30 Aralık 2014 Salı

Harflerin Aşkına Dair

30 Aralık 2014
Uğur Derman’ın hazırladığı ‘Harflerin Aşkı’ adlı hat koleksiyonu kitabı, geçtiğimiz hafta Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde tanıtıldı. Programın en önemli özelliği, geleneksel sanatlar camiasında henüz oturmayan ‘galeri, sanatçı ve koleksiyoner’ üçgeni arasındaki bağın yavaş yavaş kurulduğunu göstermesiydi. Zira 2013’te ilki gerçekleştirilen All Arts İstanbul, bu nedenle yapılamıyor.
Tanıtım gecesinde (soldan-sağa) hattat Mehmet Özçay, Uğur Derman ve ekspertiz Bora Keskiner konuşma yaptı.



Modern sanatlarla geleneksel sanatları buluşturmak amacıyla 18-21 Nisan 2013’te ilki düzenlenen All Arts İstanbul, 2014 yılında yapılmadı ya da yapılamadı. Fuarın düzenleyicisi, dokuz yıldır giderek büyüyen modern sanat fuarı Contemporary İstanbul’un (CI) yönetim kurulu başkanı Ali Güreli’ydi. Bu yılki CI’da görüştüğümüz Güreli’ye, 2014’te All Arts’ı neden yapmadıklarını, bundan sonra yapıp yapmayacaklarını sorunca şu cevabı verdi:

“CI’da galeri, sanatçı ve koleksiyonerden oluşan üçgen arasında oturmuş bir bağ var. Müzayedeler ve müzeler de bu bağın tamamlayıcısıdır. İlk All Arts İstanbul tecrübemizde şunu gördük: Geleneksel sanatlar camiasında bu ticari ilişkiler kurulmamış. Henüz oturmuş bir ticari platform yok. Fuarlarımızı ayakta tutan iki şey vardır. Birincisi galerilerin ödediği ücret, ikincisi sponsorların verdiği ücret. İkisi bir araya gelince fuarı gerçekleştirebiliyoruz. All Arts’ta galerileri cezbedemedim, çünkü bu ilişkiler oturmadığı için fuarda ne kadar satış yapacağını tahmin edemediler. Sanatçıların zaten çok fazla gücü yok. 90 sanatçıya bilabedel yer verdik ki, sanatçılar CI’da yaşadığımız heyecanı görsün.”

Peki bundan sonra ne olacak? Güreli’ye göre All Arts’ın tekrar gerçekleşebilmesi için tek yol belediyenin ya devletin destek vermesi. İstanbul Kongre Merkezi’ne fuar için 150 bin Euro kira ödediklerini ve yaklaşık 500 bin TL zarar ettiklerini söyleyen Güreli, “Tüm bunlara rağmen yine de devam kararındaydık fakat ülkemizde Gezi ile başlayan, devamı gelen diğer olaylar da bizi korkuttu.” diyor.

Şu durumda All Arts İstanbul’un akıbeti meçhul fakat, Ali Güreli’nin bahsettiği geleneksel sanatlar camiasındaki galerici, sanatçı ve koleksiyoner arasındaki ilişki yavaş yavaş oturuyor. Bunun en canlı örneğini geçtiğimiz perşembe akşamı Üsküdar Belediyesi’nin Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlediği “Harflerin Aşkı” adlı hat koleksiyonu kitabının tanıtımında gördük.

Uğur Derman’ın kaleme aldığı 444 sayfalık kitapta, finans sektöründe çalışan iki işadamı Kerem Kıyak ve Mustafa Balcı’nın koleksiyonu tanıtılıyor. Programda Uğur Derman, Bora Keskiner ve hattat Mehmet Özçay’ın yaptığı konuşmalar, bu ilişkilerde ne kadar geç kalındığını ve alınan mesafenin hangi kilometresinde olduğunu gösteriyor. 15 yıl önce hat koleksiyonu yapmaya başlayan Kerem Kıyak ve Mustafa Balcı, İstanbul’da Özçay, yurt dışında Keskiner danışmanlığında eser alıyor. Bu dayanışmanın ve bilincin tüm koleksiyoner ve sanatçılar arasında kurulması ve galerilerin de işin içine girerek camianın ayakları yere basan bir ekonomi oluşturması geleneksel sanatların geleceği açısından önemli…

Prof. Uğur Derman: “Şunu samimiyetle itiraf etmeliyim ki; bu yaşıma geldim, bir koleksiyon ve o koleksiyonun kataloğu için böyle bir toplantıyı bizim tarihimiz kaydetmiyor.”

Mehmet Özçay (Hattat): “2008’de ilk defa bir müzayedeye eserimi koymuştum. Aşk-u Meşk adlı eserimi kendisini gıyaben tanıdığım Kerem Kıyak’ın aldığını öğrendim. Bilahare başka bir müzayede salonunda kendisine bizzat görüşmek ve tanışmak fırsatını buldum. Doğrusu Kerem Bey’i, hat sanatına karşı çok aşklı ve şevkli gördüm. Bu aşkla çok güzel eserler aldı. Bunların bir kısmı çok nadide, belki tek denilebilecek eserler. Kerem Bey, müzayede salonlarının en heyecanlı aktörü olarak bilinir. Allah şevkini bozmasın, sayılarını artırsın. Hat koleksiyonerliği hat sanatı ve geleceği için önemli bir husus. Henüz istenen sayıda olmasa bile çok değerli koleksiyonerlerimiz var. Çok güzel koleksiyonlar yapıyorlar. Bu güzel bir gelişme. Hat sanatı bir zamanlar maddi değer itibarıyla yerlerde sürünürken şimdi değer ve itibar görüyor. Bu hakikaten yüreğimize su serpiyor. Bu durum, yeni koleksiyonerlere de teşvik olur diye ümit ediyorum.”

Bora Keskiner (Ekspertiz, sanat danışmanı): “İslam sanatının en yüksek formu olan hat sanatının neşv-ü nema ettiği dünyada merkezler vardır. Bağdat (Abbasi), Kahire (Memluk), Bağdat (Karakoyunlu dönemi), Tebriz (Akkoyunlu  dönemi), Herat (Timur İmp.), Tebriz (Safevi) var. İnanılmaz kıymetli eserler bu merkezlerde üretilmiştir. Bu şehirler İstanbul ile kıyas edildiğinde yıldızın yanındaki güneş gibidirler. İstanbul özellikle 500 yıl boyunca bu sanatın en mühim merkezlerinden biri olmuş ve gerek hattat sayısı, gerek diğer kitap sanatları ve üretilen eser sayısıyla bu saydığım mühim merkezleri fersah fersah geçmiştir. Cumhuriyetle beraber Latin harflerine geçilince bu çok önemli birikimin kıymeti biraz gölgelendi. Bu dönemde bu işi ayakta tutan ve bugünlere getiren insanları rahmetle yâd ediyor ve Kerem Kıyak gibi koleksiyonerler, hocalar ve hattatlar sayesinde bu sanata sahip çıkıldığını ve bu şevkin arttığını günden güne görüyoruz.”

Kerem Kıyak /Hat Koleksiyoneri: “Hüsn-i hat’a ilgim 15 sene önce başladı. İlk zamanlarda finans sektöründe çalışan biri olarak tamamen yatırım maksadıyla hareket ediyordum. Zamanla bulabildiğim bütün kaynakça kitapları ve makaleleri okumaya başladım. Hatta”ların hayatları ve eserlerine dair hikayeleri beni etkiledi ve bu etki zamanla aşka dönüştü. Başlangıçta her koleksiyoner gibi ben de acemice eserler alıyordum Daha sonra hocalarım yardımcı olmuşlardır. Eserleri katalogda toplamak ve sergi fikri 5-6 sene önce oluştu. Koleksiyonumdaki kıt’aların, levlahaların, mushafların ve delailül hayratların her birinin ben de anısı vardır.  Bir yolcu ve hancı misali onları korumayı, gelecek nesillere ulaştırmayı kendime görev edindim. Umarım layık olabilirim.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



24 Aralık 2014 Çarşamba

"Arşivlerimiz ne yazık ki çok darbe yedi"


25 Aralık 2014
2 Haziran 2012'de Sultanahmet'ten Kağıthane'deki dere yatağına taşınan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri etrafındaki tartışmalar devam ediyor. Duayen tarihçiler, sürecin ilk başında Kağıthane'nin doğru bir tercih olmadığını ifade etmişti. Ama şimdi hepsi ‘bizi kimse kaale almadı' diyerek sitemlerini dile getiriyor, konuyla ilgili pek konuşmak istemiyorlar. Olayın peşinde artık genç araştırmacılar ve doktora öğrencileri var. Arşivdeki nem durumunun son fotoğraflarını onlar çekiyor, belgeliyor. Fakat hepsi büyük bir korku içinde. Eğer kimlikleri anlaşılırsa, bir daha arşivlere alınmama ve tezlerini bitirememe endişesi taşıyorlar. Gelinen bu noktayı, üç isme sorduk.  

‘İçim yanarak söylüyorum, büyük ihmal var’
Agah Oktay Güner (Eski Kültür Bakanı-Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı-TESAK Başkanı): Arşivler bir milletin hafızasıdır. Bizim arşivlerimiz ne yazık ki, çok darbe yemiştir. Yeniden kâğıda dönüştürülmesi için Bulgaristan’a gönderilmek istenen arşivlerimizi, Osmanlıca bilen bir demiryolları memuru fark etmiş, amirlerini ikaz etmiş ve o cinayet onun himmetiyle durdurulmuştu. Arşivlerimizde içim yanarak söylüyorum, çok büyük ihmal vardır. Mao karşısında, mağlup olacağını anlayan Chiang Kai Shek, önce karısını kızını değil, arşivleri Formosa’ya (Tayvan) kaçırmıştır. Formosa’ya bir konferansa davetliydim, o vesileyle gördüm. Elyazması bütün eserler, özel ağaçtan yapılmış kutuların içinde saklanıyor. Ve bu kutular bir ayrı bölmede ve odada muhafaza ediliyor. Tabii ki dere yatağına, rutubetli yere arşiv yapılmaz. Ne olacak otelden, AVM’den! Bir millet medeni eserleriyle ayakta kalır. Ama bunun için o millete mensup olmanın şuurunda olmak lazım. Araştırmacıların üzerindeki baskı konusuna hiç girmeyelim, çocukların başı belaya girer.

Arşiv her halükârda sur içinde olmalı
Prof. Dr. Ali Akyıldız (29 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü): Arşiv, sur içinde olmalıdır. Şu anda Kağıthane’deki binaya kimse gidemiyor. Hocaların ayağı oradan kesildi. Oysa, Arşiv bir akademiydi eskiden; öğrenciler hocalarla orada görüşür; sorularına cevap ararlardı. Ben taşındığından bu yana bir kere gittim, o da öğrencilerime Arşiv’i gezdirmek için. Biz ve diğer meslektaşlarımız bu problemleri daha önce dile getirdik, fakat kimse kaale almadı. Yerin belirlenmesi siyasi otoriteye ait bir seçim. Yurt dışında da şehirlerin dışında arşivler var ama ulaşımı kolay olduğu için sorun olmuyor. Altyapıyı hazırlamadan böyle bir şey yaparsanız bu şekilde insanların ayağı çekilir. Genç araştırmacıların yaşadığı baskıyı, korkuyu bilemiyorum ama arşiv her halükârda sur içinde olmalı.

Arşivin sahibi bu millet ama ülkede tuhaf şeyler yapılıyor
Semavi Eyice (Sanat tarihçisi): Arşiv’in Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşındığını birkaç ay önce öğrendim. Açıkçası hayret ettim. Gülhane’deki eski askerî hastane restore edilip aslında oraya taşınacaktı. Öyle bir düşünce vardı, bir türlü bu uygulanmadı diye düşünüyordum ki çoktan taşınmış. Vallahi Kağıthane’de olmasına ben de pek taraftar değilim. Niye orası tercih edildi, kimin aklına geldi bilmiyorum? Bizim memlekette birçok şey ‘ben yaptım oldu’, oluyor. Genç araştırmacıların yaşadığı korkuya ben karışmam, Arşiv’in sahiplerinin bileceği bir şey. Arşiv’in sahipleri bu millet tabii ama ülkemizde tuhaf şeyler yapılıyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

Araştırmacılar, Osmanlı Arşivi’ne dava açıyor

24 Aralık 2014
Toplantıya katılan araştırmacılar, objektifimize sırtı dönük poz verdi. Çünkü hepsi, yüzleri görünürse arşiv binasına bir daha alınmama korkusu yaşıyorlar ve duayen tarihçilerin bu konuda elini taşın altına koymalarını talep ediyorlar.
İki yıl önce Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşınan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde sular durulmuyor. Nemlenmiş tarihi belgelerin ve depo duvarlarının görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra şimdi de bir grup araştırmacı, TMMOB Mimarlar Odası’nın öncülüğünde Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı Daire Başkanlığı’na dava açmaya hazırlanıyor. Çoğu doktora öğrencisi olan araştırmacılar, önceki akşam TMMOB Mimarlar Odası’nın Karaköy’deki İstanbul Büyükkent Şubesi’nde bir araya geldi. Toplantının amacı, Osmanlı belgelerinin muhafaza edildiği Kağıthane’deki bina ve burada aldıkları hizmete ilişkin son bir senedir yaptıkları gözlemleri paylaşmak, belgelerde vuku bulan deformasyon, binadaki çatlak, su sızıntıları vs. gibi endişe verici gelişmeler karşısında atılabilecek adımları tartışmaktı. Tezleri için yılın 4-5 ayını arşivin okuma salonlarında geçiren araştırmacılar, Osmanlı Arşivleri’nde nemli hatta bazen su kabarcıkları birikmiş tarihi belgelerin önlerine getirilmesinden, su damlayan okuma salonlarından, kanalizasyon borusu geçen depolardan ve nemden kabarmış duvarları görmekten rahatsız.

Araştırmacılar, Mimarlar Odası’ndaki bu toplantıların ilkini geçtiğimiz temmuzda yapmış ve burada aldıkları karara göre Mimarlar Odası yetkilileri ile birlikte binanın her yerini görmek istediklerini İstanbul Valiliği ile Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’na iletmişlerdi. Süreci, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Sekreteri Ali Hacıalioğlu şöyle anlatıyor: 

“İstanbul Valiliği’ne ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazıp konuyla ilgili bilirkişi heyeti oluşturulması ve onların belirleyeceği tarihte, onların da istediği kişilerle birlikte arşivi ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Amacımız, arşivin durumuyla ilgili kamuoyunu aydınlatmak ve iddiaların doğru olup olmadığını yerinde görmekti. Cevap gelmedi. İsteğimizi tekrarladık. Bu kez Valilik cevap verdi ve Devlet Arşivleri’ne ‘konuyla ilgili ne yapıyorsunuz, bana ve ilgililerine cevap verin’ diye bir yazı gönderdi. Bunun üzerine arşivden bize, ‘Kağıthane ilçesinde inşa edilen arşiv sitemizde belge muhafazası için her türlü modern tedbir alınmış ve otomasyon sistemiyle kontrol edilmektedir. Sistemde nem alma ve nem verme dünya standartlarına göre yapılmaktadır. Belgeler üzerinde olumsuz durum oluşturacak herhangi bir durum bulunmamaktadır.’ diye iki ay önce bir cevap verdi.”

Standartlara uygun değil
Araştırmacıların iddialarına göre, arşivde dünya standardına uygunluk söz konusu değil. Adını vermek istemeyen bir araştırmacı, “Uluslararası Arşiv Konseyi’nin (International Council on Archives-ICA) standartlarına göre arşiv binası yapılması düşünülen yerin seçiminde en önemli kriterlerden biri, o mahalde en az 100 yıl öncesine kadar sel ve su baskını yaşanmamış olması şartı var. Kağıthane’de daha geçtiğimiz temmuz ayında sel oldu. Daha eski tarihlere gidilirse Milliyet gazetesinin 19.12.1963 tarihli sayısındaki habere göre Kağıthane’de halk selden dama çıkmış ve insanlar sandallarla kurtarılmış. Fotoğraflarıyla birlikte görebilirsiniz. Bu olayın üzerinden 100 yıl geçmedi.” diyor. Önceki gün alınan karara göre, araştırmacılar ve Mimarlar Odası, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne tekrar dilekçe gönderecek ve bilirkişi heyeti ile birlikte arşivi ziyaret taleplerini yineleyecek. Eğer olumsuz cevap alırlarsa bu kez -önümüzdeki ocak ayının sonuna doğru- yargı yoluna başvurulacak.

Toplantı sonunda katılımcıların fotoğraflarını çekmek istedik. Eğer yüzleri görünürse bir daha arşivlere alınmayacakları ve tezlerini tamamlayama korkusu yaşayan araştırmacılar, objektifimize sırtı dönük poz verdi. Bir yanda şakır şakır Osmanlıcaları ile tarihi belgeleri okuyabilmek için çırpınan araştırmacılar, diğer yanda Osmanlıca zorunlu mu yoksa seçmeli mi ders olsun tartışmaları... Yaşananlar oldukça ironik değil mi?

Olup biteni anlatan fotoğraf
Adını vermek istemeyen bir araştırmacı: “Bu fotoğraflar geçtiğimiz eylül ayında, bina kompleksinin depoya paralel yeraltı katlarında çekildi. Görüntünün alındığı duvarın dibinde kutu kutu boyalar bulunmaktaydı, çünkü yer altından sızan suyun basıncıyla sürekli çatlayan, kabaran duvarlar sık sık boyanıyor, izler üstten kapatılıyor. Depoda ideal nem oranının yüzde 65’i aşmaması gerekirken duvarların hali bu. Sizce arşiv deposunun durumu ne halde olabilir?” Arşivin müdavimleri sürekli gözlem halinde, birçoğu gördüklerini fotoğraflıyor, belgeliyor. Fakat yalana, iftiraya, okullarında mobbinge maruz kalmamak için bunları yaygınlaştıramıyor. 






22 Aralık 2014 Pazartesi

Nedim Saban: Sanattan çok korkuyorlar

22 Aralık 2014
Aziz Nesin’in doğumunun 100. yılında, Nedim Saban’ın kurduğu Tiyatrokare, yazarın ünlü romanı Zübük’ü sahneye uyarladı. Bunca yıldır ilk kez Nesin’in eserini sahneye taşıyan Saban, neden Zübük’le işe başladığını ve içimizdeki ‘zübük’leri anlattı.

Aziz Nesin, Zübük’ü 1960’lı yıllarda yazdı. Oyun 2016’da geçiyor, semt ise Beylikeğrisi. Beylikdüzü neden eğri oldu?
Tarih 2016 buçuk aslında. Buçuğu da var. Bugünü değil, geleceği anlatıyoruz. Sahneye bir seçim sandığı koyduk, her karakterin o sandıkla iç hesaplaşmasını izleyiciye yansıtıyoruz. Zübük’ten nefret edip aslında Zübük’le olan hikâyelerini geri dönüşlerle anlatıyor karakterler. Oyunda Zübük’ten ziyade, etrafındaki insanların nasıl Zübükleştiği var. Neden Beylikeğrisi? Çünkü herkeste bir eğrilik var.

22 yıldan bu yana ilk kez Aziz Nesin’in bir oyununu sahneye uyarladınız. Neden Zübük’ten başladınız?
Evet hiç oynamadık, Aziz Nesin’in 100. doğum yılı nedeniyle bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken Zübük filmini gördüm. 1980’de çekilen ve başrolünde Kemal Sunal’ın oynadığı film. Çok eğlenceli bir film tabii, kesinlikle bunu sahneye uyarlamalıyım, dedim.

Kemal Sunal’ın oynadığı siyasetçi karakteri mi sizi etkiledi?
Evet ama film ile oyun arasında şöyle bir fark var. Filmdeki Zübük çalıyor, oyunumuzdaki Zübük ise kimsenin cebine el atmıyor. İnsanlar ona zorla rüşvet veriyor, zorla giydiriyorlar. Yani başımıza bir Zübük çıkarıyorlar.

Zübük deyince pek çok insanın aklına aşağı yukarı aynı tip geliyor değil mi?
Aslında böyle bir adam var; Vahit Bozatlı. CHP’den Adalet Partisi’ne geçiyor ve o geçtiği için hükümet düşüyor. Aziz Nesin burada inanılmaz bir önerme yapmış. Din, milliyetçilik, vatan sevgisi gibi duygular iktidar uğruna sömürülüyor. Bu futbolda da var. Böyle ortamlarda Zübük türüyor. Biz de türemesine göz yumuyoruz, işimize geliyor çünkü.

Zübük’ün TDK’da bir anlamı var sanıyorduk, oysa Aziz Nesin’in uydurduğu bir kelimeymiş. Uyduruk bir kelimenin içinin bu kadar dolu olmasını nasıl açıklarsınız?
Tamamen uyduruk bir kelime değil zübük. Dünya tiyatrosunda Kral Übü diye bir efsane vardır. Avangard tiyatronun kurucusu olarak bilinen Fransız oyun yazarı Alfred Jarry’nin yazdığı bir oyundur. Jarry, Kral Übü’yü savaş sonrasında yazıyor ve o yıllarda çok oynanıyor. Bana göre Aziz Nesin, Zübük kelimesini Übü’den türetti. İlginç olan Zübük’ün artık bir kavram olması. Anadolu’da Don Kişot gibi bir efsane.

Siz Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasasına baştan beri karşısınız, ayrıca ödeneği kesilen tiyatrolar arasındasınız. Ne kadar para ödeniyordu size?
22 yıl biz bu ödeneği aldık, iki yıldır kesildi. 70 bin TL civarında para veriliyordu. Biz bakanlığa önerilerde bulunduk. ‘Salon verin, vergiden bizi muaf tutun’ vs. diye. Şu da denilebilirdi: “Ben sana 70 bin TL vermiyorum, ama 20 oyununu satın alıyorum, git bunu Anadolu’da oyna.” Ama görüyoruz ki, burada inanılmaz derece kin üzerine kurulu politika var. Bazı meslektaşlarımızın da buna alet olmasına üzülüyorum.

Kimlerden bahsediyorsunuz?
Bazı tiyatrolar bu ödeneği alıyor, tabii ki alacaklar ama bizim cezalandırılmamıza tavır koymalılar. Yapamıyorlar, ‘Konuşursak gelecek sene bize de vermezler’ diye düşünüyorlar. Bizi birbirimize kırdırdılar. Mesela geçen sene ödenek alamayan 10 tiyatroyduk. Bakanlığı mahkemeye verdik. Dediler ki: ‘Mahkemeye verenlere vermeyeceğiz’. Dolayısıyla bu yıl, mahkemelik olanlara vermediler. Bu ne demektir, ‘sen beni mahkemeye vermezsen sana ödenek veririz’.

Sizden neden kesildiğini düşünüyorsunuz?
Ben özellikle ilk beş gün Gezi’ye destek verdim. Buradan başladı olay. Bir de müthiş bir yolsuzluk var. Ayakkabı kutuları vs. konuşulurken tiyatrodaki 100 bin TL’nin önemi yok belki ama bir tiyatroya 6 farklı isim altında para veriyorlar. Paravan şirketler aracılığıyla. Sadece kendilerini destekliyorlar diye, bir gıda şirketi ödenek alıyor.

22 senedir bu ödeneği aldınız. Biraz da yeni tiyatroların, genç oyuncuların desteklenmesi anlaşılabilir bir durum değil mi? Bakanlık genellikle buna vurgu yapıyor.
Yapılabilir, onlara da verilebilir. Ama bana göre gençleri de desteklemiyor. Mesela Yiğit Sertdemir gibi genç bir tiyatrocu var. Hem mekânını ayakta tutuyor hem de Türk tiyatrosuna yılda üç oyun kazandırıyor. Kimse onu desteklemiyor.  Ayrıca biz 22 yıldır tiyatro yapıyoruz diye kumbaramız dolu değil. Her sene borçlanarak, zor koşullarda oyun çıkarıyoruz. Bazen de oyunlar tutmuyor. Sen 22 sene tiyatro yaptın, senin dünyalığın var gibi bir mantık olabilir mi?

Son bir yıldır ülkemizde yaşanan kaos ortamını, kutuplaşmayı, herkesin birbirine düşman olmasını, gazetecilerin gözaltına alınmasını oyuncu olarak nasıl görüyorsunuz?
Herkesin üzerinde büyük bir baskı var. Sanattan çok korkuyorlar. Ekrem Dumanlı’ya yapılan suçlama çok komik. Maalesef tarih bize acı çektikçe sanat yapmayı öğretti. Sanat muhaliftir. Sanatçının düzene uyması diye bir şey söz konusu olamaz. Muhafazakâr kesimden de bundan sonra daha çok sanatçı çıkacak.

Sanat ve sanatçı neden muhalif olmak zorunda?
Sanatçı muhalif olmak zorunda değil, gerçekçi olmak zorunda. Şöyle söyleyeyim; bir tez var, bir de antitez. Eğer siz bu ikisini sahnede göstermezseniz bir çatışma olmaz. Şöyle bir oyun olabilir mi: Sabah kalktım, dişimi fırçaladım, otobüse bindim, eve geldim, yattım. Böyle bir oyunu ya da filmi kim seyreder?



HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


18 Aralık 2014 Perşembe

Müzayedede ‘bayram sevinci’

18 Aralık 2014


Yıl 1920… İtalyan ressam Leonardo de Mango, fırçasını, şövalesini alıp atölyesini İstanbul’un Kurtuluş semtine kurmuş. Sebebi, mahallede yaşanan Ramazan Bayramı sevincini tuvaline yansıtmak. 1883 yılında İstanbul’a yerleşen De Mango, tablolarını genellikle açık havada ve Beyoğlu’ndaki atölyesinde yaparmış. İstanbul’da saray ressamı, Zonaro, Valeri ve Bello gibi diğer İtalyan sanatçılarla aynı dönemde çalışan De Mango sadece Kurtuluş değil, şehrin Fener, Eyüp, Adalar, Büyükdere, Göksu gibi semtlerine de ziyaretler yapar, günlük yaşamı resmeder ve o eserlerini daha çok Beyoğlu’nda yaşayan Avrupalılara satarmış. İşte o eserlerden, 1920 tarihli Ramazan Bayramı adlı tablo, Portakal Sanat ve Kültür Evi’nin 20 Aralık Cumartesi günü düzenleyeceği kış müzayedesinde satışa çıkacak.

Saat 15.00’te Conrad İstanbul Hotel’de yapılacak müzayedede de Mango’nun bu eserinin dışında, 1795-1805 yılları arasında İstanbul’da yaşayan Fransız ressam Antoine I. Melling’in sarayda bayram sabahı, Sultan III. Selim portresi, Kağıthane’de cirit oynayanlar, Tophane gibi eserleri de satışa çıkacak.

Türk resminden örnekler, usta hattatlardan Kur’an-ı Kerim’ler, Delail-i Hayrat’lar, Hilye-i Şerif’ler Portakal Kış Müzayedesi’nde öne çıkan diğer eserler arasında. İbrahim Sükûti imzalı Kur’an-ı Kerim, ‘Deli’ Osman imzalı Delail-i Hayrat ve Enam-ı Şerif, Osmanlı hat tarihinde çok az bulunan kadın hattatlardan ünlü Emine Servet’in Hilye-i Şerif ve Osmanlı hat sanatının önemli ustalarından Yahya Hilmi imzalı Hilye-i Şerif, müzayedenin nadide eserleri arasında yer alıyor. (www.rportakal.com)
Fransız ressam Antoine I. Melling’in Sarayda Bayram Sabahı adlı eseri.


16 Aralık 2014 Salı

Savaş Çevik’in 40 yıllık hüsn-i hat yolculuğu

16 Aralık 2016
Hattat Savaş Çevik’in hüsn-i hat sergisi “Denge”, yarın Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde açılıyor. Bir ay açık kalacak sergide, son dönemin hat üstatlarından Çevik’in 40 yıllık sanat hayatından eserler yer alıyor.Serginin küratörü Mehmet Lütfi Şen’in ifadesiyle, “Hat sanatımızın geldiği yerde ‘Kur’an İstanbul’da yazıldı’ dedirten zirve bir gelenek vardır. Bu sanat her devirde büyük sanatçıların geleneğe yeni zirve eserler eklemesiyle bütün bir dünyada üst düzey bir saygı ve hayranlık uyandırmaya devam ediyor. Bugün önemli olan bu kadim geleneği kavramak, ona yeni imkânlar kazandırarak geleceğe kaynaklık edecek eserler yaratmaktır.” İşte Çevik’in Denge sergisi, geleceğin sanatçılarına kılavuzluk edecek eserler içeriyor ve sanatçının levhaları bu kadim sanatının geldiği yeri gösteriyor. Hamit Aytaç, Kemal Batanay ve Ali Alparslan’dan dersler alan ve modern çalışmalarıyla öne çıkan Emin Barın’ın uzun yıllar asistanlığını yapan sanatçı, 1976 yılında başladığı sanat yolculuğunda 1000’i aşkın eser ortaya çıkardı. 1986’da İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin (IRCICA)düzenlediği Uluslararası Hâmit Aytaç Hat Yarışması’nda birinci oldu. Ayrıca hat ve grafik konularında yurtiçi ve yurtdışında otuz kadar değişik ödülü, Türkiye’de ve diğer ülkelerdeki çeşitli koleksiyonlarda, levha, hilye, tuğra, câmi yazısı, ferman vb. formlarda çeşitli eserleri bulunuyor. Bugüne kadar 22 kişisel sergi açan Çevik’in son sergisi, 12 Ocak 2015’e kadar görülebilir.
Bugüne kadar 22 kişisel sergi açan Çevik’in son sergisi Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde 12 Ocak 2015’e kadar görülebilir.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

13 Aralık 2014 Cumartesi

Şov-u arus gecesi!

13 Aralık 2014
Bu  akşam Ataköy Sinan Erdem Spor Salonu'nda Mevlânâ Haftası nedeniyle “Şeb-i Arus İstanbul 2014” töreni yapılacak. Biletix'ten satışa çıkan ve saha içi VIP biletlere 235 TL değer biçilen gecenin konukları; Taşkın Sabah Orkestrası eşliğinde Sami Özer, Yavuz Bingöl, Mustafa Ceceli, Alişan ve Yusuf Güney. İçi boşaltılan Şeb-i Arus'lardan, havaalanlarında, kafelerde, mağaza açılışlarında yapılan sema törenlerinden Mevlevi camiası yıllardır rahatsız. Mevlânâ Celaleddin Rumi'nin ‘düğün gecesi' diye ifade ettiği Şeb-i Arus'un anlamından uzaklaştırılarak şova dönüştürülmesini kimse tasvip etmiyor. Fakat anmaların her geçen yıl ruhunu yitirdiği açık. Gecenin tanıtım metninde yazan şu cümleler sorunun vahametini gösteriyor: “Manevî hazzın doruklara çıktığı anlarda, karşınıza Mevlânâ'yı ve öğretilerini bizlere hissettirecek Mutrib ve Sema Heyeti sahne alacak. Semazenler eşliğinde ayaklarınız yerden kesilip, öze dönüş yolunuzda yine musiki sizi yalnız bırakmayacak.”

Bu akşamki konserle ilgili sosyal medyada, “Üstatlar! İşin kötüsü, organizasyonun içinde bu işin eğrisinin ve doğrusunun nasıl olduğunu veya nasıl olması gerektiğini iyi bilenlerin olması ne garip.” şeklindeki cümleler tartışmayı ve rahatsızlığın boyutunu artırıyor. İlahi performansları ve düetlerle süslenen Şeb-i Arus'un birkaç senedir protokol konuşmalarıyla nutukların atıldığı siyasi arenaya dönüştürülmesi ise işin başka boyutu. Uzun yıllardır yaptığımız gibi, konuyu gündeme getirmek için camianın ileri gelenlerini aradık. Sadece iki kişi konuşmaktan çekinmedi. Görüşme talebimizi reddetmek için, ‘Zaman'ın bugüne kadar Mevleviliğe gerekli ilgiyi göstermediği' bahanesine sığınarak talihsiz açıklamalarda bulunanlara ise sadece gülümsedik.

'Tasvip etmiyorum, gidişat iyi değil'

Dr. Emin Işık (Akademisyen, ilahiyatçı yazar): “Sema ibadettir, zikirdir, folklorik bir hareket değildir. Bu törenlerde yapıldığı zaman folklorik bir hadise, eğlence unsuru oluyor. İbadeti eğlence haline getirmek hiçbir gelenekte yoktur. Bakın Bektaşiler semahı ayağa düşürmüyorlar. Sadece dergahta yapıyorlar. Otel ya da mağaza açılışında semah yaptıklarını hiç gördünüz mü? ‘O bizim ibadetimizdir, ancak dergâhta olur' diyorlar. Ben de aynı şeyi söylüyorum. Sema ibadettir, ancak mevlevihanede, dergâhta olur. Bu gösterileri, konserleri tasvip etmiyorum, beğenmiyorum, gidişat iyi değil. İbadet, zikir kutsal bir şeydir, onu böyle folklorik hale getirerek değerini düşürmek doğru olmaz. Kutsalsa saygı göstermek lazım.”

'Part time Mevlevî sanatçısı olunmaz'

Doç. Dr. Nuri Şimşekler (Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü Müdürü): “Mevlevilik her yıl, her gün ya da kişiye göre değişen bir usul değildir. Mevlevilik yolunun esasları Hz. Mevlana’dan bugüne 700 yıl öncesinden belirlenmiştir. Belli bir usulü, edebi, adabı, vardır. Ve bunlara mutlaka uyulması gerekir. Gelenekte ne ise bugün de o devam ettirilmeli. Gelenekte, 17 Aralık’a tekabül eden Şeb-i Arus töreni, Osmanlı coğrafyasının neresinde mevlevihane –140 adet olduğu biliniyor- varsa o usule göre yapılırdı. Kuran-ı Kerim, Mesnevi Şerif okunur, şerh edilir, sema edilir. Ardından lokma yapılarak tekrar Kuran-ı Kerim’le biterdi. 1925 çıkan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile birlikte bu gelenek devlete emanet edildi. 1950’li yıllardan itibaren Şeb-i Arus törenleri devlet eliyle düzenleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Konya’da bir sema topluluğu kurdu ve o günden bu yana 7-17 Aralık arasında bu törenler şehrimizde yapılıyor. Biz de Şeb-i Arus’un Konya'da yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Ancak üniversite, dernek, vakıf gibi STK’lar ve Mevlevihaneler de kendi bulundukları şehirlerde Şeb-i Arus’la Mevlana’yı anabilir. Ama tabi ki layıkıyla yapılmak şartıyla. Bir şova, bir konsere dönüştürülmemeli. Edebine uygun olmalı. Part time Mevlevilik olmaz, partime Mevlana yazarlığı olmaz, partime Mevlevi sanatçısı olunmaz. Bu işe insanın yıllardır gönlünü vermesi lazım. Adabı, usulü öğrenmesi lazım. İsim vermeyeceğim ama semazen kıyafeti giyip klip çeken sanatçılar oldu maalesef. Onun edep çerçevesinde, rastgele giyilmeyeceğini bilmeli bu sanatçılar. Kaldı ki Şeb-i Arus’da konser diye bir şey olmaz.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ








11 Aralık 2014 Perşembe

Ajandaya sığmayan aile

11 Aralık 2014
Türkiye’nin önemli markalarında Ece Ajandaları, 2009 yılında 100. yıl sergisi açmıştı. Milli Reasürans’ta dün açılan sergi ise, kurucu Mehmet Sadık Kağıtçı’dan bugün şirketin başında bulunan oyuncu Orhan Günşiray’ın torunu, 25 yaşındaki Sedef Günşiray’a uzanan ‘geniş bir aile’ hikâyesi anlatıyor.
Ece Ajandası’nı 1910’da kuran Mehmet Sadık Kağıtçı (oturanlardan sol baştaki), Saatli Maarif Takvimi’nin sahibi Naci Kasım’ın (sağ baştaki) kızı Talat Hanım’la evlenmişti. Akraba olan iki ünlü ailenin hukuku hâlâ devam ediyor.

Türkiye’nin önemli markalarından, 1910’da kurulan Ece Ajandaları, 2009 Kasım ayında “Gün Uzar Yüzyıl Olur” başlıklı 100. yıl sergisi açmıştı. Bülent Ecevit’ten Turgut Özal’a, Arif Mardin’den Yakup KadriKaraosmanoğlu’na ünlü isimlerin kullandığı ajandaların yer aldığı sergi, markanın Cağaloğlu Ankara Caddesi’ndeki tarihi binasında bir ay açık kaldı. Nişantaşı Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün açılan “Bir Defterin Arkasındaki Büyük Aile-Muhtıra’dan Ece Ajandası’na Kağıtçı Ailesi” sergisi ise Ece’yi bugüne taşıyan ağıtçı ailesinin hikâyesine odaklanıyor.

Ece Ajandaları, artık Cağaloğlu’ndaki adresinde değil, çok ortaklı olan tarihî bina üç yıl önce satışa çıktı, Ece de 2013’ün başından bu yana Karaköy’deki beş katlı yeni merkezine taşındı. Şirketin başında ise geçtiğimiz mayıs ayına kadar ailenin üçüncü kuşak yöneticilerden Ali Muhsinzade vardı. 27 Mayıs’ta vefat eden Muhsinzade’nin yerine ünlü oyuncu Orhan Günşiray’ın torunu, Ali Murat Günşiray’ın kızı Sedef Günşiray geçti. Amerika’daki tıp eğitimini yarıda bırakarak 2011’de İstanbul’a dönen 25 yaşındaki genç vâris, son serginin açılmasına öncülük ediyor.

Ece, oldukça geniş bir aile. Edebiyatçı Cahit Uçuk da bu ailenin gelini. 2004’te vefat eden Uçuk, Ece’nin kurucusu Mehmet Sadık Kağıtçı’nın kardeşi Mürteza Kağıtçı ile evliydi. Orhan Günşiray ise yine M.Sadık Kağıtçı’nın en büyük kızı Rubabe Kağıtçı Ar’ın torunu. Aslında Ece’nin, ülkemizin diğer önemli markası Maarif Kitaphanesi’yle de akrabalığı ki, o da ayrı bir hikâye. Kitaphane’nin kurucusu Hacı Kasım Efendi’nin büyük oğlu Naci Kasım, bugün de varlığını sürdüren ünlü Saatli Maarif Takvimi’ni çıkarmaya başlar ve o yıllarda kızı Talat Hanım, M.Sadık Kağıtçı ile evlenir. İki ünlü ailenin, bugün dünyanın her yerine dağılmış efradı, yaz tatili için İstanbul’a geldiğinde mutlaka bir akşam yemeğinde buluştuğunu Ali Muhsinzade, 2009’da yaptığımız görüşmede ifade etmişti. Bu gelenek hâlâ devam ediyor mu bilemiyoruz ama sergide o yemeklerden birinde çekilmiş bir kare var.

Bülent Erkmen’in küratörlüğünde hazırlanan sergide Kağıtçı ailesinin soyağacı çıkarılmış,kim kimin kardeşi, amcası, halası, teyzesi, torunu hepsini kronolojik olarak öğreniyoruz. Bunun yanı sıra Altan Erbulak, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimlerin ajandalarını ve taş baskıları görmek mümkün. Yakup Kadri’nin günlük işlerini planlamak için kullandığı birkaç ajandası vardır. Bu ajandalardan birini çantasında, diğerini evdeki masasında bulundurur. 1959 tarihli ajandasında ise Ruşen
Eşref Ünaydın, Abdülhak Şinasi, Hamdullah Suphi, Hasan Âli Yücel, Vedat Tör gibi dönemin önemli isimlerinin telefon numaraları kayıtlı. Sergi, 31 Ocak 2015’e kadar açık kalacak.

‘Muhtıra’ neden‘Ece’ oldu?

Ece Ajandaları, 1932 yılına kadar ‘Muhtıra’ adıyla basılıyor. Her ne kadar muhtıra, hafızamıza ülkemizin darbelerle dolu tarihi nedeniyle kazınsa da kelimenin sözlükteki ilk anlamı herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı’ demek. M.Sadık Kağıtçı, bu amaçla markasına verdiği ismi, 1932’de Keriman Halis Türkiye’nin ilk güzellik kraliçesi seçilince değiştiriyor.
Çünkü Halis’e kraliçe anlamına gelen Ece lakabını Atatürk takmıştı, Atatürk’e duyduğu sevgisiyle bilinen Kağıtçı, bundan ilhamla ajandanın Muhtıra olan adını Ece yapıyor.

Sedef Günşiray

Ece Ajandaları'nın Cağaloğlu'ndaki yeri.
 
Sergi açılışında ailenin eski ve yeni kuşakları bir araya geldi.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


8 Aralık 2014 Pazartesi

Polonya’nın imdadına Karagöz yetişti

8 Aralık 2014
İki ay önce İstanbul'a gelen Polonya kültür bakanı, milli şairleri Adam Mickiewicz'in Tarlabaşı'ndaki müzesini ziyaret ediyor ve çok üzülüyor. Beyoğlu gibi merkezi bir bölgede kimsenin uğramadığı müzeyi ve Mickiewicz'i Türklere nasıl tanıtabiliriz diye düşünüyor. Ve tam o sırada karşısına bakın kim çıkıyor?
Bu yıl, Türkiye ile Polonya diplomatik ilişkilerinin 600. yıldönümü kutlanıyor. Polonya Kültür ve Ulusal Miras Bakanlığı Türkiye'de, bizim Kültür ve Turizm Bakanlığı ise Polonya'da çeşitli etkinlikler yapıyor. Ömer Çelik, Polonya'ya sergiler götürüp açılışlara katılıyor mu bilemiyoruz ama Polonya'nın bakanı Prof. Dr. Malgorzata Omilanowska 31 Ekim'de Pera Müzesi'nde açılan “Polonya Sanatında Oryantalizm” sergisinin açılışına bizzat gelmiş ve Sultan Abdülaziz'in resim hocası Çelebovski'yi anlatmıştı. Hatta kendisine Varşova'daki Krakov Ulusal Müzesi'nin koleksiyonunda yer alan Sultan Abdülaziz'in eskizlerini Türkiye'ye getirip getirmeyeceklerini sorunca, “Krakov'da böyle bir koleksiyon olduğuna emin misiniz?” diye cevap vererek bizi şaşırtmış, kararlılığımızı görünce sözlerine şöyle devam etmişti: “Türkiye'den böyle bir talep gelirse eskizleri seve seve veririz. Eğer konservasyon açısından bir sorun yoksa tabii ki. Bakan olarak böyle bir serginin hayata geçirilmesinden memnuniyet duyarım.”

Evet, Krakov Ulusal Müzesi'nde böyle bir koleksiyon var. Geçen yıl ekim ayında o müzeden alınan eskizlerin tıpkıbasımları Lütfi Şen küratörlüğünde Dolmabahçe Sanat Galerisi'nde sergilenmişti. Diplomatik ilişkilerin kutlandığı 2014'e, en çok yakışan sergilerden biri elbette Sultan'ın eskizlerinin orijinalini Türkiye'de görmek olurdu. Fakat kimsenin henüz böyle bir girişimde bulunmadığı ortada.

Başa dönersek, bakan Malgorzata Omilanowska, Pera'daki sergiden sonra, Polonyalı şair Adam Mickiewicz'in Tarlaşbaşı'ndaki müzesini ziyaret ediyor ve çok üzülüyor. Beyoğlu gibi merkezi bir bölgede kimsenin uğramadığı müzeyi ve milli şairleri Mickiewicz'i Türklere nasıl tanıtabiliriz diye düşünüyor. Ve tam o sırada karşısına bakın kim çıkıyor? Geçtiğimiz nisanda kaybettiğimiz Karagöz ustası Tacettin Diker'in öğrencisi Umut Nebioğlu. Polonyalı bakan müzede, şairin “Mürted” adlı şiirinden yola çıkılarak hazırlanan Karagöz oyununun videosunu izleyince bu fikrin sahibi, dört yıldır Polonya'da yaşayan Umut Nebioğlu'nu ve 2012'de kurduğu Teatr Ka'yı İstanbul'a gönderiyor. Umut Nebioğlu, Albert Kwiatkowski ve drama eğitmeni Monika Wyrzykowska'dan oluşan Teatr Ka, geçtiğimiz hafta şiirle aynı adı taşıyan “Mürted”i Tarlabaşı'ndaki kahvehanelerde sahneledi. Barış Kıraathanesi, Esnaf Kıraathanesi, Klarnetçi Erol'un Müzisyenler Kahvesi, Yeni Şehir Esnaf Kıraathanesi bir hafta boyunca Karagöz oyunuyla şenlendi. Oyuna, Tacettin Diker'in kızı Gülderen Diker'in yanı sıra Öznur Apaydın da eşlik etti. Nebioğlu, son gün olan 6 Aralık cumartesi ise çocuklara yine şairi anlatan bir atölye çalışması yaptı. Hep beraber sokaklarda şairin izlerini aradılar ve sonra da müzeyi gezerek günü noktaladılar. Polonya'daki Adam Mickiewicz Enstitüsü ve Culturel.pl sitesinin de destelediği Mürted, bundan sonra Polonya'da sahnelenecek. Polonya'daki kültür evleri, müzeler ve okullarda dört yıldır Karagöz oynatan Nebioğlu, “UNESCO mirasındaki Karagöz'e Polonyalılar ilgi gösteriyor. Teatr Ka olarak İstanbul'a daha sık gelmek isteriz." diyor.

“Karagöz, Mickiewicz'den Anlatıyor-Mürted” projesinin amacı, şairin eserlerini ve müzesini tanıtmaktı. Fakat Polonya bakanının ilgilenmesi gereken başka bir konu daha var. Şairin Türkçede yayınlanmış şiir kitabı bulunmuyor. Sadece bazı şiirleri çeşitli vesilelerle dilimize çevrilmiş. Çünkü yazdığı dil, Osmanlı Türkçesi gibi Polonya'da eskiden kullanılan ağır bir dil. Paşa olmak için din değiştiren bir adamı ve aşkını anlatan Mürted'in oyunda kullanılan çevirisini ise Ankara Üniversitesi Leh Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Neşe Yüce yapmış. Herhalde Polonya dili ve edebiyatı bölümümüz, bu ‘ağır dil' nedeniyle bugüne kadar Mickiewicz'in şiirlerini yayınlamayı düşünmedi…  

Mill şair 

Romantik şiirlerin şairi 24 Aralık 1798'te doğan Adam Mickiewicz, kolera nedeniyle 26 Aralık 1855'te İstanbul'da şu anda müze olan evde öldü. Naaşı, iç organları tahnit edilerek Polonya'ya götürüldü. Tarlabaşı, Tatlı Badem Sokak'taki Adam Mickiewicz Müzesi, şairin ölümünün 100. yılında (1955) açıldı. Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü'ne bağlı olan müzede, şairin hayatına dair fotoğraflar, gravürler, eşyalar ile Polonya'nın özgürlük mücadelesini anlatan belgeler sergileniyor. İstanbul'a 1855'te gelen Mickiewicz'in amacı Rusya ile yapılmakta olan Kırım Savaşı`nda, Türk hizmetinde çalışan Polonyalılarla ilişkileri arttırmak, onları güçlendirmekti. Polonya'nın milli şairi olan Mickiewicz, romantik şiirleriyle Polonya halkının milli mücadelesine önemli katkıları bulunuyor. Paşa olmak için din değiştiren Polonyalı bir adamı ve aşkını anlatan Mürted (din değiştiren), Polonya henüz kurulmadığı bir dönemde yazıldığı için aslında şairin vatan özlemini anlatıyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ





1 Aralık 2014 Pazartesi

‘Şehrimizde yılda 100 bin kişi tiyatro izliyor'

1 Aralık 2014
Eskişehir Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Emre Basalak, Türkiye'deki en genç sanat yönetmenlerinden. 38 yaşındaki yönetmen, altı ay önce göreve geldi ve kısa sürede, biletleri 40 gün öncesinden biten oyunlar çıkarmayı başardı. Bunda tabii ki, Eskişehir'in kültür sanat şehri olarak tanınmasının etkisi büyük.


Eskişehir Şehir Tiyatroları ne zaman kuruldu?
2001'de Yılmaz Büyükerşen'in öncülüğünde kuruldu. 14 yılda gün geçtikçe büyüdü. Şehrin uzak mahalleri ve merkezinde toplam 6 sahnemiz var. Yaklaşık 100 çalışanıyla ülkemizin en büyük bölge tiyatrosu olduğumuzu söyleyebilirim. Sanatçı kadromuz 43 kişiden oluşuyor. Her sene yeni 7 civarında oyun çıkarıyoruz. Eski oyunlarımızı kolay kolay kaldırmayız. Biz repertuar tiyatrosuyuz.

Çok genç bir sanat yönetmenisiniz. Neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümünden mezun oldum. 1977 doğumluyum. 13 yıldır Eskişehir'de yaşıyorum. 1 Haziran'da göreve geldim. Ama biz de görev değişikliği öyle büyük olaylar şeklinde olmaz. Bayrak teslimidir. 13 senedir hep hayal ettiğimiz bir şey vardı. Bir gençlik sahnesi kurmak. Bunu kurduk. 18-25 yaş arasındaki gençlere kurs verilecek ve bir ya da iki oyun çalışılacak. Bu beni çok heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor.

Yeni sezonda hangi oyunlar izleyiciyi bekliyor?
Lüküs Hayat, Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü ve çocuk oyunu Şimdi Okullu Olduk'u sahnelemeye başladık. Gölge Ustası adlı sıcak bir aile oyunu var sırada. Arkasından da Eugene Ionesco'nun ünlü oyunu Gergedanlar'ını sahneleyeceğiz. Melih Cevdet Anday'ın doğumunun 100. yılı nedeniyle bir oyun düşündük ama tam karar veremedik. Şimdi bütçe dolayısıyla fazla oyun çıkaramama ihtimali oluştu. Belediye meclisi, 2015 yılında kültür sanata ayrılan bütçeden 10 Bin TL'yi Fen İşleri'ne ayırmış.

Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen buna neden izin verdi ki?
Bütçelere meclis üyeleri karar veriyor. Meclis üye çoğunluğu da CHP'de değil, AK Parti'de. Yoksa Yılmaz Hoca, kendini tiyatroya siper etmiş durumda. Yılmaz hocaya rağmen bunlar oluyor. Biliyorsunuz 2013'te Eskişehir Türk dünyası kültür başkenti seçildi.

Neden seçildi?
Şehrimizdeki kültür dinamizminden dolayı. Bunun ötesinde Eskişehir, Türkiye'de kültür ve sanat şehri olarak tanınıyor.

Şehirde kültür sanatın bu kadar hareketli olmasını neye bağlıyorsunuz?
Şehrin bu kimliğinin oluşmasında sanatçı bir belediye başkanının olmasının etkisi tabii ki büyük. Heykeltıraş kendisi biliyorsunuz. Ayrıca Yılmaz Büyükerşen ve arkadaşları, 1960'lı yıllarda kanlarını satarak tiyatro yapmışlar. Haller sahnesindeki fuayede eski afişler vardı, dikkatinizi çekmiştir. 1960'lı yıllardan kalma. İşte onlar Yılmaz hocanın oynadığı, yönettiği oyunların afişleri. Ayrıca Eskişehir'de sosyal ve kültürel hayatı dinamik tutan iki kurum var. Biri Eskişehir Şehir Tiyatroları, diğeri de Eskişehir Senfoni Orkestrası. Merkezde 680 bin kişi yaşıyor. Yılda 100 bin seyirci oyun izlemeye geliyor. Sadece Şehir Tiyatroları'na gelen izleyici sayısı bu. Demek ki şehrimizde 7 kişiden biri tiyatro izliyor. 
Lüküs Hayat, Eskişehir’de her ayın, son cuma, cumartesi ve pazar günü oynanıyor ve 1200 kişilik Eskişehir Kongre Merkezi tamamen doluyor. Biletler 40 gün öncesinden bitiyor.

Bu ciddi bir rakam. Diğer şehirlerde durum nasıl acaba?
Bildiğim kadarıyla Eskişehir bu konuda birinci sırada. İstanbul'daki bu rakam, 100-150 kişide 1 kişi şeklinde. Biz de bu sene yola çıkarken, bu iki kurum bir araya gelse ne üretebilir, her kesimden insanın izleyebileceği ne yapabiliriz diye düşündük ve Lüküs Hayat'ta karar kıldık. Lüküs Hayat'ı Haldun Dormen yönetiyor, tiyatromuzun 35 oyuncusu rol alıyor. 35 kişilik Senfoni Orkestrası çalıyor. Her ayın, son cuma, cumartesi ve pazar günü oynuyoruz Lüküs Hayat'ı ve 1200 kişilik Eskişehir Kongre Merkezi tamamen doluyor. Biletler 40 gün öncesinden bitiyor. Geçen ayın biletleri satışa çıkar çıkmaz 4 saatte bitti mesela.

Lüküs Hayat'ın sevilmesi, marka olması da bunda etkilidir…

Tabii etkilidir ama diğer oyunlarımızda da aşağı yukarı aynı ivme var. Biri dört saatte bitiyorsa, diğeri 10 saatte tükeniyor. Ve seyircimiz oyunun gününe ve saatine sadıktır. Ertelemez, vazgeçmez mutlaka o gün oyuna gelir. Eskişehir'de artık böyle bir kültür oluştu. Kentin yerlisi de, Türkiye'nin dört bir yanından gelen öğrenciler de müthiş ilgi gösteriyor oyunlara. Lüküs Hayat'la birlikte ilginç bir seyirci kitlemiz de oluştu. Bursa, Antalya ve Ankara'dan otobüslerle Eskişehir'e seyirci geliyor.

Ne kadar bilet fiyatları?
Öğrenci 3, tam bilet 5 TL. Şimdi bütçe kısıtlamasından dolayı 5 ve 7,5 TL olacak. Eskişehir'de dört kişilik bir aile, Lüküs Hayat gibi bir prodüksiyonu Eskişehir'de 20 TL'ye izleyebiliyordu. Bütçemizin yüzde 40 oranında azaltılması büyük prodüksiyonların yapılmasını engelleyebilir. Lüküs Hayat, Eskişehir’de her ayın, son cuma, cumartesi ve pazar günü oynanıyor ve 1200 kişilik Eskişehir Kongre Merkezi tamamen doluyor. Biletler 40 gün öncesinden bitiyor.

Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü
Avrupa'da bu kadar sahnelenmiyor

Eskişehir Şehir Tiyatroları, yeni sezona ülkemizde en çok oynanan iki oyunla başladı. Haldun Dormen'in yönettiği Lüküs Hayat ve Yunus Emre Bozdoğan'ın yönettiği Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü. İki oyunu da İstanbul'dan bir grup gazeteci ve eleştirmenle birlikte geçtiğimiz hafta sonu Eskişehir'de izledik. Lüküs Hayat, malum klasik. Fakat günümüz Bulgar yazarı Stefan Tsanev'in yazdığı, tanrı, insan ve iktidar ilişkisini anlatan Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü'nün ülkemizde bu kadar sevilmesine Tsanev'in kendisi bile şaşkınmış. Çünkü oyun Bulgaristan'da sadece bir kez oynanmış, Fransa'da (Jeanne d'Arc bir Fransız azizesi) 2-3 kez. Ülkemizde ise pek çok özel ve devlet tiyatrosu sahneledi. Oyunun çevirmeni ve Ankara Üniversitesi Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Mevsim, oyun ve yazarla ilgili sorularımızı cevapladı:

Stefan Tsanev, bu oyunu ne zaman yazdı?

Stefan Tsanev Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü adlı oyununu, Doğu Avrupa'da büyük toplumsal sarsıntı ve değişimlerin yaşandığı 1989-90 yıllarında kaleme aldı. Oyunu ilk kez Türkçeye ben 2005 yılında çevirdim. Şu ana kadar ikinci bir Türkçe çevirisi yapılmadı. Aynı yazarın Sokrates'in Son Gecesi ve Bütün Çılgınlar Sever Beni piyeslerini de Türk tiyatro camiası yakından bilir ve sever. Oyunun çevirisini iki hafta gibi kısa bir sürede tamamladığımı hatırlıyorum.

Siz ülkemizde sahnelenen bütün oyunları izlediniz mi?
Jeanne d'ArcÖteki Ölümü Tsanev'in Türk sahnelerinde en çok oynanan oyunu. İlk önce Oyun Atölyesi'nde oynadı, daha sonra İzmir Devlet Tiyatrosu'nda birkaç sezon başarıyla sahnelendi, geçen yıl Ankara Halk Tiyatrosu'nda seyirciyle buluştu, bu arada birkaç küçük çaplı tiyatroda da oynandıktan sonra şimdi Eskişehir'de sahneleniyor. Neredeyse hepsini izleme imkânı buldum. Her yönetmenin oyuna ve her oyuncunun rolüne yeni ve değişik bir şey katarak zenginleştirdiğini görüyorum. Stefan Tsanev'in başarısı, geçmişten aldığı kişi ve olayları bugünü okumak ve yorumlamak için kullanmasında yatar. Mesajlarını tabii ki Esopos dili ve şaşırtıcı metaforlarla iletir.

Yazar Türkiye'yi ne kadar tanıyor. Ülkemize hiç geldi mi?
Türkiye'yi yakından izlediğini ve iyi tanıdığını söyleyebiliriz. Ülkemize birkaç defa geldi. İzmir Devlet Tiyatrosu'ndaki Sokrates'in Son Gecesi'nin ilk gösterimine geldi. Son olarak ocak ayında, büyük bir sinema ve tiyatro oyuncusu olan eşi Doroteya Tonçeva ve Finlandiya'da ve Fransa'da yaşayan kızlarıyla İstanbul'a, Moda Sahnesi'nde oynayan (ve halen devam eden) Bütün Çılgınlar Sever Beni adlı oyununu izlemek için geldi. Oyundan sonra kendisi seyircilerle soru-cevap şeklinde çok ilginç bir sohbet gerçekleştirdi.

Şu anda ne yapıyor?
Hayatı boyunca hep tiyatronun içinde yer alan yazar son olarak Sofya Tiyatrosu'nun dramaturgluğunu yaptı. Şu anda emekli; yılın yarısını Karadeniz kıyısındaki Balçık kasabasında, öteki yarısını da Sofya'da geçiriyor. Yeni oyunlar yazmaya devam ediyor, ayrıca kendisi çok büyük bir şairdir. 1960'lı yıllarda Bulgar şiirine büyük yenilikler kattı ve birçok kişi için halen şairliği oyun yazarlığının önünde gelir. Son on yıldır da şiirsel bir dille, dört ciltlik bir Bulgar tarihi yazdı. Tabii, her defasında tarihçi olmadığının altını çiziyor, ama ezelden beri tarihçilerin tarihi ne denli kuru ve sıkıcı yazdığını görünce, okunabilir ve akılda kalır bir Bulgar tarihi yazmaya karar verdiğini söylüyor. Eserin ulaştığı baskı sayısını ve tirajı gördükten sonra, Tsanev'in başarısını kabul etmemek imkânsız.

Stefan Tsanev, oyununun Türkiye'de bu kadar oynanması konusunda ne düşünüyor?

Stefan Tsanev, başka ülke sahnelerinde ilgi görmeyen oyununun Türkiye'de bu denli yaygın olmasını, metinde işlediği konunun Türkiye için güncel olmasıyla açıklıyor. Türkiye'de de çok iyi tanınan günümüz Bulgar oyun yazarı Hristo Boyçev, Avrupa'da oyun yazarlığının kısır döngüye girdiğini ve hep bilindik konular etrafında döndüğünü, aynı şeyleri tekrarladığını söylüyor. Bu bağlamda, Balkan ve genel olarak eski Doğu Bloku ülkelerinden yazarların, özgün konu bulma ve çarpıcı çözümler sunma konusunda adeta birer maden ocağı oldukları görülür.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ