük çekimler sürerken, Necatigil’e benzemek zorunda olmadığı konusunda aynı düşüncedeydik sanırım. Babam bu filmdeki karakterlerden biri olmakla birlikte, bir sembol aslında. Şiir sevdalısı gençlere yol gösteren, onları korumaya çalışan bir şair-öğretmen.

Selma Necatigil: Genç şairlerin “hoca”yla bazı diyalogları, hoş espriler ve inceliklerle dolu. Nasıl ki bazı şiirlerin alt okumaları, belli birikimler ve emek istiyorsa okurdan, bu diyaloglar da öyle. Şairler ve şiirler üzerine örülmüş bir filmin, şiir gibi olması kaçınılmaz galiba...

Filmin senaryo yazımı ve çekim aşamasında ne tür katkılarınız oldu? 

Selma Necatigil: Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur, yabancı olmadığımız isimlerdi, babamın Zonguldak yıllarında öğrencisi olduklarını ve onları önemsediğini biliyorduk. Bazı  mektuplarında da adları geçiyor. Yakın dostu Tahir Alangu'ya Zonguldak'tan yazdığı 14.4.1942 tarihli mektupta şöyle söz ediyor bu gençlerden: “Buralı iki genç -henüz liseyi bitirmemiş şairle birlikte, gazetede de göreceksin ya, üç şiir (Her üçü de henüz hiçbir mecmuada çıkmamıştır. Yeni Zonguldak'a bahşettik bu şerefi!) çıkarıyoruz.”
Yılmaz Erdoğan ve ekibiyle birkaç kez görüştük. Her iki şairin de hayatı, döneme ilişkin tüm detaylar yıllardır araştırılmış ve senaryo yazılmıştı, katkımız yalnızca Necatigil’in bazı fotoğraflarını, ses ve görüntü kayıtlarını iletmek şeklinde.

Ayşe Sarısayın: Zonguldak yılları, babam açısından da önemli olmalı ki, bir röportajında değinmiş o döneme: “Kanaatimce asıl açılmaya, asıl kendi sesimi duyurmaya Kars (1941) ve Zonguldak (1942-1943) liselerindeki öğretmenliğim esnasında başladım. Hele Zonguldak’a tayinim, çok isabetli oldu. Kastettiğiniz mânâda muhiti orada buldum. Pek genç yaşta ölümleri şiir hayatımız için cidden büyük bir kayıp olan Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu gibi iki kuvvetli şairle birlikte çalıştık. Zonguldak’ta çıkan Ocak gazetesinde, Kara Elmas Dergisi’nde ve Değirmen (İstanbul) mecmuasında beraberce şiirler, yazılar yayımladık.”

Babanızın vefatına kadar yaşadığı Beşiktaş Nüzhetiye Caddesi’ndeki eviniz genç şairlerin uğrak yeri miydi? 

Ayşe Sarısayın: Gelip gidenler çok olurdu. Öğrencilerinden özellikle. Öğrencilerin sevdiği bir öğretmendi. Kabataş Lisesi’nde öğretmenlik yaparken aralarında Hilmi Yavuz’un da olduğu bir grup öğrenciyle bir dergi çıkardılar zaten. Babam, kendisine mektupla herhangi bir şey gönderenlere, yaşlı genç fark etmez mutlaka cevap yazardı. Babam genç şairlerle her zaman yakından ilgilendi.

Eviniz her daim şiirlerin konuşulduğu, şairlerin yetiştiği “Evimiz şiir ocağıydı” diyebilir misiniz?

Ayşe Sarısayın: Şiir konuşulurdu tabi. Ama biz çok gençtik. Bunların ne kadar içindeydik, tam hatırlayamıyorum. Şunu hatırlıyoruz, ikimizin de babamızla ilgili en net görüntüsü: Bir şiir üzerinde çalışırken çok kendine içine kapanırdı. Bazen günlerce. Odasından az çıkardı. İçine sinerek o şiir bittiğinde ise çok büyük bir keyifle kapıyı açardı. Ve genelde anneme okurdu o şiiri. Eve gelip giden genç öğrenciler olsun kendi yaşıtı şair arkadaşları olsun daha çok odasında olurlardı. Biz de kendi odamızdaydık. O konuşmalara birebir tanık olmadık. Ya çocuktuk ya da öğrenciydik ve evin dışındaydık.  Elbette edebiyatın, şiirin çok hissedildiği, edebiyat kokan bir evde büyüdük. Kitapların arasında doğduk ikimizde.

Selma Necatigil: Mesela bir şey sorardık kendisine, bir mısra ile cevap verirdi. Ya da ‘Yazdık, falanca sayfada.’ derdi.

Sinemamızda Türk edebiyatının bu kadar başarılı işlendiği film sayısı çok az. Kelebeğin Rüyası bu anlamda oldukça başarılı. Behçet Necatigil’in ana karakterlerden biri olan filmi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayşe Sarısayın: “Kelebeğin Rüyası” filmi, popüler kültüre gitgide yenik düştüğümüz dünya düzeninde cesur ve başarılı bir girişim. İki yönden önemli olduğunu düşünüyorum, biri pek çoğumuzun bilmediği, bilse de unuttuğu “mükellefiyet dönemi”ni hatırlatması, diğeri ise edebiyatı ve şiiri gündeme getirmesi. Uzun yıllar önce kaybettiğimiz iki genç şairin hayatından bir kesit, ama bu ülkenin unutulan tarihinden de bir kesit aynı zamanda. Bu filmle birlikte, günümüzde ancak edebiyat tutkunu bir avuç insanın tanıdığı bu şairlerin hatırlanması ve umuyorum ki yeniden okunması büyük bir kazanç.

Selma Necatigil: Filmin açılış sahnesi çok çarpıcı geldi bana. Bir katırın gözlerinden yeraltının karanlığından yeryüzüne geçiş, siyah-beyaz görüntülerin gitgide renklenmesi... Ve hiç farkına varmadan tükettiğimiz kömürdeki onca emek...

Edebiyat ve sinema arasında aslında tutkulu bir aşk var. Ancak bu aşk bir türlü ülkemizde boy veremedi. Sizce neden?

Selma N.: Bu konu çok boyutlu, çünkü edebiyat uyarlamaları açısından bakarsak Türk sinemasında da çok sayıda örnek var bildiğim kadarıyla. İyi örnekler olduğu gibi, pek de başarılı sayılamayacak bir çok örnek. Nedenleri de çeşitli, teknik imkânlar, maddi sorunlar, vb... 
Edebiyatın ilgi görmesi, genel olarak kültür düzeyiyle ilişkili olsa gerek. Popüler kültürle baş edemeyen edebiyatın, büyük kitlelere ulaşması hayli zor, bu açıdan da ticari kaygılar öne çıkıyor belki. Ancak ticari kaygılarla yapılan filmlerle yetinildiği sürece, beğeni düzeyimizin gelişmesi daha da zorlaşıyor. Çelişkili bir durum...

Ayşe S.: Bir konu daha etken olabilir bu durumda, genelde belleksiz bir toplum olduğumuz söyleniyor -ki tümüyle katıldığım bir görüş- hem unutmaya eğilimliyiz, belki unutmak yönünde eğitildiğimiz için, hem de arşiv yönümüz çok zayıf. Babam müthiş bir arşivci olduğu için biz de farkında olmadan böyle yetiştik, bu yüzden bazen yakın çevremde farklı örnekler gördüğümde şaşırıyorum, hatta irkiliyorum. Geçmişe yönelik bir çalışma yapılmasını zorlaştırıyor, kimi durumlarda imkânsız kılıyor bu durum. Çok zaman alması, maliyetleri yükseltmesi gibi sorunlar... Türkiye’de biyografi türünün dünya edebiyatındaki kadar gelişmemiş olması da aynı nedenlerden belki.

Babanızın hayatıyla ilgili daha özel bir film ya da tiyatro projesi yapmayı düşünüyor musunuz?

Selma N: Bu tür projelerin edebiyata ve tüm sanat dallarına emek vermiş, kendi alanlarında yol açmış pek çok isim için yapılmasını isteriz elbette, hepimizin bu hayatlardan öğreneceği çok şey var. Batı’daki gibi örnekler bizde pek yok ne yazık ki. Belki “Kelebeğin Rüyası” yeni bir ivme getirir bu alana... 

Ayşe S.: Gerçi babam kendi hayatına, özellikle çocukluğuna ilişkin ayrıntılara girmekten kaçınmış genellikle. Selim İleri’yle yaptığı bir röportajda şöyle bir diyalog geçiyor aralarında:
•    Çocukluk dediniz, rahat mı geçti çocukluğunuz?
-    Acılı geçti. İşin mi yok, işimize bakalım!
•    İşim bu.
-    O günlerdeki bana acıyacaksın da ne olacak?
•    Sizi daha iyi anlarız.
-    Şiirlerim anlatmıyor da ben anlatacaksam kendimi sana; kalsın bu konuşma.
•    Bir sanatçının kendi yaşam öyküsünü açıklaması, ayıp mı sizce?
-    Değil, değil ya, tencere kapalı kaynarsa hem yakıttan tasarruf edilir, hem de pişen yemek daha yenerli olur.
Babamın hayatına ilişkin “Çok Şey Yarım Hâlâ” adlı kitabıma da aldığım bu konuşma, bir hayli düşündürmüştü beni, ama yine de bir sanatçının yapıtlarının daha iyi anlaşılması için, bu tür çalışmaların gerekliliğine inanıyorum.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



20 Şubat 2013 Çarşamba

"Burası bir tepki konservatuarı olarak kuruldu"

20 Şubat 2013
İTÜ Türk Müziği Konservatuarı Müdürü Adnan Koç: Burası bir tepki konservatuarı olarak kuruldu

İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı, tarihinde ilk kez kapılarını dün basın mensuplarına açtı. Bugüne kadar pek çok sanatçıyı Türk müziğine kazandıran kurum, 37 yıl önce ‘bir tepki konservatuarı’ olarak kurulmuş. Neye, kime tepki peki?

İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı (TMDK) 3 Mart 1976'da eğitime başladı ve o günden bu yana pek çok sanatçı yetiştirdi. Dün ilk kez kapılarını basına açan, öğrencileri ve bölüm başkanlarıyla birlikte 7 bölümünü basına tanıtan kurum, 37 yıl önce ‘bir tepki konservatuarı' olarak kurulmuş. Neye, kime tepki peki? Bunu anlamak için Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllara gitmek gerekiyor. Zorlu geçen süreci İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı Müdürü Adnan Koç anlattı. Klasik Türk müziği, binlerce yıllık bir kültürden süzülerek oluşmuş ve bu müzik gelenek olmadan devam edemeyen bir yapıya sahip. Cumhuriyet'le birlikte ise ulusal müzik oluşturma gayretleri ortaya çıkıyor. Ulusallaşmanın temelleri atılırken ‘Batı ne yapıyorsa biz de onları yapalım' fikriyle hareket ediliyor. Bu anlamda sadece Türkiye'de yetişen derlemeciler değil, Macar müzikolog Bela Bartok gibi isimler ülkemize davet ediliyor. Maksat; yerel ya da geleneksel müzikler derlenecek ve Batı'nın yaptığı şekilde çok sesli müzikler şeklinde sunulacak. Tabii, güzel işler de yapılıyor. Şimdiki İstanbul Üniversitesi Belediye Konservatuarı olan o zamanki Belediye Konservatuarı'nın 1924'lerde başlayan gayretleri inkâr edilemez.

Daha sonra 1936'da Alman besteci Paul Hindemith öncülüğünde Ankara Devlet Konservatuarı kuruluyor. Fakat Batı eksenli kurulan bu konservatuarlar zamanla klasik Türk müziğini terk ediyor. Çünkü 1926'da Türk müziği eğitimi yasaklanıyor ve dönemin Türkçeleştirme politikaları gereğince klasik eserlerin dili bahane edilerek 1934'te bu eserlerin radyodan yayınlanması yasaklanıyor. Halen İTÜ ve ODTÜ'de dersler veren bestekâr Erol Sayan, o yılları anlatırken, “Bizi okuldan kovarlardı, elimizde Türk müziği enstrümanıyla içeri giremezdik.” diyor.

Kendi ülkesinde üvey evlat muamelesi gören klasik Türk müziğinin seslerine alerji oluşuyor devlet konservatuarlarında. 1970'lere gelindiğinde ise ‘hakir görülen' bu müziğin değerli isimleri dayanışmaya girerek Türk müziği konservatuarı kurulmasını istiyorlar. Bu, çok sancılı ve çalkantılı bir süreç. Sadece kendi içinde de çalkantı değil, Ankara'yla bağlantısı var sürecin. Ercüment Berker, Adalet Partisi'nin avukatlarından biri. Türk müziği konservatuarının açılabilmesi ancak yasal bir zeminle mümkün. Berker Ankara'yla bağlantısını kesmeden yönetiyor süreci ve nihayetinde onun başkanlığı, Prof. Dr. Muharrem Ergin, Cahit Atasoy, Neriman Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Cüneyt Orhon, Yılmaz Öztuna, İsmail Baha Sürelsan ve Alâeddin Yavaşça'nın öncülüğünde 1975'te ülkemizin ilk klasik Türk müziği konservatuarı kuruluyor. 1976'da da öğrenciler eğitime başlıyor.

Bağlama sanatçısı olan Adnan Koç ve müdür yardımcısı Cihangir Terzi, bunları bir itham değil, bir tespit olarak anlattıklarını vurguluyor ve ekliyorlar: “Geleneksel müzik hakir görülerek, farklı bir yaklaşım sergilendiği için bir tepki konservatuarı kurulduğunu söylüyoruz. Şimdi böyle bir şey söz konusu değil. Geçmişte yapılan cephesel ayrılımın yanlış olduğunun farkındayız. Doğu-batı demeden bütün konservatuarlarşbirliği içindeyiz.” Ancak ülkemizde şu anda klasik Türk müziği eğitimi veren 5 üniversite var. Batı eksenli eğitimle yollarına devam eden, Türk enstrümanlarını eğitim planlarında bulundurmayan okul sayısının 45 olması yine de ne kadar ironik!





Alaeddin Yavaşça'nın kostümü

Basından büyük ilgi
Basının büyük ilgi gösterdiğiprogramda önce enstrümanların yapım aşamaları gösterildi, ardından ses tasarımı kısmında canlı ses kaydı yapıldı. Ses eğitimi bölümü öğrencileri Türk halk müziği ve Türk sanat müziğinden örnekler sundu. Çalgı bölümünde ise konservatuarın lise öğrencileri hem Türk halk müziği hem de klasik Türk müziğinden enstrümantal eserler icra etti. Son olarak ise Türk halk oyunları bölümü öğrencileri zeybek ve horon başta olmak üzere farklı yörelerden halk oyunları sergiledi. (Tuğba Öcek, İstanbul) 

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

18 Şubat 2013 Pazartesi

Tanpınar okurları bu konseri sevecek

18 Şubat 2013
Yeni kurulan CRR Türk Müziği Topluluğu, önümüzdeki ay, hem edebiyatçıları hem de klasik Türk müziği sevenleri ilgilendiren, bugüne kadar düşünülmemiş bir konser verecek. AhmetHamdi Tanpınar’ın eserlerinde bahsettiği bestekârların eserlerinden oluşan konserin tarihini ve saatini şimdiden not edin: 13 Mart, 20.00.

CRR Türk Müziği Topluluğu, 26 Şubat’ta CRR’deki ilk konserlerinde Tanburi Cemil Bey’in eserlerini icra edecek.



Türk edebiyatının son yıllarda en çok merak edilen ve okunan ismi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962) önemli bir özelliği de geleneksel Türk müziğimiz üzerine yaptığı tespitlerdi. Ona göre Türk musikisi üç büyük eser etrafında gelişti. Bunlar sırasıyla Merâgi'nin Segah
makamındaki kâr'ı*, Itri'nin Nevakâr'ı ve Dede Efendi'nin Ferahfeza makamındaki Mevlevi ayini. Nevakâr'ın yanına yine Itri'nin olan Na't da ilave edilebilir… Yine Tanpınar'a göre acemaşiranlar, mahurlar, sultanıyegahlar, bütün bunların hepsi kendi içimizde zaman zaman kaybolacağımız açık kapılara benzerler. Zaten Huzur, neyzen Emin Dede (Emin Yazıcı) üzerine kurulan bir eser, hep Dede Efendi'nin bestelerinden bahsediyor Tanpınar. Beş Şehir'in İstanbul bölümü onun yüksek müzik zevkinin işareti. Mahur Beste'nin ise ismi bile yeterli. Tanpınar'ın Dede Efendi için söylediği “Onun kartalı doğrudan doğruya güneşe kanat açar, zamanında ve daha ötesinde konuşan tek ses onun sesidir, diyebiliriz ki, daha ilk notalarda bizi kendi zamanımızdan çıkarır, onun bize hazırladığı zamana gireriz.” gibi cümleler belki de edebiyat tarihimizde ilk kez söylenmiştir.

20 yaşından beri Tanpınar okuyan ve onun eserlerindeki müzik zevkine hayran olan tambur sanatçısı Hakan Talu, yazarın romanlarında, öykülerinde, makalelerinde bahsettiği bestekârların eserlerinden bir repertuvar oluşturdu. Cemal Reşit Rey Türk Müziği Topluluğu ‘Tanpınar'ın Satır Aralarından Musiki' konserinde Türk müziğinin temelini oluşturan bestekârların eserlerini seslendirerek adeta Tanpınar'ın yüksek musiki anlayışı ve zevkini altmış yıl aradan sonra bugünün dinleyicilerle paylaşacak. Talu'ya göre Tanpınar, teknik müzik bilgisine sahip değil ama çok iyi bir dinleyici ve müziğe bakışı çok üst seviyede. Bir defa hocası Yahya Kemal Beyatlı. Yahya Kemal, Fransa'ya öğrenime giderken yanında Tanburi Cemil Bey'in bütün plaklarını götürür.

15 bestenin icra edileceği konserde Tanpınar'ın hayatı, dünya görüşü anlatılırken hep bir eserin hikayesi de dinleyicilerle paylaşılacak. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir'de anlattığına göre Ahmet
Rasim'le Adalar'da karşılaştıklarında onunla edebiyat konuşmak ister. Ancak Rasim, “Boşver bunları, müzik konuşalım, sen benim bestenigar'ımı biliyor musun?” diye sorar kendisine. Ahmet Rasim, Nigar adında bir kızcağıza ders vermeye gidiyordur o zamanlar. Ancak kız 16 yaşında vefat eder. Rasim de çok sevdiği öğrencisi için bir güfte yazar, sonra da bu güfteyi Hafız Hüsnü Efendi besteler: “Çok sürmedi geçti tarâb-ı şevk-i baharım/soldu emelim, goncelerim, reng-i izârım/bir bülbül-i raksân-ı tarâb-nâk idim amma/ bilmem ki neden terk-i hevâ etdi hezârım/ bir nağme-i dilsûz u gam ile düştü irak'a/ ben böyle gönüller yakıcı bestenigâr'ım.” Konserde bu eseri dinleyebilirsiniz. Bestenigar, Türk müziğinin en eski makamlarından biri. Dede Efendi'nin bu makamda pek çok eseri bulunuyor. Hakan Talu, bu nedenle Dede Efendi'nin diğer birkaç eserine de repertuarda yer verdiğini söylüyor. * İçinde çeşitli makamları anlatan Türk müziğinin en büyük formu.

‘Tanpınar’ın Satır Aralarından Musiki’ konserinin repertuarını tambur sanatçısı Hakan Talu (ön sıra, sağdan üçüncü) hazırladı.
Cemal Reşit Rey Türk Müziği Topluluğu, çoğu İstanbul'un kültür kurumlarında görevli, bir kısmı üniversitelerde hoca olan genç sanatçılardan oluşuyor. İki ay önce CRR'nin başına gelen Genel Sanat Yönetmeni Ozan Binici tarafından kurulan topluluğun abisi olarak tanınan Hakan Talu tambur sanatçısı. Grupta ayrıca iki neyzen, iki ud, kanun, kemençe, iki ritim ve sekiz ses sanatçısı olmak üzere yaklaşık 20 sanatçı var. Solistler arasında ise Aslıhan Erkişi ve Murat Bardakçı'nın sunduğu Tarihin Arka Odası programında verdiği minik konserlerle kendini sevdiren Yaprak Sayar bulunuyor.

Röportaj sonrası sanatçılarla birlikte.

 HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

2 Şubat 2013 Cumartesi

‘Kültür bakanının talimatıyla tablolarımız sergiden indirilmişti’

2 Şubat 2013
 Minyatür dalında Kültür Sanat Büyük Ödülü'nü alan Cahide Keskiner: 
‘Kültür bakanının talimatıyla tablolarımız sergiden indirilmişti’

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın dört yılda bir verdiği Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü bu yıl, Cahide Keskiner (minyatür), Hüseyin Öksüz (hat), Çiçek Derman (tezhip), Salih Balakbabalar (sedefkar), İslam Seçen (cilt), Alparslan Babaoğlu (ebru) aldı. Keskiner: “1970’li yıllarda açtığımız bir sergide ‘bunlar tekke yazıları’ diye tablolarımız indirildi. Dönemin bakanını zor ikna ettim.” diyor.

Minyatür sanatçısı Cahide Keskiner, 60 yıllık sanat hayatında devlet düzeyinde pek çok ödül aldı. En son ödülü de çarşamba günü Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın dört yılda bir verdiği Kültür Sanat Büyük Ödülü'ydü. Keskiner, bugünlere çok kolay gelmediklerini söylüyor ve 1970'li yıllarda yaşadığı olayı şöyle anlatıyor: “O zamanlarda sergiler Ankara Zafer Çarşısı'ndaki Kültür Bakanlığı'na ait galeride açılırdı. Minyatür, hat, tezhip ve hilye-i şeriflerden oluşan karma bir sergi hazırlamıştık. Dönemin kültür bakanı Cihat Baban'ın talimatıyla gelen yetkililer, bunlar ‘tekke yazıları' diyerek tabloları indirdiler. Minyatürlerin çok fazla dini içerikli olmasını istemezlerdi. Sergiyi ben koordine ettiğim için Cihat Baban'ın yanına çıktım. Siyasi bir amacımız olmadığını anlatıp kendisini ikna ettikten sonra tablolar tekrar asıldı. O günlerden bu yana hep sanatımızı tanıtmak için uğraştık.”



Keskiner, ‘bu sanatlar bizim kültürümüz, değerlerimiz… Öz varlığımız onlara bağlı diye' nasıl çırpındıklarını anlatırken dönemin önemli gazetecilerinden Burhan Felek ile aralarında geçen konuşmayı da aktarıyor: “Hiç unutmam rahmetli Burhan Felek'le bizimle röportaj yapması için görüşmeye gittik. Kendisi önemli bir isim. Bana dedi ki: ‘Cahide Hanım, bunlar sizin için önemli. Bizim için hiçbir önemi yok.' O kadar çok mücadele ettik ki!”

Sadece Keskiner değil, ödül alan ebruzen Alparslan Babaoğlu'nun (üstte) on yıl önce Amerikan İstanbul Başkonsolosu ile yaşadığı olay, bir sanatçı için rencide edici. Kendisinden dinleyelim: “David Arden ve eşi ebrunun nasıl yapıldığını merak etmişler. Bir akşam evime beni seyretmeye geldiler ve çok etkilendiler. Arden dedi ki: ‘Eski kültür bakanı Fikri Sağlar yakın arkadaşım. İsterseniz yeni kültür bakanı İstemihan Talay ile sizi tanıştırmasını söyleyeyim.' Kendisine ‘İkisi de benim çok yakın dostumdur. Gerek yok.' diye cevap verdim. Oysa kimseyi tanıdığım yok, utancımdan yalan söylemek zorunda kaldım. Bir Amerikalının beni kültür bakanımızla tanıştırmayı teklif etmesi zoruma gitti. Bu ödül beni ziyadesiyle memnun etti.”

‘Ödülü alırken içimde burukluk hissettim'
'Tezhip sanatkârı Çiçek Derman (üstte), ilk defa bakanlık düzeyinde ödüle layık görülmenin sevinci içinde ama sanatının yükselerek devam etmesi onun için daha mühim. Ödülünü alırken içinin burkulmasının da haklı bir nedeni var. Bu ödülün aslında en zor zamanlarda, hiç yılmadan mücadele eden hocalarının hakkı olduğunu düşünüyor. Derman, 1980'li yıllarda eşi Uğur Derman'la birlikte Avrupa Dışı Sanatlar Birliği tarafından tezhip ve hat sanatını tanıtmak üzere bir ay üç ülkede atölye çalışması yapmışlar. Önce Cenevre, sonra Londra, en son da Milano'da. “Karı-koca bizlere 24 saat tercüman tahsis edildi, önümüze kırmızı halılar serildi. İnsanlar ne yapacaklarını bilemediler.' derken Avrupalıdan gördükleri ilgi karşısında çok üzülmüşler!

İlk kez bir cilt sanatçısı ödüllendirildi 
Mimar Sinan Üniversitesi'nde Cilt Ana Sanat Dalı'nda klasik ciltçilik dersleri veren Prof. Dr. İslam Seçen (üstte), yazma ve matbu eserlerin restorasyonu konusunda Türkiye'nin en yetkin isimlerinden. Kendisi ders veriyor ama öğrencisi fazla yok. Toplam 8-9 kişi. Zaten işin ruhu da ancak bu kadar bir mevcudu kaldırabiliyor. “Artık kendimizi eski eserlere adadık. Arşivimizi korumamız ve zenginleştirmemiz lazım. Arşivi olmayan bir devlet yaşayamaz.” diyen Seçen, cilt sanatı dalında ödüllendirilen ilk isim.

Marangoz atölyesinden sedefkârlığa

Sedefkârlık, Salih Balakbabalar’ın (yanda) ifadesiyle zanaatı bol, sanatı az olan bir dal. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bu işin hocalığını yapan sanatçı, sedefkarlığın akademik bir hüviyet kazanmasında önemli katkıları oldu. Hat ve tezhipte üstatlarla çalışan Balakbabalar, sedef kakmacılığında kendi kendine yol kat etti. Bir ustasının olmadığını söylüyor. Önce İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, sonra İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nı bitirdi. Öğrencilik yıllarında bir marangozluk atölyesinde çalışması ona sanata uzanan yolu açtı. İnci Ayan Birol ve Çiçek-Uğur Derman çiftiyle tanışınca işlerinin üslup kazanmaya başladığını ifade ediyor. “Sanatımızın karşılık görmesi sevindirici.” diyen Balakbabalar’ın birçok özel koleksiyonda ve müzelerde eseri bulunuyor.

Hattat Hüseyin Öksüz.