26 Haziran 2013 Çarşamba

O foto muhabirleri çok üşüdüler

26 Haziran 2013
Kadırga'daki İstanbul Fotoğraf Müzesi, 3 Mayıs'ta açılan ve yoğun gündem arasında sessiz sedasız devam eden güzel bir sergiye ev sahipliği yapıyor. “Biz Foto Muhabirleri Çok Üşürdük...” adlı sergi bu meslek erbabının zor şartlara rağmen işlerini nasıl yaptıklarını 40 karelik seçkiyle anlatıyor.
 
Mesele ajitasyon değil. Mesleğini yapan insanların karşılaştığı zorlukları, meslektaşlar arasındaki dayanışmanın önemini oto muhabirleri üzerinden anlatmak. Benzer zorluklar bugün de yaşanıyor, yaklaşık üç hafta süren Gezi Parkı olaylarında pek çok gazeteci, foto muhabiri, kameraman yaralandı. Kim bilir onlardan yarınlara ne kareler kalacak? Onlar yaralansalar, hatta canlarını kaybetseler de ‘haberi fotoğraf makinesiyle yazmak’tan vazgeçmeyecekler.

Serginin küratörü Cengiz Kahraman, sergiye neden böyle bir isim verdiğini, “1950’li yıllarda foto muhabirliği yapan Yılmaz Canel ve Muammer Tuncer ile birkaç kez röportaj yaptım. Sohbet ederken çalışma koşullarının zorluğuyla ilgili böyle bir cümle söylediler. Mesele sadece üşümek değil, yaralanan, ölenler oluyor.” cümleleriyle anlatıyor. Eylüle kadar devam edecek sergiden bir seçki hazırladık.
1910'da devletten 001 numaralı foto muhabiri kimliği alan, Türk basın tarihinin ilk foto muhabiri Ferit İbrahim (sağ baş).
Dumlupınar'a giderken... Namık Görgüç, Ferid İbrahim, Haydarpaşa.
Galata Rıhtımı'nda sabaha karşı Odesa'dan gelecek olan Rus siyasetçi Leon Davitoviç Troçki'nin İstanbul'a ayak basmasını bekleyen dört foto muhabiri, soğukla başa çıkmaya uğraşıyor. Faik Şenol, Ali Ersan, Namık Görgüç ve Hilmi Şahenk, 12 Şubat 1929 Salı sabahı Troçki’yi çekemedi ama ama arkadaşları onları böyle görüntüledi.
Zafer kazanan ordunun İstanbul’a girişini Galata Köprüsü üstünde belgeleyen foto muhabirleri. 6 Ekim 1923
Foto muhabirleri ve Atatürk.
Sivas-Samsun hattı.


Cumhuriyet Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki tarihî binasının bahçesinde Namık Görgüç, dökülen suyun fotoğrafını çekerken bir meslektaşı da kendisini görüntülemiş.
Cemal Işıksel, trenden fotoğraf çekiyor.
Faik Şenol, Ali Ersan, Hilmi Şahenk, Şükrü Sara.
Süleymaniye Camii’nde Hafız Kemal Bey tarafından Türkçe Kur’an okunurken, Ali Ersan ve Selahattin Giz (sağdan 2. ve 3.) böyle poz vermişler. 25 Ocak 1932
Faik Şenol, Selahattin Giz
Semiha-Hikmet Feridun Es.
Sami Önemli
Pele-Santos
Foto muhabirleri Vali Mümtaz Tarhan ile.
Yılmaz Canel... Uludağ değil, İnönü Stadı.
Selçuk Aybatar, Boğaz Köprüsü açılışında. 30 Ekim 1973
Erdoğan Köseoğlu
Sema İrigül

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ








‘Sefiller’in 96 yıl önce yapılan Osmanlıca çevirisi yayımlandı

26 Haziran 2013
Osmanlıca Sefiller'in kapağı.
Meşrutiyet dönemi çevirmenlerinden Avanzade Mehmet Süleyman'ın, 1907 yılında yaptığı Victor Hugo'nun ünlü eseri Sefiller'in Osmanlıca çevirisi Ötüken Neşriyat tarafından günümüz Türkçesine kazandırıldı. O dönemde ansiklopedik boyda, 1584 sayfa ve resimli olarak yayımlanan eser, sahaf çevrelerinde halen tek tük bulunabiliyor.

Ötüken Neşriyat'ın Yayın Yönetmeni Erol Kılınç, 40 yıl evvel yine Sahaflar'dan kitabın ciltli bir nüshasını alır, fakat dili ağır ve ağdalı olduğu için o haliyle yayımlanmasının faydalı olmayacağını düşünür. Nihayetinde geçen yıl Türkçeye kazandırmak için editöryal çalışma başlatır ve ortaya her biri 1500 sayfadan fazla üç ciltlik bir eser çıkar. Erol Kılınç, Osmanlıca çevirinin, o dönemdeki diğer Türkçe çevirilerle karşılaştırdığında daha ‘namuslu' bir tercüme olduğunu düşünüyor  bunun nedenini şöyle açıklıyor:

“Avanzade'nin çevirisi, ülkemizde 1950'li, 60'lı yıllarda yaygınlaşan sosyalist, komünist, devrimci sloganlarla ele alınarak yapılan ve kitabın dinî, ahlakî, mistik boyutunu bu terminoloji savurganlığı içinde boğuntuya getiren tercümelerden farklı ve daha gerçekçi.” Kılınç'a göre Victor Hugo ve Osmanlı son dönem aydınları bu terminolojilerle yazışıp konuşmazlardı. Yapılan tercümelerde kullanılan terimler, eserin yazıldığı dönemdeki anlamlarından saptırılırsa, eserin kalitesi büyük ölçüde düşer ve eser okura olduğundan başka türlü tanıtılabilir. Kılınç, Osmanlıca metinde bu kusurların en az olduğunu, dolayısıyla orijinal metni en iyi yansıttığını söylüyor. Kitabı okuyanların bu kaliteyi derhal fark edeceklerini de iddia ediyor.

Kudüs 'e sürülen bir yayıncı


Bu noktada çeviriyi yapan Avanzade Mehmet Süleyman'ın kim olduğu merak edilebilir. 1871- 1922 tarihleri arasında yaşayan İstanbul doğumlu Süleyman, 1890'da Beşiktaş Askeri Rüştiyesi'ni, 1893'te Tıbbiye Mektebi'nin Eczacılık bölümünü bitirir. Bir süre Haydarpaşa ve Yıldız hastanelerinde çalışır. Çeşitli dergilerde yazı yazmaya, kitaplar yayımlamaya başlar. 1902'de yönettiği Musavver Terakki dergisi-nin Rus-Japon savaşıyla ilgili yayını Rusya'nın tepkisini çekince, 1903'te Kudüs'e sürülür. 1907'de Kahire'ye kaçar. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla İstanbul'a döner ve yüzbaşı rütbesiyle Sıhhiye i Askeriye Tercüme ve İstatistik Kısmı'na memur olarak atanır. 1912'de binbaşı olur, bir yandan da Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye adlı derginin yayımını üstlenir. Afiyet, Güzel Prenses, Hür Çocuk dergilerinin yanı sıra, kadınlara yönelik ilk yıllık olan Nevsal-i Nisvan'ı çıkarır. Muharrir Kadınlar (1892), Çocuklara Mahsus Hikâye Cüzdanı (1896), Ahrar mı İttihad mı? (1911), Eczacılara Mahsus Muhtıra (1913), Kızlara ve Hanımlara Jimnastik (1914) eserlerinden bazıları...

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


22 Haziran 2013 Cumartesi

‘Tarihçiler, kulaktan dolma bilgilerle arşiv binasını eleştiriyor’

22 Haziran 2013
1846 yılında Hazine-i Evrak adıyla kurulan Sultanahmet’teki Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 167 yıl sonra Kağıthane’deki daha modern ve çok daha büyük yeni binasına taşındı. Fakat deyiş yerindeyse kıyamet koptu. Ünlü tarihçiler, binanın taşınmasına karşı çıktı. Dere kenarında, nemli bir bölgeye bu kadar eski belgenin götürülmesini eleştirenler oldu. Merkeze uzaklığını bahane edenler oldu. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bugüne kadar bu eleştirilere cevap vermedi. 2 Haziran 2013’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan açılışı beklediler. TC Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Uğur Ünal mihmandarlığında geçtiğimiz perşembe günü arşivde bir gezi yaptık. Hem Uğur Ünal hem de arşivin İstanbul Daire Başkanı Dr. Önder Bayır eleştirileri cevapladı.


Kağıthane dere yatağında bir yerleşim yeri, onca tarihi belgeyi sel olabilecek bir semte taşımak doğru mu?
Sultanahmet’teki merkezimizde, idari binalarımız ve araştırma salonumuz vardı. Evrak depomuzun yüzde 80’i zaten İkitelli’deydi.

İkitelli’de olmasının nasıl bir eksisi var?

Hatırlarsanız 2007’de sel olduğunda arşive su girmek üzereydi. Kağıthane binamız daha korunaklı. Ayrıca Sultanahmet-İkitelli arası 30-35 km. Düşünün bir kere, tarihi belge, yolda gelirken hırpalanıyor, araştırmacı belgeyi beklerken yarım günü gidiyor. Burada böyle sorunlar yok. Bazı belgeler dijitale aktarıldı. İstenilen evrak kısa sürede hizmete sunuluyor.

Kağıthane’de bir vadinin içinde ama…

Devlet Su İşleri’nin raporu var. Yapılacak bina dere yatağından 5,50 metre yüksek olursa bir sorun olmaz deniliyor. Tüm bunlara rağmen tedbirlerimizi iki katına çıkardık. Depolarımızın yüksekliği 5,50 olması gerekirken raf sistemimiz 3-4 kat yukarıdan başlıyor. Evrakları istiflemeye yukarıdan başladık. Alt katları da kullanmayacağız. Dolayısıyla depoların yüksekliği 7 metreye çıkıyor. 7 metre yükseklikte bir sel olması ne anlama geliyor biliyor musunuz, İstanbul’un yüzde 50’sinin yok olması demek. Allah esirgesin. Bu mümkün değil.

Kim diyor mümkün olmadığını?
Arşiv sitesiyle ilgili iddialar gündeme geldiğinde, 13 Şubat 2013’te TOKİ’den bilgi istedim.

Ne dediler?
Kağıthane deresinin ıslahının tamamen yapıldığını, bu alanda Kağıthane Camii, Kağıthane Belediyesi merkez binasının yer aldığını, arşiv sitesinin ise bu alanlara nazaran çok daha uzak mesafede bulunduğunu, resmi kurumların belirttiği tüm koruma mesafelerine uyulduğunu ifade eden bir rapor gönderdi TOKİ Başkanlığı.

TOKİ, inşaat açısından çok eleştiriliyor. Bu açıklama tatmin edici gelmedi.

Doğru, sizi tatmin etmemiş olabilir, fakat TOKİ’nin verdiği rapor, buradaki kot (temel ile zemin arasındaki yükseklik) alanına bizi ikna etti. Alman mühendisler de burada ölçüm yaptı.

Peki burası nemli bir bölge değil mi?
O yanlış bir tez. Bilakis burası daha çok esiyor. Bizim bir kere iklimlendirme sistemimiz var. Uluslararası standartlarda.

Her şey bu kadar yolunda mı yani?

Tarihçiler, arşivin merkezden uzak olmasını eleştirdiler.

Sadece onu eleştirmediler… Kağıthane hakikaten sapa bir yer değil mi?
Eleştiren tarihçiler eğer böyle bir alanı sur içinde bulabiliyorlarsa, böyle bir inşaat yaptırabiliyorlarsa Başbakan’ı ikna etmek kolay. Önce bir araştırma yapsınlar... Kağıthane sur içinin bittiği alanın hemen yanı. Merkeze en yakın yer olarak bir tek burayı bulabildik.

Ulaşımı zor buranın…
Hayır değil. Metrobüsle gelirken Halıcıoğlu durağından indikten iki dakika sonra Şişli, Mecidiyeköy, Taksim tarafından gelen bütün otobüsler Kağıthane’den geçiyor. Sultanahmet’le mukayese doğru değil. Taşınmayla ilgili temel konu şuydu: Personelimiz Sultanahmet’ten ayrılmak istemedi. Tarihçiler, arşivle ilgili tüm bilgiyi personelimizden alıyorlardı.

Koskoca tarihçiler sadece personelden duyduklarından yola çıkarak mı eleştiri yaptılar?
Buraya mı geldiler sizce? Murat Bardakçı, dereye inip acaba mesafeyi mi ölçtü? Kesinlikle duyduklarını yazdılar. Taşındıktan sonra bu kot konusu hiç konuşulmuyor. Bu mesafeyi gözle görenlerin fikri değişti.

Peki yeni bina neden bu kadar gerekliydi?
Biz işlerimizi nasıl hızlandırırız, bunların hesabını yapıyoruz. Bakın burada 4 kat restorasyon ünitemiz var. Eski yerde restoratörler binanın en alt katına sıkışmıştı, araştırma salonlarının genişliğini gördünüz. Kütüphane dediğimiz yer bütün kitapların yığıldığı küçük bir odaydı. Tasnifte görevli arkadaşlar küçük bir odada masalar bitişik bir şekilde çalışmak zorundaydı. Sırf dijital çekim için burada iki bina ayırdık. Bugüne kadar Osmanlı Arşivleri’nin daha yüzde 10’u dijitale aktarıldı. 10 yılda yaptığımız aktarma işini bir yılda yapabilecek duruma geldik. Eleştirenler niye bu açıdan bakmıyorlar? Arşivciliğin diğer boyutları açısından değerlendirmiyorlar?

Osmanlı Arşivi Daire Başkanı Dr. Önder Bayır:
Lütfen ihtisasa biraz saygı gösterilsin

Bir tarih profesörü arşiv binasının açılışına davet edilmediği için sitem etti. “Öğrencilerim kurumun başında, beni bile çağırmadılar” dedi, bu doğru mu?
Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu, benim hocamdır. Kendisini 3 kez aradım, ulaşamadım. Kayıtları hâlâ duruyor. Sonra ulaştığımda, “Çağırsaydınız da gelmezdim, depoları eksi 9 metreye taşımışsınız.” dedi. Bunların hepsi kulaktan dolma bilgi...

Onlar da tarihçi, niye bilmeden konuşsunlar ki?..
Ben de tarihçiyim. 1988’den beri arşivciyim, ömrümün yarısından fazlasını bu arşivde geçirmişim, arşivcilik bölümünde öğretim elemanlığı da yaptım. Dijital arşivlemede Türkiye’de üç kişiden biriyim. Biz hiçbir şey bilmiyor muyuz, sadece onlar mı biliyor? Bize, ‘Onlar bir şeyden anlamıyorlar’ demek istiyorlar. Hakperest eleştiri yapılmıyor. Lütfen kimse kusura bakmasın, biraz ihtisasa saygı göstersinler. Burası dünyanın en büyük, en modern arşiv kompleksi.

Bu tespiti neye göre söylüyorsunuz? Elinizde bir araştırma mı var?

Çoğunu gezdim, gezmediklerimi de araştırdım. Amerika’da modern bir arşiv var fakat bizimki kadar büyük değil. En büyük ve en modern burası. Bugüne kadar 36 bin adet araştırmacıya, araştırma izni vermişiz. Uluslararası Arşiv Konseyi’ne üyeyiz, istatistikleri takip ediyoruz.

Milli Saraylar ve Topkapı Sarayı’ndaki belgeleri, tek merkezde toplanması için istemiştiniz. Sonucu ne oldu?
Milli Saraylar’daki belgeleri aldık. Dijitale aktardık. Topkapı Sarayı, evrakı vermek istemedi, sadece dijital görüntülerini alıyoruz.

Oradaki belgelerin durumu nasıl?

Kötü durumda. İlber Ortaylı Hoca, Murat Bardakçı bizi eleştirirken acaba Topkapı Sarayı’nın mahzen bölümünün arkasının yıkılmak üzere olduğunu niye hiç gündeme getirmiyorlar? Orada iklimlendirme var mı, biri Allah rızası için sorsun. Durmadan hedef saptırıyorlar, bize durmadan atıp tutuyorlar da Topkapı Sarayı’nın arşivi ne durumda bunu sormuyorlar...

Arşivdeki 96 milyon Osmanlı belgesi peyderpey sergilenecek
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin yeni binasının en güzel taraflarından biri, binanın hemen girişinde yer alan 1.000 metrekare büyüklüğünde Osmanlı Arşiv Galerisi’nin olması. TC Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde 96 milyon belge, 370 bin civarında defter bulunuyor. Sergi salonunda bu belgeler peyderpey sergilenecek. Şu anda yaklaşık 300 belge teşhirde. Eğer bugünlerde milli arşiv sitesine giderseniz göreceğiniz belgeler arasında Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Mondros Mütarekesi’nin orijinal metni, II. Abdülhamid’in Boğaz köprüsü projesi, Fatih Sultan Mehmed’in Bosna fermanı, İspanya ve Portekiz’den kovularak Osmanlı Devleti’ne sığınan Musevilerin kayıtları, Kanuni Sultan Süleyman’ın el yazısı, Sultan III. Murad’ın İngiltere’ye yardım için donanmanın gönderileceğini bildiren mektubu, Moldova’da bulunan Hıristiyan din adamlarının ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri hakkında hüküm, Nakşidil Valide Sultan’ın mektubu ve kâğıt para örnekleri var...

II. Mahmud’un yazdığı 7 metrelik hat restore ediliyor
Osmanlı Devlet Arşivleri’nin Kağıthane Sadabad mevkiinde yapılan yeni binasının Osmanlı tarihi açısından da önemi var. Sadabad, Osmanlı’nın kültür merkeziydi. 160 dönüm büyüklüğünde, 2 bloktan oluşan yeni binanın en önemli kısımları 320 araştırmacıya aynı anda hizmet veren araştırma salonu, 120 bin metre raf sisteminin kurulduğu 120 depo ve dört kata yayılmış restorasyon ve dijital arşivleme üniteleri. Uğur Ünal’ın verdiği bilgiye göre bütün depolar, kuruma tahsis edilen vadinin arka bölümündeki kaya oyuğunun içine gömülmüş. Böylece yalnız sel durumunda değil, depreme, kimyevi ve biyolojik saldırılara karşı korunmuş olacak.

Depolarda nem oranı yüzde 45-60, sıcaklık 18-22 derece arasında. Restorasyon ünitelerini gezerken bir sürprizle karşılaştık. Arşiv depolarında saklı duran, hattat padişahlardan II. Mahmud’un (1807-1839) kendi yazdığı 7 metre boyunda 2 metre yüksekliğindeki bir hat levhası (aşağıda) yeni restore ediliyordu. Hat mirasımız açısından oldukça etkileyici ve önemli olan bu esere Sultan Mahmud, “Allahü veliyyü’ttevfîk/ Allah en iyi yardımcıdır.” yazmış.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


17 Haziran 2013 Pazartesi

İşte karşınızda zeki, çevik ve hızlı bir Evliya Çelebi

17 Haziran 2013
Çekimlerine 2010’da başlanan animasyon filmi ‘Evliya Çelebi ve Ölümsüzlük Suyu’ tamamlandı. Yılbaşında gösterime girecek filmde zeki, çevik ve hızlı bir seyyahla karşılaşacaksınız. Filmin yapımcısı, kısa bir süre önce Çukurova Medya Şirketleri Grup Başkanlığı’na atanan Cengiz Özdemir, “Biz bu projeye çok inanıyoruz. Sinema tarihimiz adına önemli bir iş yaptığımızın bilincindeyiz.” diyor.


Avrupa Konseyi, geçtiğimiz ocak ayında “İnsanlık Tarihinde Kültürler Arasında Köprü Kuran” 101 kişilik bir liste yayınladı. Sonunda da en önemli bulduğu 20 kişiyi final listeye taşıdı. Leonardo Da Vinci’den Rahibe Teresa’ya, Albert Schweitzer’den İbn Rüşd’e, Marco Polo’dan Martin Luther King’e, Gutenberg’den Büyük İskender’e, Gandhi’den Fulbreigt’a ve Konfüçyüs’e dek kimler yok ki listede... Tahmin edin birinci sırada kim yer alıyor: Evliya Çelebi. Onun sıradan bir seyyah olmadığını, değeri gün geçtikçe daha çok anlaşılan tarihî bir şahsiyet olduğunu biliyoruz. İşte bu değerini ortaya koyan özbeöz Türk yapımı animasyon film, ‘Evliya Çelebi ve Ölümsüzlük Suyu’nun çekimleri, üç yıllık yoğun bir çalışmanın ardından tamamlandı.
 
Yılbaşında gösterime girecek filmde Çelebi’yi, usta oyuncu Haluk Bilginer seslendiriyor. Animasyon karakter de Haluk Bilginer’i hatırlatacak şekilde çizilmiş. Filmin yeni yayınlanan tanıtım filminde (teaser) Bilginer, “Evliya Çelebi’ye ses vermek benim için büyük zevkti. Ben daha önce Evliya Çelebi’yi oynamıştım zaten. Hatırlayacaksınız, İstanbul Kanatlarımın Altında filminde. Bu filmin çok eğlenceli olduğunu düşünüyorum ve bitmiş halini sinemada görmek için heyecanlanıyorum gerçekten.” diyor.
    Evliya Çelebi ve Ölümsüzlük Suyu, 2007 yılında kurulan Proje Geliştirme Merkezi’nin (PROGEM) sahibi Cengiz Özdemir’in projesi. Kısa bir süre önce Çukurova Medya Şirketleri Grup Başkanlığı’na atanan Özdemir, filme hangi amaçla yola çıktıklarını, “2011 Evliya Çelebi’nin 400. doğum yılıydı. UNESCO 2011’i Evliya Çelebi yılı ilan etmişti. Ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si İstanbul’da başlayıp Mısır’da bitiyordu. Biz de İstanbul’u en güzel Evliya Çelebi anlatır dedik ve yola çıktık.” sözleriyle ifade ediyor. Cengiz Özdemir, projesine çok inanıyor ve film gösterime girdikten sonra, sektörün animasyon filmlere daha çok yatırım yapacağını ifade ediyor.

    Projesine inanmakta haklı, ekibindeki herkes kendi alanında önemli işlere imza atmış isimler. Filmin yönetmeni Serkan Zelzele, yıllardır Los Angeles ve Mexico City’deki Hollywood stüdyolarında çalıştı. Yer aldığı ekip iki defa Oscar ile ödüllendirildi. Karakter tasarımları Mesut Ataş’a ait. Ataş da Epics Stüdyoları’nda başladığı çalışmalarına PROGEM’le devam ediyor. Filmin müzikleri, şu an Zagor’un müziklerini yapan Rahman Altın’a emanet. Altın’ın, Kelebeğin Rüyası ve Siyah Giyen Adamlar 3 filmlerinin müziklerinde imzası var. Senaryoyu, Prof. Dr. Hayati Develi’nin danışmanlığında Uğur Uzunok ve Murat Menteş yazdı. Hikâye, Seyahatname’nin bittiği yer olan Mısır’da başlıyor, İstanbul’da devam ediyor. Ölümsüzlük Suyu ise hikâyelerimizde de anlatılagelen Ab-ı Hayat’ı temsil ediyor.

    Filmin İstanbul sahneleri Boğaz’la açılıyor. Ardından Galata Köprüsü, Eminönü, tarihî yarımada, İstiklal Caddesi ve Galata Kulesi geliyor. Yani Evliya Çelebi’nin İstanbul’unda geçiyor hikâye. Başbakanlık Türk Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Eurimage’ın desteklediği filmin ana sponsoru Türk Hava Yolları. Filmin galası da Türkiye-Mısır arasında yapılan bir uçuşta gerçekleştirilecek. Özdemir’e göre madem Evliya Çelebi en son Mısır’da görülmüş, madem Nil’in kaynağına doğru yola koyulmuş, madem Seyahatname “Baki olalar Baki” diye bitmiş, Ölümsüzlük Suyu’nu bulmuş zaten...


 Evliya Çelebi, Ölümsüzlük Suyu’nu içerse...
“Hikâyemizde Evliya Çelebi, Ölümsüzlük Suyu’nu içtiğinde 50’lerindeydi. Bu efsanevi su, onun tüm duyularını güçlendirdi. Gözleri ve kulakları keskinleşti, tüm hareketleri hızlandı. Filmde 400 yaşında bir insan var. Gerçekte de Evliya Çelebi’nin güler yüzlü ve esprili olduğunu biliyoruz. Her durumdan zekâsıyla kurtulmayı iyi biliyor. Karşısındaki kişilerin zekâsına ve ilgisine göre davranıyor. Bu sayede her beladan kurtuluyor. Zaten o çağda bu kadar geniş bir coğrafyayı gezebilmek için çok yetenekli ve insan ilişkilerinde başarılı olmak gerekir. Taklit ve şaka yapma yeteneği çok yüksek. Mahalli dilleri iyi konuşuyor. Hafızası çok kuvvetli. Espriler yaparak, hikâyeler anlatarak karşısındaki insanları eğlendiriyor, kolayca yakınlık kuruyor. Gördüğü, dinlediği bir şeyi asla unutmuyor. Rakamları, şifreleri, sözleri, yabancı sözcükleri ezberlemek onun için çok kolay. Zaten çok sistematik bir şekilde dil öğrendiğini biliyoruz büyük dil ustasının.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

15 Haziran 2013 Cumartesi

'Bir hat levhasını restore ettirmeyi rüyamızda bile göremezdik'

15 Haziran 2013
Zübeyde Cihan Özsayıner, 28 Ekim 1984'te açılan Beyazıt Meydanı'ndaki Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nin 30 yıldan bu yana müdürü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden mezun olan, master ve doktorasını da aynı okulda yapan Özsayıner, 1982'de Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı. 2008-2011 yılları arasında ise Anıtlar Kurulu'nda sanat tarihçisi olarak görev yaptı. Özsayıner'in verdiği rakama göre Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde 2 bin 674 hat levhası bulunuyor. Müze iki yıldır restorasyonda olduğu için ziyarete kapalı, eserler de depolarda muhafaza ediliyor. Nisan ayında Ayasofya Müzesi'nde açılan ‘Hattın Sultanları' sergisinde yer alan padişah hatlarının bir kısmı buradan gitti. Hepsi yeni restore edilmişti. Geleneksel sanatlarla ilgilenen çevrelerde bu aralar, özellikle hat mirasımızın daha iyi şartlarda korunup sergilenmesi konuşuluyor. Müzenin envanterinde bulunan ve konservasyonları yeni başlayan Kanuni Sultan Süleyman'ın Kızı Mihrimah Sultan'ın vakfiyesi Kur'an-ı Kerim'lerin (aşağıda) nemden perişan olmuş hali yapılan çalışmaların önemini anlatmaya yetiyor. Özsayıner ile müzedeki eserlerin durumunu ve dünden bugüne Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi'ni konuşmak üzere buluştuk.
Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi Müdürü Zübeyde Cihan Özsayıner. Fotoğraf: Sevinç Özarslan.


Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi ne zamandan beri Beyazıt'ta?
İlk hat müzesi, 1968'de Vatan Caddesi'nde, Yavuz Sultan Selim Medresesi'nde açılmış. Fakat orası Sultanahmet gibi bir turizm merkezi olmadığı için kapanmış, on yıl kapalı kalmış.

On yıl orada kapalı kalan eserlere bir şey olmamış mı?

Vallahi benden evvelkiler için bir şey diyemem. Ben burada göreve başladım. Oradaki eserler, 1983 yılında Beyazıt Meydanı'ndaki II. Beyazıt Medresesi'ne taşınmış. Burası 28 Ekim 1984'te açıldı. 30 yıldır açık. Yapının kendisi anıt müze. Bu anıtın içinde tekrar tarihi eser sergiliyorsunuz. Bu hem zor hem de iddialı bir durum.

İki senedir burası kapalı, neler yapılıyor müzede?
Anıtlar Kurulu'ndan müzenin restorasyon, restitüsyon ve rölöveleri çıktı. Hem tarihi yapının kendisi hem de içindeki hat, levha, şamdan, rahle gibi eserler elden geçiyor. Buradaki eserler, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu kapsamındaki taşınabilir eserler. Bu eserleri zaten zaman yormuş, konservasyonları yapılıyor.

Konservasyonun restorasyondan farkı ne?
Tarihi eseri olduğu gibi, yapıldığı yüzyıldaki gibi muhafaza etmek. Hat levhaları, el yazması Kur'an-ı Kerim'ler, şamdan, rahle gibi eserleri restore ediyoruz. Eserlerde kurt yeniği var mı, asit etkilemiş mi.. Bunlara bakıyoruz. Restorasyonda ise esere müdahale söz konusu.



Müzede ne kadar hat levhası var?
3 binden fazla hat levhası var. Hat levhası deyip geçmeyin. Birkaç anabilim dalında uzmanlık gerekiyor. Bütün restorasyon raporları tutuldu. Önce nasıldı, sonra nasıl oldu? Konservasyon ilkeleri açısından neler uygulandı, hepsi belgelendi. Esere müdahale edildiğinde 2863 sayılı kanun kapsamından çıkıyor eser. Bizim yaptığımız tüm müdahaleler geriye dönük.

Geriye dönük müdahale ne demek?
Teknoloji gelişiyor, 22. yüzyıla geldiğimizde yeni bir konservasyon ilkesi çıkarsa, eski müdahaleler çıkarılıp yeni gelişmelerle esere yeniden müdahale edilebiliyor.

Şimdiye kadar kaç eser restore edildi müzede?
Yüzlerce hat, yüzlerce el yazması Kur'an-ı Kerim'ler, şamdanlar... Müze tekrar ziyarete açıldığında sergilenecek tüm eserler elden geçmiş olacak. Zaten elden geçenleri Ayasofya Müzesi'nde sergiledik. Pırıl pırıldı hepsi.

Ayasofya Müzesi'nde açılan Hatların Sultanı sergisine kaç eser verdiniz?
29 eser verdik. Ankara'daki sergiye 41 eser gönderdik.

Yüzlerce eser onarıldı, dediniz. Müze restorasyonda olduğuna göre restore edilen diğer eserleri nerede muhafaza ediyorsunuz?
Depolarda…

Depoların durumu nasıl?  Eserlerin buralarda oldukça tahrip olduğunu, hatta çürüdüğünü iddia edenler var?
Niye çürüsün kardeşim! Çürüse biz burada niye varız! Odacı mıyız, kapıcı mıyız, bilim insanı olarak burada görev yapıyoruz. Onu söyleyen gelsin, cevabını verelim. Neyi çürütmüşüz burada?

Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan'ın Kuran'ı Kerim'i.
Çok sinirlendirdik sizi sanırım…
Yazık, kul hakkı doğuyor, bunları kim söylüyorsa? Lütfen söyleyenler gelsinler buraya, arkadan konuşmasınlar, mert olsunlar… Her bir eserin teker teker tozunu alıp ilaçlamaktan faranjit olduk. Camilerden müzelere gelen eserlerin, durumu elbette kötü oluyor. Çünkü oralarda korunaklı bir ortamı yok. Onların bakımı yapılıyor. Tarihi eser tabii ki etkilenecek o kadar, ben bile romatizma oldum burada, kemiklerim ağrıyor.

3 bin eserin hepsi camilerden mi?
E tabii ki. Bunların hepsi vakıf eserleri. Aslında bu eserlerin camilerde olması gerekiyor fakat geçtiğimiz yıllarda o kadar çok hırsızlık oldu ki, 2003 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün emriyle onlar müzelere toplandı. O dönemde her hafta bir çalıntı duyurusu yapıyorduk. Özellikle Üsküdar ve Fatih'ten çok eser çalınıyordu.

Şimdi var mı hırsızlık?
Şimdi yok. 2002'de kurulan kaçakçılık birimi İnterpol'le bağlantılı çalıştığı için kayıp eserler takip edilebiliyor. Şu anda camilerde toplanmamış epey eser var. Bunların da zaman içinde toplanması gerekiyor.

Burada nasıl korunuyor hatlar?

Bütün sanat eserlerinin, dünya müzecilik ilkelerine göre 20 derece sıcaklık ve yüzde 45 rutubet derecesinde saklanması şart. Üzerine düşen ışık şiddeti 50 nüksü geçmeyecek. Geçtiği an eserde dağılmalar, parçalanmalar, etkiler, tepkiler oluşuyor. Şu anda tüm makineler çalışıyor.

30 sene içinde eserlerin bakımı nasıl yapıldı?
Her mayıs ayında teker teker tozları alınıyor, ilaçlanıyor. Rutubet çekici cihazlar var. Odanın 45 derece nemli olması için onlar çalışıyor. Şu andaki Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün müzelere bakış açısı çok güzel.

 Ne açıdan güzel?
Şu anda Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün tavrı destekleyici. Biz ne istersek alınıyor. Cihazdı, doğrudan hizmetti vs. Bir eseri onaracağım zaman onun doğrudan satın alımını yapıyorum, bu işi piyasada en iyi kim yapıyor, tespit ediyoruz, hemen komisyonlar kuruluyor.

İşleriniz daha mı kolaylaştı, yoksa paranız mı arttı?
Daha evvel ödeneğimiz yoktu. Vakıflar Kanunu çıktıktan sonra ödeneklerimiz oldu. Daha evvelki kültürel politikalarda devletin kültüre, müzelere ayırdığı küçük bir pay vardı. O küçük payla siz eserinizi nasıl onaracaktınız?

O kadar mı kötüydü durumunuz?
Müzenin en küçük ihtiyacı bile alamayacak durumdaydık. Eskiden bir eserin restorasyonunu, konservasyonunu yaptıracağımızı rüyamızda bile göremezdik.

Bugüne kadar ihmal edildiği için şimdi toparlamak zor oluyor herhalde?

İhmal etmek değil. Maalesef biz ülke olarak, bir İngiltere, Amerika değiliz. Bu ülkelerin müzelere ayırdığı payla bizimki aynı değil. Yurtdışındaki pek çok müzeyi de gezdim. İnsan hakikaten gördükçe üzülüyor. Eski politikalar yüzünden bunlara para ayrılamıyordu.

Para ayırmak öncelikli değil miydi acaba?
Yoktu ki, nasıl ayırsınlar! Paranız yoksa ne yapabilirsiniz? Eğer bir hükümet kültür varlıklarına zaman ve ödenek ayıramazsa şahsi olarak ya da bürokrat olarak bir şey yapamazsınız.Ben de onu söylemek istiyorum. Ayrılması gerekirdi.Demek ki yok, ayıramadılar.

Ne kadar iyimsersiniz…
Ben Vakıflar için konuşuyorum. Vakıflar Kanunu çıkmadan önce bizim ödeneklerimizin hepsi devletin hazinesine gidiyordu. Türkiye'nin çoğu vakıf eseri kiradadır. Buralardan gelen gelirle her yapıyı, bütün eserlerimizin bakımını ve onarımını yaptıracak durumdaydık ama devletin hazinesine gittiği için bize çay kaşığı kadar bir şey kalıyordu.

Bakın siz söylediniz, para varmış fakat ayrılmıyordu. Şimdi o gelirleri siz mi alıyorsunuz?
Evet, şimdi o gelirleri alıyoruz. Şimdi istediğimiz caminin projesini de çizdiriyoruz, restorasyonunu da yaptırıyoruz. O kanun çıkmadan önce bunlar mümkün değildi.

Asistanlığın adımları bu medresede atıldı 

Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi, Beyazıt Meydanı.
"Beyazıt Meydanı'ndaki II. Beyazıt Külliyesi, o dönemde üniversite eğitimi yapan bir merkez. Eğitim tarihi açısından önemli bir mekan. 16. yüzyılda o kadar çok medrese var ki, müderrisler yani profesörler, medreselere ders vermeye yetişemez olmuşlar. İlk defa derse vekalet sistemi yani şimdiki asistanlık müessesesi Beyazıt Medresesi'nde ortaya çıkıyor. II. Beyazıt Medresesi'nin Türk Vakıf Hat Müzesi olması da tesadüf değil. II. Beyazıt, hat sanatına saygı duyan bir sultan. Kendisi de hattat olduğu için o devrin önemli hattatlarından Şeyh Hamdullah'ı Amasya'dan getiriyor, ona maddi ve manevi imkanlar tanıyor, pek çok caminin yazılarını yazdırıyor. Ve asıl ilginç olan, Şeyh Hamdullah o yazıları yazarken, Sultan, hokkasını ayakta durarak, elinde tutuyor. Hoca da batırıp yazısını yazıyor."

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

11 Haziran 2013 Salı

Vatikan Sarayı’nda Besmele’yi ve Hilye-i Şerif’i anlattık’

11 Haziran 2013

Vatikan Palazzo Canselleri Sarayı’nda geçtiğimiz hafta cuma günü bir tezhip sergisi açıldı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyeleri Yrd. Doç. Dr. Münevver Üçer, kalemişi sanatının temsilcisi Yrd. Doç. Dr. Kaya Üçer ve yapraklar üzerine yaptığı tezhip ve minyatür çalışmalarıyla tanınan sanatçı Reyhan İsen’in (oturan) eserlerinin yer aldığı serginin açılış kokteyli ve üç sanatçının sonrasında yaşadıkları kendilerine ilginç gelmiş olmalı ki, Türkiye’ye döndükleri zaman yaptığımız röportajlarda hepsi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi anlattı.

    Aslında böyle düşünmeleri normal belki. Davetlilerin ve sanatçıların ağırlandığı kokteyl salonu, 15. yüzyılda kurulan ve suçu mutlaka itiraf ettirme anlayışına dayanan, işkencelerin de yapıldığı engizisyon yani din mahkemesi. Ayrıca sergiye gelen din adamlarının, sanatçılarımıza sordukları, ‘Tezhip nedir?’, ‘Besmele, Maşallah ne demektir?’, ‘Hilye-i Şerif’in, Esma-i Hüsna’ların İslam’daki anlamı ve önemi nedir?’ gibi sorulara verdikleri cevaplarla İslam sanatını anlatmaları pek rastlanan bir olay değil.

 Canselleri Sarayı, 16. yüzyılda yapılmış, iç avlulu bir mekan. Sergiler genelde avlunun kenarlarında açılıyor. Burada daha önce yine Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un girişimiyle Hilye-i Şerif sergisi düzenlenmişti. Şu anda Münevver Üçer’in ‘Hiç’, ‘Hak’, ‘Besmele’, ‘Maşallah’ adlı tezhiplerine, Reyhan İsen’in Cumhurbaşkanlığı seralarında yetiştirilen bitkilerin yapraklarını kurutarak elde ettiği çalışma yüzeylerine yaptığı tezhip ve minyatür çalışmalarına ve Kaya Üçer’in kalemişi sanatını yansıttığı bezemelerine ev sahipliği yapıyor.
    Avlunun diğer tarafında 2011’de ülkemize de gelen ‘Leonardo: Zamanın Ötesinde İcatlar’ sergisi var. Kokteylin yapıldığı engizisyon mahkemesi ise bir üst katta. Açılışın ertesi günü Türkiye’ye dönen sanatçılar, 23 Haziran’a kadar devam edecek olan sergilerini ve oradaki tepkileri anlattılar.


 Münevver Üçer: 
İslam’a ve İslam sanatlarından tezhip, hat, minyatüre karşı Avrupalılar artık çok ilgililer. Benim, arkasına gölgesi düşmüş ‘Maşallah’ adlı bir tezhip çalışmam var, lale şeklinde. Bu kompozisyon çok hoşlarına gitti. ‘Maşallah’ eserlerim çok ilginç zaten, birkaç tane sattım, hepsini de İngilizler aldı. Açılışta 250 kişi vardı ve çoğu tezhibin ne olduğu bilen, İstanbul’a gelmiş insanlardı. Ayrıca yabancı Türkologların ilgisi büyüktü. Vatikan’da görevli din adamları, ‘Besmele’nin ve Hilye-i Şerif’lerin karşısında durup anlamlarını sordular. Tezhibin inceliğinden, zarafetinden etkilendiklerini anlattılar. Tezhibin nasıl yapıldığını ayrıntılarına kadar anlatınca inanamadılar. Bu kadar uğraş verildiğini fark edince bir kez daha dikkatle baktılar.

Reyhan İsen: 
Vatikan’daki büyükelçiliğimizden sergi teklif alınca çok heyecanlandık. Türk İslam sanatını anlatan eserlerimizi, 16. yüzyılda yapılmış adalet sarayında sergilemek nasip oldu. Bu saray ayrıca engizisyon mahkemesinin kurulduğu tarihi bir yapı. Katılımcılar, tezhip ve minyatür çalıştığım yaprakları evimin salonundaki çiçeklerden ve seralarımızdan temin ettiğimi öğrenince çok ilgilendiler. Kurumuş bir yaprak üzerine Türk İslam sanatının uygulanmasını şaşkınlıkla karşıladılar. Sakarya’da Acarlar Longozu diye bir yer vardır. Ağaçlar suyun içinde. İki yüzden fazla kuş türü ve değişik bitkiler var bulunuyor burada. Bu longozun minyatürlerini yapmıştım yapraklara. Onlardan çok etkilendiler.

Kaya Üçer: 
Vatikan’da bize, ‘Ülkenizde size ilgi nasıl?’ diye sordular. Biz ülkemize dışarıdan gelmeye çalışıyoruz, dedim. Çünkü öyle olunca, bizim millet ‘Aaaaa’ oluyor. Bu kompleksten artık kurtulmalıyız. Modern sanatlar da önemli ama ‘boş çerçeve’ye verilen değer bu eserlere gösterilmiyor. Geleneksel sanatlar son on yılda çıkış yakaladı. Bu noktaya gelmemiz kolay olmadı. Öğrencilerimiz,‘Tezhipte, kalemişinde ilerleyebilecek miyiz, para kazanabilecek miyiz?’ diye soruyor. Tezhip sanatı Kanuni Sultan Süleyman döneminde zirveye çıkmıştır. Çünkü Kanuni gibi bir padişah tezhibe, sanatçılara değer vermiştir. Bunu bildiğiniz zaman siz de sanatınızı daha çok geliştiriyorsunuz. ‘Tezhip’ bölümünde tesbih yapıldığını zannedenler var hâlâ. 

Sergilenen eserler...





Besmele
Maşallah

Hak

Hiç




 

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ