25 Şubat 2013 Pazartesi

"Babamız, şiire gönül veren gençlere hep destek olurdu"

25 Şubat 2013 
Şair-yazar Behçet Necatigil’in kızları Ayşe Sarısayın ve Selma Necatigil:
"Babamız, şiire gönül veren gençlere hep destek olurdu"
Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği Kelebeğin Rüyası filmi ile yeniden gündeme gelen şair Behçet Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın (üstte solda), “Babam bu filmdeki karakterlerden biri olmakla birlikte, bir sembol aslında. Şiir sevdalısı gençlere yol gösteren, onları korumaya çalışan bir şair-öğretmen.” diyor. (Selma Necatigil solda.)
34 yıl önce vefat eden şair-yazar Behçet Necatigil’in hayatının küçük bir bölümü sinema filmine konu oldu. Cuma günü gösterime giren Kelebeğin Rüyası, Zonguldaklı genç şairler Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) ve Rüştü Onur’un (Mert Fırat) gerçek yaşam öyküsünü anlatsa da onların fikir dünyasını etkileyen ve ‘hoca’ diye hitap ettikleri Behçet Necatigil’i (Yılmaz Erdoğan), güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkarıyor. Şairlerin hangi halet-i ruhiye ile şiir yazdıklarını, yokluğa, hastalığa rağmen şiire tutunmanın heyecanını, en çok da taşrada şair olmanın ne zor olduğunu hissettiğimiz filmde, ‘hoca’nın genç edebiyatçılara kol kanat germesine tanık oluyoruz.

Necatigil, 1941 yılında tayin olduğu Zonguldak Çelikel Lisesi’nde üç yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. O dönemde yayımlanan Ocak gazetesi, Kara Elmas dergisi ve Değirmen mecmuasında, Uslu ve Onur ile birlikte şiirlerinin yayımlandığını mektuplarında yazıyor. Dostlarına, iki gençten övgüyle bahsediyor. Necatigil vefat ettiğinde büyük kızı Selma 27, küçük kızı Ayşe 21 yaşındaydı ve halen anneleri Huriye Necatigil’in (92) yaşadığı Beşiktaş Nüzhetiye Caddesi’ndeki Deniz Apartmanı’nda ikamet ediyorlardı. Ve bu evin edebiyata, şiire gönül veren pek çok geleni gideni vardı. Bu vesileyle yazarın kızlarına o günleri ve filmle ilgili düşüncelerini sorduk.


Kelebeğin Rüyası filmindeki Behçet Necatigil portresini nasıl buldunuz? 

Ayşe Sarısayın: Filmdeki “hoca” karakteri elbette ki Necatigil’den esinlenerek yaratılmış, ancak görüntü olarak Necatigil’e benzeyip benzememesi belirleyici değildi bizce. Babam Zonguldak Çelikel Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı yıllarda çok genç henüz, yirmili yaşlarında. Yılmaz Erdoğan’la da görüşmüştük çekimler sürerken, Necatigil’e benzemek zorunda olmadığı konusunda aynı düşüncedeydik sanırım. Babam bu filmdeki karakterlerden biri olmakla birlikte, bir sembol aslında. Şiir sevdalısı gençlere yol gösteren, onları korumaya çalışan bir şair-öğretmen.

Selma Necatigil: Genç şairlerin “hoca”yla bazı diyalogları, hoş espriler ve inceliklerle dolu. Nasıl ki bazı şiirlerin alt okumaları, belli birikimler ve emek istiyorsa okurdan, bu diyaloglar da öyle. Şairler ve şiirler üzerine örülmüş bir filmin, şiir gibi olması kaçınılmaz galiba...

Filmin senaryo yazımı ve çekim aşamasında ne tür katkılarınız oldu? 

Selma Necatigil: Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur, yabancı olmadığımız isimlerdi, babamın Zonguldak yıllarında öğrencisi olduklarını ve onları önemsediğini biliyorduk. Bazı  mektuplarında da adları geçiyor. Yakın dostu Tahir Alangu'ya Zonguldak'tan yazdığı 14.4.1942 tarihli mektupta şöyle söz ediyor bu gençlerden: “Buralı iki genç -henüz liseyi bitirmemiş şairle birlikte, gazetede de göreceksin ya, üç şiir (Her üçü de henüz hiçbir mecmuada çıkmamıştır. Yeni Zonguldak'a bahşettik bu şerefi!) çıkarıyoruz.”
Yılmaz Erdoğan ve ekibiyle birkaç kez görüştük. Her iki şairin de hayatı, döneme ilişkin tüm detaylar yıllardır araştırılmış ve senaryo yazılmıştı, katkımız yalnızca Necatigil’in bazı fotoğraflarını, ses ve görüntü kayıtlarını iletmek şeklinde.

Ayşe Sarısayın: Zonguldak yılları, babam açısından da önemli olmalı ki, bir röportajında değinmiş o döneme: “Kanaatimce asıl açılmaya, asıl kendi sesimi duyurmaya Kars (1941) ve Zonguldak (1942-1943) liselerindeki öğretmenliğim esnasında başladım. Hele Zonguldak’a tayinim, çok isabetli oldu. Kastettiğiniz mânâda muhiti orada buldum. Pek genç yaşta ölümleri şiir hayatımız için cidden büyük bir kayıp olan Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu gibi iki kuvvetli şairle birlikte çalıştık. Zonguldak’ta çıkan Ocak gazetesinde, Kara Elmas Dergisi’nde ve Değirmen (İstanbul) mecmuasında beraberce şiirler, yazılar yayımladık.”

Babanızın vefatına kadar yaşadığı Beşiktaş Nüzhetiye Caddesi’ndeki eviniz genç şairlerin uğrak yeri miydi? 

Ayşe Sarısayın: Gelip gidenler çok olurdu. Öğrencilerinden özellikle. Öğrencilerin sevdiği bir öğretmendi. Kabataş Lisesi’nde öğretmenlik yaparken aralarında Hilmi Yavuz’un da olduğu bir grup öğrenciyle bir dergi çıkardılar zaten. Babam, kendisine mektupla herhangi bir şey gönderenlere, yaşlı genç fark etmez mutlaka cevap yazardı. Babam genç şairlerle her zaman yakından ilgilendi.

Eviniz her daim şiirlerin konuşulduğu, şairlerin yetiştiği “Evimiz şiir ocağıydı” diyebilir misiniz?

Ayşe Sarısayın: Şiir konuşulurdu tabi. Ama biz çok gençtik. Bunların ne kadar içindeydik, tam hatırlayamıyorum. Şunu hatırlıyoruz, ikimizin de babamızla ilgili en net görüntüsü: Bir şiir üzerinde çalışırken çok kendine içine kapanırdı. Bazen günlerce. Odasından az çıkardı. İçine sinerek o şiir bittiğinde ise çok büyük bir keyifle kapıyı açardı. Ve genelde anneme okurdu o şiiri. Eve gelip giden genç öğrenciler olsun kendi yaşıtı şair arkadaşları olsun daha çok odasında olurlardı. Biz de kendi odamızdaydık. O konuşmalara birebir tanık olmadık. Ya çocuktuk ya da öğrenciydik ve evin dışındaydık.  Elbette edebiyatın, şiirin çok hissedildiği, edebiyat kokan bir evde büyüdük. Kitapların arasında doğduk ikimizde.

Selma Necatigil: Mesela bir şey sorardık kendisine, bir mısra ile cevap verirdi. Ya da ‘Yazdık, falanca sayfada.’ derdi.

Sinemamızda Türk edebiyatının bu kadar başarılı işlendiği film sayısı çok az. Kelebeğin Rüyası bu anlamda oldukça başarılı. Behçet Necatigil’in ana karakterlerden biri olan filmi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayşe Sarısayın: “Kelebeğin Rüyası” filmi, popüler kültüre gitgide yenik düştüğümüz dünya düzeninde cesur ve başarılı bir girişim. İki yönden önemli olduğunu düşünüyorum, biri pek çoğumuzun bilmediği, bilse de unuttuğu “mükellefiyet dönemi”ni hatırlatması, diğeri ise edebiyatı ve şiiri gündeme getirmesi. Uzun yıllar önce kaybettiğimiz iki genç şairin hayatından bir kesit, ama bu ülkenin unutulan tarihinden de bir kesit aynı zamanda. Bu filmle birlikte, günümüzde ancak edebiyat tutkunu bir avuç insanın tanıdığı bu şairlerin hatırlanması ve umuyorum ki yeniden okunması büyük bir kazanç.

Selma Necatigil: Filmin açılış sahnesi çok çarpıcı geldi bana. Bir katırın gözlerinden yeraltının karanlığından yeryüzüne geçiş, siyah-beyaz görüntülerin gitgide renklenmesi... Ve hiç farkına varmadan tükettiğimiz kömürdeki onca emek...

Edebiyat ve sinema arasında aslında tutkulu bir aşk var. Ancak bu aşk bir türlü ülkemizde boy veremedi. Sizce neden?

Selma N.: Bu konu çok boyutlu, çünkü edebiyat uyarlamaları açısından bakarsak Türk sinemasında da çok sayıda örnek var bildiğim kadarıyla. İyi örnekler olduğu gibi, pek de başarılı sayılamayacak bir çok örnek. Nedenleri de çeşitli, teknik imkânlar, maddi sorunlar, vb... 
Edebiyatın ilgi görmesi, genel olarak kültür düzeyiyle ilişkili olsa gerek. Popüler kültürle baş edemeyen edebiyatın, büyük kitlelere ulaşması hayli zor, bu açıdan da ticari kaygılar öne çıkıyor belki. Ancak ticari kaygılarla yapılan filmlerle yetinildiği sürece, beğeni düzeyimizin gelişmesi daha da zorlaşıyor. Çelişkili bir durum...

Ayşe S.: Bir konu daha etken olabilir bu durumda, genelde belleksiz bir toplum olduğumuz söyleniyor -ki tümüyle katıldığım bir görüş- hem unutmaya eğilimliyiz, belki unutmak yönünde eğitildiğimiz için, hem de arşiv yönümüz çok zayıf. Babam müthiş bir arşivci olduğu için biz de farkında olmadan böyle yetiştik, bu yüzden bazen yakın çevremde farklı örnekler gördüğümde şaşırıyorum, hatta irkiliyorum. Geçmişe yönelik bir çalışma yapılmasını zorlaştırıyor, kimi durumlarda imkânsız kılıyor bu durum. Çok zaman alması, maliyetleri yükseltmesi gibi sorunlar... Türkiye’de biyografi türünün dünya edebiyatındaki kadar gelişmemiş olması da aynı nedenlerden belki.

Babanızın hayatıyla ilgili daha özel bir film ya da tiyatro projesi yapmayı düşünüyor musunuz?

Selma N: Bu tür projelerin edebiyata ve tüm sanat dallarına emek vermiş, kendi alanlarında yol açmış pek çok isim için yapılmasını isteriz elbette, hepimizin bu hayatlardan öğreneceği çok şey var. Batı’daki gibi örnekler bizde pek yok ne yazık ki. Belki “Kelebeğin Rüyası” yeni bir ivme getirir bu alana... 

Ayşe S.: Gerçi babam kendi hayatına, özellikle çocukluğuna ilişkin ayrıntılara girmekten kaçınmış genellikle. Selim İleri’yle yaptığı bir röportajda şöyle bir diyalog geçiyor aralarında:
•    Çocukluk dediniz, rahat mı geçti çocukluğunuz?
-    Acılı geçti. İşin mi yok, işimize bakalım!
•    İşim bu.
-    O günlerdeki bana acıyacaksın da ne olacak?
•    Sizi daha iyi anlarız.
-    Şiirlerim anlatmıyor da ben anlatacaksam kendimi sana; kalsın bu konuşma.
•    Bir sanatçının kendi yaşam öyküsünü açıklaması, ayıp mı sizce?
-    Değil, değil ya, tencere kapalı kaynarsa hem yakıttan tasarruf edilir, hem de pişen yemek daha yenerli olur.
Babamın hayatına ilişkin “Çok Şey Yarım Hâlâ” adlı kitabıma da aldığım bu konuşma, bir hayli düşündürmüştü beni, ama yine de bir sanatçının yapıtlarının daha iyi anlaşılması için, bu tür çalışmaların gerekliliğine inanıyorum.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ