23 Şubat 2014 Pazar

‘Bağlama Takımı’ yeniden sahnede

23 Şubat 2014 
Halk müziğinin usta ismi Muzaffer Sarısözen tarafından Ankara Radyosu bünyesinde kurulan Bağlama Takımı’nı bugün kaç kişi hatırlıyor bilinmez, fakat İTÜ Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi Şafak Gürler, bu grubu tekrar canlandırmak için iki yıldır uğraşıyor. Üstatlardan oluşan yeni Bağlama Takımı, yarın akşam sahnede.


Bağlama Takımı, 1940’lı yılların sonunda, Türk halk müziğinin önemli ismi Muzaffer Sarısözen tarafından Ankara Radyosu’nda kurulan 5-6 kişilik bir gruptu. Birlikte hem bağlama çalıp hem türkü söyleyen grubu Sarısözen, “Şimdi bağlama takımını dinleyeceksiniz.” diye anons ederdi. Sadece bağlama ve bağlama ailesine mensup farklı ebatlardaki enstrümanları ustaca çalanlardan meydana gelen grup, geleneğe bağlı icra prensibi ile hareket eden ve notalı çalma geleneğini sürdüren, nadide müzik topluluklarından biriydi. Tavırları, üslupları o kadar sevildi ki, zamanla diğer bölge radyolarında da bağlama takımları kurulmaya başlandı.

İstanbul Radyosu’nda 1954’te stajyer olarak göreve başlayan Yücel Paşmakçı ve arkadaşları da benzer bir takım kurdular. TRT İstanbul Radyosu sanatçılarından oluşan bu grubun sayısı da ilk zamanlarda çok azdı, fakat zamanla on beş kişiye çıktı. Çekirdek kadrosunda Hamdi Özbay, Adnan Ataman, Metin Özyürek, Yücel Paşmakçı, Zekai Beşgül, Ali Ekber Çiçek, Tuncer İnan, Orhan Dağlı, Mustafa Günaydın, Münir Bulduk, Ömer Akpınar, Erhan Kutsal ve Yavuz Top bulunan grup, beğenilince 1974-75 yılları arasında İstanbul Plak’tan bir Long Play’leri (45’liklerden daha yavaş dönen plak) bile yayınladı. Sanatçılar albümün A yüzünde; Fidayda, Misket, Çiçek Dağı oyun havası, Harman Dalı zeybeği, Çaktım Çaktım Yanmadı, Şu Dalmadan Geçtin mi türküleri ile B yüzünde Ham Meyveyi Kopardılar Dalından, Gesi Bağları, Gökte Uçan Huma Kuşu, İzmir’in Kavakları, Karyolamın Demiri, Süpürgesi Yoncadan türkülerini çalıp söylediler. Yücel Paşmakçı’nın ifadesiyle ‘bir ses sanatçısı kadar iyi bir sese sahip olmasalar da türküleri mükemmel bir uyum’ içinde okudular.








O yıllarda kendi çapında bir popülerlik kazanan Bağlama Takımı’nı bugün kaç kişi biliyor, hatırlıyor kim bilir, fakat İTÜ Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi Şafak Gürler, iki yıldır bu grubu canlandırmak için uğraşıyor. Hem Bağlama Takımı’nın eski üyelerinden bir kısmının hem de Türkiye’nin farklı kuşaklardan önemli üstatların bir araya geldiği 30 kişilik yeni Bağlama Takımı, ilk konserini geçen yıl 29 Nisan’da İTÜ Maçka Kampüsü Mustafa Kemal Amfisi’nde vermişti. Aynı grup, ikinci konserini Yücel Paşmakçı şefliğinde yine aynı mekânda yarın akşam saat 19.00’da verecek. Paşmakçı, “Grubumuz tekrar canlanırsa benim temennim şudur; bağlamaya hevesli çok genç var. Onlar bu işi çoğaltarak devam ettirsin.” diyor.

Eskilerden Hamdi Özbay, Mehmet Erenler, Mustafa Hisarlı, Yavuz Top ve Arif Sağ’ın yer aldığı yeni grupta Afşin Emiralioğlu, Ali Turgut, Arif Sağ, Arif Yanmaz, Asım Kırca, Cengiz Özkan, Cihan Akdeniz, Cihan Orhan, Cihangir Terzi, Çetin Akdeniz, Deniz Güneş, Engin Şafak Gürler, Erdal Erzincan, Erdoğan Eskimez, Ergin Değirmenci, Erol Parlak, Hüseyin Akpınar, İrfan Kurt, Kenan M.Durul, Kudret Dağlı, Necmi Berbergil, Nedim Çiçek, Orhan Hakalmaz, Şendoğan Karadeli, Uğur Dedek, Uğur Kaya ve Yiğit Atkı bulunuyor.

Bağlama Takımı’nın yarın akşamki konseri, Burdur’un Serenler zeybeği ile başlayıp Urfa semahı ile devam edecek. Afyon’dan ‘Kara Koçun Boynuzu’, Rumeli’den ‘Be Gemici Gemici’, Kütahya’dan ‘Ben Kendimi Gülün Dibinde Buldum’ okunacak diğer türküler arasında yer alıyor.

“Eğlendirici değil, birleştirici yönü var”
 
2000 yılında İTÜ’den emekli olan ve halen Haliç Üniversitesi Konservatuarı’nda ders veren Yücel Paşmakçı, bu tür programların eğlendirici yönünden ziyade birleştirici tarafına dikkat çekiyor: “Böyle programların eğlendirici tarafından daha kıymetli olan birleştirici yönüdür. Üzülerek duyuyorum ki, devlet radyolarında Türk ve halk müziği icra eden topluluklardan emekli olan sanatçıların yerine artık kimse alınmıyor. Devlet koroları biterse iyi olmaz. Devlet, örnek olabilecek bu çalışmaları himaye etmelidir. Senede bir milyon adet bağlama satıldığını biliyoruz. Azımsanacak bir rakam değil. Bu işin yaşadığını gösterir, o bakımdan sahip çıkmak, türküleri gençlere doğru şekilde aktarmak gerekir.”




22 Şubat 2014 Cumartesi

Enver Paşa’nın ölmeden önce hediye ettiği Mushaf-ı Şerif, müzayedeye çıkıyor

22 Şubat 2014
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu ve önderleri arasında bulunan Enver Paşa’nın elyazması Mushaf’ı, bugün müzayedeye çıkıyor. İç sayfaları gül motifleri ile tezhipli, sanatçı imzası sayfasının alt kısmında Allah, Hz. Muhammed (sas) ve dört halifenin isimlerinin yazılı olduğu bu nadide Mushaf’ın açılış fiyatı olarak 160 bin TL belirlendi.

Asar-ı Atika Müzayede’nin bugün Grand Hyatt Hotel Taksim’deki 15. müzayedesinde iki önemli Mushaf-ı Şerif müzayedeye çıkıyor. İlki, Enver Paşa’nın Rusya bozkırlarında savaş cephesindeyken yanında bulunan el yazması Mushaf’ı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu ve önderleri arasında bulunan Enver Paşa, bu Mushaf-ı Şerif’i, 4 Ağustos 1922 günü Tacikistan’da, Duşanbe yakınlarında öldürülmeden 18 gün önce eşi Naciye Sultan’a hediye olarak göndermiş ve iç sayfasına şöyle bir not düşmüş: “Enver Paşa’dan Naciye Sultan’a... Gönderdiğim şu hediyeyi sevgili sultanım, efendiciğim Naciye’me gönderiyorum. Hüda penahinde hıfz eylesin. Amin. 12 Temmuz 1922."

Ser lehvaları klasik Pers üslubunda tezhiplenmiş, her bir sayfası altın cetvelli Mushaf’ın açılış fiyatı 60 bin TL. Diğer Mushaf, Osmanlı döneminde yaşayan en önemli tezhip sanatçılarından ‘Âta yolu’ diye bilinen metodu kuran Seyyid Ahmet Ataullah Hezargradzade’nin tezhiplediği Mushaf-ı Şerif. Üzerinde Mekke ve Medine minyatürleri bulunan, iç sayfaları gül motifleri ile tezhipli, ketebe (sanatçı imzası) sayfasının alt kısmında Allah, Hz. Muhammed (sas) ve dört halifenin isimlerinin yazılı olduğu bu nadide Mushaf’ın açılış fiyatı ise 160 bin TL.





Prof. Dr. Çiçek Derman, bir makalesinde belirttiğine göre Seyyid Ahmet Ataullah Hezargradzade, 19. yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir sanatçı, fakat doğum yeri ve tarihi hakkında bilgi bilinmiyor. II. Mahmud devrinde saray sermücellidi olduğu, tezhiplediği eserlerden anlaşılıyor. Hezargradzade’nin pesend tarzı da denilen ve son derece dikkat ve sabır isteyen çalışma sonucunda ortaya çıkan çok az sayıdaki tezhipleri oldukça değerli. Müzayedede ayrıca Mübin Orhon’un en sevdiği çalışmalar arasında yer alan Kainat adlı soyut resmi, Jean Portet imzalı Sultan Abdülmecid portresi, Sultan III. Selim Han dönemi, Beykoz Fabrika-ı Hümayunu tarafından imal edilmiş, kapak üzerinde eski Türkçe “Bismillahirrahmanirrahim” yazılı, Beykoz Sakal-ı Şerif kutusu da satılacak. Danışma Kurulu’nda Agop Egoyan, Avni Baturer, Bayram Karşit, Prof. Dr. Erdinç Bakla, Güner Liman, Garo Kürkman, Doç. Dr. Hüseyin Gündüz gibi isimlerin yer aldığı Asar-ı Atika Müzayedesi, yarın saat 14.30’da başlayacak. (atikaart.com)











13 Şubat 2014 Perşembe

Dedektif gibi çalışıp Edirne Sarayı’nın çinilerini belgeledi

13 Şubat 2014
Süheyl Ünver Atölyesi'nin sanatçıları, 1878 Rus istilasından sonra tüm dünyaya dağılan Edirne Sarayı’nın çinilerini resimledi. 14 sanatçı, 'Edirne’de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler' sergisinde yer alan o çinilerin fotoğraflarını acaba nasıl bulmuş  olabilir? Serginin kahramanı, 20 yıldır çinileri gizlice belgeleyen ve atölyenin istifadesine sunan Azade Akar.
Azade Akar

Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver Sanat Atölyesi’nin sanatçıları, bir buçuk yıllık çini, kalemişi, Edirnekâri dallarına ait minyatürlü ve tezyini çalışmalarını yarın Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde açılacak “Edirne’de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler” sergisinde sergileyecek. 28 Şubat’a kadar açık kalacak sergide Edirne’deki Selimiye, Üç Şerefeli ve Muradiye camileri, Sultan II. Beyazıd Camii ve Külliyesi ile Eski Cami’nin süslemeleri ve bunlara ait minyatürler yer alacak. Ayrıca Edirne’ye ait sivil mimari örnekleri, Edirne’ye özgü süsleme üslubu Edirnekâri ve Edirne mezar taşlarına ait zengin desen çalışmaları da sergilenecek eserler arasında. Bu vesileyle, şehre kültürel anlamda büyük hizmetleri bulunan Prof. Dr. Süheyl Ünver de vefatının 28. yılında yâd edilecek. Edirne Valiliği’nin katkılarıyla hazırlanan serginin, 1878’deki Rus istilasında yanan ve günümüze çok küçük bir bölümü kalan Osmanlı Devleti’nin en önemli ikinci sarayı olan Edirne Sarayı’nı ilgilendiren bir öyküsü var.

Tunca Nehri’nin batısına geniş bir araziye inşa edilen ve Fatih Sultan Mehmet devrinde tamamlanan Edirne Sarayı, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim devrinde çinilerle süsleniyor. Fakat bu çinilerin büyük bir kısmı yangından sonra çil yavrusu gibi dünyanın her yerine dağılıyor. Saray yanmıştır ama harem, mutfak ve hamamdakiler başta olmak üzere çinilerin kimi sağlam kimi perişan, çoğu kırık dökük halde kalmıştır. O yıllarda önce İngiliz sefiri, Sultan II. Abdülhamid’den yeni kurulan Victoria Müzesi için bu çinilerden hatıra almak için izin ister, sonra Almanlardan isteyenler olur.
 Memleketinin selameti için endişelenen ve bu nedenle herkesle iyi geçinme derdinde olan Sultan’dan izin çıkınca toplamda koca koca 105 sandık çinilerle doldurularak Avrupa’nın yolunu tutar. Fakat çiniler ne müzeye verilir, ne de kraliçeye hediye edilir. Avrupa’da başlayan oryantalizm modasının etkisiyle 1881’de piyasada müthiş bir çini pazarı oluşur ve türeyen antikacılar yüzünden yurtdışına kaçırılmaya başlayan çiniler de elden ele satılır. Bugün dünyaca ünlü British Museum, Victoria ve Albert ile Louvre gibi müzeler çini koleksiyonlarını, daha sonra şahsi koleksiyonlardan satın alarak oluşturur.

Edirne Sarayı’nın çinilerini bulmak üzere 20 küsur yıldır Avrupa’dan Amerika’ya gitmediği ülke, Louvre’dan Victoria Albert’e, Lizbon’daki Gülbenkyan Müzesi’nden Rusya’daki Hermitage’a kadar gezmediği müze, girmediği depo kalmayan, Süheyl Ünver’in 25 yıl asistanlığını yapan ve hocasıyla yaptığı gezilerden 25 defter biriktiren Azade Akar, bu hikâyenin, dolayısıyla yarın açılacak serginin başkahramanı. Çünkü sergide, atölye sanatçıları, artık mevcut olmayan Edirne Sarayı’nın çinilerini Akar’ın yapboz parçaları gibi oradan buradan toplayıp bir araya getirdiği arşivi sayesinde orijinaline yakın canlandırdılar. Akar, “Ta Kanada’da buldum bazı çinileri. Bir kısmına Eyüp Sultan’da rast geldim. Arkadaşlarımız o çinileri yeniden çalıştı. Şimdilik16. yüzyıl çinilerine sergide yer verdik.” diyor.

1960 ve 1970’li yıllarda Tercüman gazetesinde sanat yazıları yazan ve artık Frankfurt’ta yaşayan Akar, sergi için hazırlanan “Edirne Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri” adlı kitapta çinilerin eski ve yeni hallerini yan yana koyarak karşılaştırıyor ve bulunma hikâyelerini anlatıyor. Eserler arasında Şermin Ciddi’nin hazırladığı Edirne Sarayı’nın ilk hali ve yangın anının minyatürü dikkat çekici.

‘Rusya’daki çinili ocağı çok zor fotoğrafladım’

Azade Akar:
“En önemlisi de Rusya’daki ocağın resimlerini getirdik buraya. 17. yüzyılda Osmanlı sarayında dört metre boyunda ocaklar var. Ruslar 1829’daki ilk işgalde Edirne Sarayı’nda üç ay kalıyor, giderken çinilerle süslenmiş bu ocakları söküp götürüyorlar. Ocaklardan biri Rusya’daki Hermitage Müzesi’nde teşhirde. Yalnız Ruslar ne fotoğraf çektiriyor, ne de detaylı bir şekilde müzeyi gezmeye izin veriyorlar. 2004 yılında yanıma Rusya’dan bir sanat tarihçisi alarak müzedeki o ocakları fotoğraflamayı başardım ama az kalsın çektiklerime el koyacaklardı. Sanatçı arkadaşlarımız bir buçuk metre boyunda ocağın minyatürünü de yaptılar.

Victoria ve Albert Müzesi deposundaki 16. yüzyıl çinilerini (üstte), Gülbin Ünver Mesera resimledi (altta).

RESİMLENEN ÇİNİLERDEN...
Frankfurt Kunst und Gewerbe Müzesi'ndeki çiniyi resimleyen Nebahat Pektaş.

Gümülcine Defterdar Ahmet Ağa Camii çinilerini resimleyen Nebahat Pektaş.
Eyüp Sultan Türbesi'nde bulunan çiniyi resimleyen Ayşenur Arvas.

Azade  Akar, Gülbin Mesera ve ben. Kocamustafapaşa Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

11 Şubat 2014 Salı

Şevket Dağ’ın 40 eseri müzayedeye çıkıyor

11 Şubat 2014
Türk resminin önemli isimlerinden Şevket Dağ'a ait 40 eser ile Ayasofya Müzesi'nin restorasyonunu gerçekleştiren Gaspare Fossati'ye ait Ayasofya konulu 7 suluboya eser 1 Mart'ta Artı Mezat'ta satışa çıkıyor.

Son Osmanlı halifesi II. Abdülmecid'in en yakın dostu olan, yurtdışında “Türk Ressam” lakabıyla bilinen Şevket Dağ'ın (1876-1944) interiyör (ev içi), natürmort, peyzaj konulu yağlıboya 40 eseri Teşvikiye'deki Artı Mezat Sanat Galerisi'nde 1 Mart'ta düzenlenecek müzayede ile satışa çıkıyor. Artı Mezat'ın sahibi Jale Tantekin yönetiminde saat 15.00'te yapılacak müzayedede, sanatçının eserlerinin yanı sıra resim çalışmaları sırasında kullandığı palet, fırça ve boyalarından oluşan şahsi eşyaları da yer alacak. Ressam Sırrı Eldem'e ait böyle bir koleksiyonun ilk kez gün yüzüne çıktığını ve yine ilk kez bu kadar çok Şevket Dağ eserinin bir arada olmasının önemli olduğunu belirten Artı Mezat Sanat Galerisi sahibi Jale Tantekin, “Şevket Dağ'ın bu özel çalışmalarının ilgi görmesini bekliyoruz. Türk resminin önemli isimlerinden biri Dağ, 50 yılı aşan sanat hayatında cami tabloları ile ünlendi.” dedi.

Müzayedede ayrıca Sırrı Eldem'in Şevket Dağ hakkında 1945 yılında yazdığı, ancak maddi imkânsızlıklar sebebiyle yayınlanamamış biyografik eser de orijinal haliyle ve yayın hakkıyla satılacak. Sanay-i Nefise Mektebi'ni (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) 1897 yılında birincilikle bitiren Şevket Dağ, Türk resim sanatında asker ressamlar kuşağının yetiştirdiği ilk sivil ressamlar arasında yer alıyor. 1919 yılında arkadaşları İbrahim Çallı ve Hikmet Onat'la birlikte Türk Ressamlar Cemiyeti'ni kuran Dağ, Mahmudiye Rüştiyesi, Vefa, Galata, Nişantaşı ve Galatasaray Liseleri'nde resim öğretmenliği yaptı. Ünlü ressam Fikret Mualla'nın da hocası.

Yurtdışında “Türk Ressamı” olarak bilinen Dağ'ın en ünlü resimlerinden biri, Japon Büyükelçisi tarafından satın alınarak Tokyo Müzesi'ne gönderilmişti. Ayrıca ressam, 1909'da Münih Sergisi'nde altın madalya kazanmış ve Paris'te “Salon des Artistes Français”de üç tablosu sergilenmişti. Şevket Dağ'ın “Ayasofya” isimli bir çalışması, daha önce 2 milyon 150 bin liralıya alıcı bulmuştu.


Şevket Dağ'ın boya kutusu.

 
 Ayasofya'nın restoratörü Fossati'nin tabloları

Müzayedede, yine özel bir koleksiyonda bulunan önemli bir seri de satılacak. Ayasofya Müzesi'nin restorasyonunu yapan İtalyan mimar Gaspare Fossati'ye (1809-1893) ait Ayasofya konulu 7 adet suluboya eser satışa sunulacak. Ayrıca, saray ressamı Fausto Zonaro, Brindesi, Thomas Allom gibi ünlü oryantalist ressamlardan İstanbul peyzajları, Türk resminin duayenlerinden İbrahim Çallı'dan peyzaj ve natürmort konulu yağlıboya eseri ve Hikmet Onat'ın çok nadir olarak resmettiği 40x60 cm ölçülerindeki yağlıboya “natürmort”u da müzayedede yer alacak. Eserler müzayede öncesi Teşvikiye'de Artı Mezat Sanat Galerisi'nde ve www.artimezat.com.tr adresinde görülebilir. (0212) 233 70 37)


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


10 Şubat 2014 Pazartesi

Avrupa ve Osmanlı saraylarında icra edilen besteler

10 Şubat 214
Avrupa ve Osmanlı saraylarında aynı dönemlerde icra edilen müzikler bir albümde toplandı. “16. Yüzyıldan 18. Yüzyılın İlk Yarısına Avrupa ve Osmanlı Saray Müzikleri” albümü, Fransa Kralı 14. Louis'nin uyuması için bestelenen triolar ile başlayıp, iyi bir şair ve besteci olan Kırım hanı Gazi Giray'ın mahur peşrevi ile devam ediyor.


Kırım hanı Gazi Giray Han'ın (1554-1607), başarılı bir devlet adamı olmasının yanı sıra iyi bir şair, hattat ve besteci olduğu biliniyor. Döneminde sanatçıları, bilginleri korumuş, saz eserleri bestelemiş. Peşrevleri, saz semaileri bugün hâlâ çalınıyor. Hüzzam ve mahur peşrevi ile saz semaisi, bayatîaraban peşrevi, şedaraban saz semaisi klasik repertuarının en güzel saz eserleri arasında yer alıyor. Sultan IV. Mehmed döneminin klasik Türk müziği ustalarından Hafız Post (1630-1694) ve Itri, “Uyan ey gözlerim gafletten uyan” eserini besteleyen Ali Ufki Bey (1610-1685), 18. yy'da yaşamış enderûnlu besteciler Tanburi Mustafa Çavuş, eserleriyle Osmanlı'da saraylarında iltifat görmüş isimler…

Aynı dönemde Jean Baptiste Lully, Fransa Kralı 14. Louis'nin uyuması için triolar yazmış, İtalyan Marc Antonio Costi, Avusturya İmparatoru I. Ferdinand'ın sarayında müzik direktörlüğü yapmış Barok dönem opera müziği bestecisi. Orontea adlı eseri 17. yüzyılın en popüler operalarından biri olmuş. Bahsedilen tüm eserlerin ortak bir özelliği var: Hepsi, 16. yüzyıldan 18. yüzyılın ilk yarısındaki dönemde Avrupa ve Osmanlı sarayları için bestelenmiş, sultanlar, krallar için icra edilmiş Barok dönemi eserler…

2008 yılında kurulan İzmir Barok Grubu (üstte) 2013'ün Kasım ayında Lila Müzik'ten çıkan ilk albümlerinde Avrupa ve Osmanlı saraylarında aynı dönemde icra edilen besteleri bir araya getirdi. “16. Yüzyıldan, 18. Yüzyılın İlk Yarısına Avrupa ve Osmanlı Saray Müzikleri”  albümünde, LulIy, Gazi Giray Han, Claudio Monteverdi, Ali Ufki Bey, Claude Gervaise, Marc Antonio Cetsi, Dimitrie Cantemir, Arcangelo Corelli, Henry Purcell, Itri, G. F. Handel, Hafız Post, D. Scarletti, Derviş Frenk, Mustafa ve Tanburi Mustafa Çavuş'un 23 eseri yer alıyor.

Albüm, Fransa Kralı'na yazılan dört trio ile başlayıp Gazi Giray Han'ın mahur peşrevi ile devam ediyor. Claudio Monteverdi'nin “Eğer Acı Çekmek Tatlıysa” operasını Ali Ufki Bey'in  “Sen Oynadıkça Kademi” raksiyyesi takip ediyor. Dimitri Cantemir'in buselik peşrevine, Itri'nin buselik bestesine Alman aryaları ve Lully'nin Osmanlı Heyetini Karşılama Marşı eşlik ediyor.

İzmir Devlet Opera ve Balesi üyelerinden kontrbas sanatçısı Bülent Oral ile keman sanatçısı Hakan Özaytekin’in kurduğu İzmir Barok, Oral'ın kontrbassın yanında viola da gamba (perdeli yaylı bir enstrüman) öğrenmesiyle, uzun süre hayal ettiği orijinal çalgılarla barok müzik yapan bir grup olmuş ve bugüne kadar yurtiçi ve dışında konserler vermiş. Grup, London Baroque grubunun kurucusu Charles Medlam'ın Barok dönem Osmanlı bestecilerini inceleme önerisiyle bu kez Osmanlı müziğinin derinliklerine dalmış ve Türk müziği icra eden sanatçıları da gruba dahil etmiş.

Albümdeki 23 eseri, Linet Şaul (soprano), Sinem Özdemir (mezzo soprano), Bülent Oral (viola da gamba), Hakan Özaytekin (barok keman), Atilla Oral (barok flüt), Erica Fossi (çembalo), Şehvar Beşiroğlu (kanun–çeng), Mehmet Refik Kaya (rebab) ve Hüseyin Tuncel (vurmalı çalgılar) dönemin orijinal enstürmanlarıyla ve tarzıyla icra ediyorlar.

İzmir Barok, yurtdışındaki barok festivallerinde ve Türkiye'deki konserlerinde repertuarları beğenilince bu eserleri bir CD'de toplamaya karar veriyor. İTÜ Müzik İleri Araştırmaları Merkezi'nde (MİAM) kaydedilen albüme bir de kitapçık eşlik ediyor. Kitapçığın ‘Avrupa Saraylarında Müzik' bölümünü Aydın Büke, ‘Osmanlı Sarayında Müzik' bölümünü ise Şehvar Beşiroğlu ve  Sinem Özdemir kaleme almış.




HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



6 Şubat 2014 Perşembe

Dünyanın bütün kemanları

6 Şubat 2014
Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda 19-21 Şubat arasında üç gün devam edecek butik bir festival düzenleniyor. Keman sanatçısı Cihat Aşkın’ın koordinatörlüğünde yapılan Dünyanın Kemanları Festivali’nde 400 yıllık kemanlar sergilenecek, ünlü kemancılar genç sanatçılara ders verecek, kemanın tüm dünyada neden bu kadar çok sevildiğini yine ustalar tartışacak.
Sergide, önemli keman restoratörü, yapımcısı ve koleksiyonerlerinden İsrailli Amnon Weinstein'a ait 400 yıllık bu keman da sergilenecek.
Dünya üzerinde beş yüz yıldır çalınan keman, hem Doğu hem Batı kültüründe sevilen bir enstrüman. Türk, İran, Hint, Çin, Japon, Yunan, İtalyan, İspanyol, Alman, Amerikan ve İrlanda müziğinde önemli bir yer tutmuş. Kemanla hem klasik hem halk müzikleri çalınabiliyor. Cauntry, caz, klasik Batı müziği ve tabii ki Türk müziği... Dünyaca ünlü keman sanatçımız Cihat Aşkın, festivale bu nedenle Dünyanın Kemanları Festivali adını verdiğini söylüyor.

Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda üç gün sürecek olan festivalin açılışı, 19 Şubat’ta Dünyanın Kemanları sergisi ile yapılacak. Sergide, önemli keman restoratörü, yapımcısı ve koleksiyonerlerinden İsrailli Amnon Weinstein'a ait 300-400 yıllık kemanlar sergilenecek. Yaklaşık 20 kemanın yer alacağı sergide, Mozart zamanından kalma keman da var, Arap dünyasında çalınan kemençe tarzı keman da, Orta Asya'da gelen yaylı sazlar da… Dünyanın bütün kadim kültürlerini yansıtmak için keman bütün yönleriyle ele alınacak.

Sergi açılışından sonra Cihat Aşkın'ın 2001'de kurduğu “Cihat Aşkın ve Küçük Arkadaşları” (CAKA) grubunun minik kemancıları küçük bir fuaye konseri verecek. Saat 17.00'deki bu konserin ardından CAKA Yıldızları konseri 18.00'de başlayacak. CAKA'nın artık dünyada tanınan yıldızları olduğunu söyleyen Aşkın, “Alkım Berk Önoğlu, Azra Berfin Eren, Emre Engin, İdil Yüzkuş, Amerika'da, İngiltere'de konserler veriyorlar. Oralarda Türkiye'nin sesini duyuruyorlar. Genç arkadaşlarımızla yıldızlar geçidi konseri yapacağız.” diyor.

İkinci gün, 20 Şubat saat 10.00'da önemli keman eğitmenlerinden Rodney Friend'in masterclass (ustalık sınıfı) eğitimi olacak. Keman konusunda yetenekli olan çocuklar, Friend ile çalışacaklar. Yaklaşık 12 gencin katılacağı bu özel dersi, dışarıdan izleyebilir, uluslararası bir keman hocasının öğrencilerine neler anlattığına tanık olabilirsiniz. Üç gün boyunca üç kez yapılacak olan bu etkinliği Aşkın, bir ders olmanın ötesinde, ülkemizdeki gençlerin potansiyelinin yabancı sanatçılara gösterilmesi bakımından önemli buluyor.

Keman neden kitleleri sürükleyen bir enstrüman, bütün dünyada neden bu kadar seviliyor, bu sesin sihri ne? Rodney Friend, Amnon Weinstein, Şenol Aydın, Cihat Aşkın ve Hakan Şensoy, aynı gün saat 17.00'de bu konuyu tartışmaya açacaklar. Ülkemizdeki yaylı çalgılar geleneğini ise müzikolog Süleyman Şenel anlatacak. Bugünün kapanış konseri ilginç. Saat 20.00'de başlayacak Kemençeden Kemana Gezgin Kemancılar Konseri'nde, Anadolu'dan gelen gezgin keman grupları sahneye çıkacak. “Gaziantep, Zonguldak, Kırşehir'den çok değişik bazı göçer grupları var. Bağlama değil, keman çalıyorlar. Henüz isimleri kesinleşmedi ama bunlardan birkaç önemli sanatçıyı getireceğiz.” diye anlatıyor Aşkın, bu konserin içeriğini. Gezgin kemancılardan sonra sahneye Onur Şentürk (Karadeniz kemençesi), Derya Türkan (İstanbul kemençesi), Turay Dinleyen (keman) ve Irak doğumlu Arap asllı sanatçı Yair Dalal (keman ve ud) çıkacak.

‘İstanbul’dan dört mevsim’

Dünyanın Kemanları Festivali, Cihat Aşkın ve Aşkın Esemble'nin 21 Şubat saat 20.00'de vereceği “İstanbul Dört Mevsim ve Dünyanın Kemanları” konseri ile sona erecek. Cihat Aşkın bu konserde, Vivaldi'nin Dört Mevsimi'nin yanı sıra İstanbul'dan Dört Mevsim adını verdiği yeni bestesini ilk kez yorumlayacak. Aşkın, henüz tamamlamadığı bu besteyi Yahya Kemal Beyatlı, İlhan Berk, Nedim'in İstanbul üzerine yazdığı şiirlerden yola çıkarak bestelediğini söylüyor. Konserde Aşkın'a, Göksel Baktagir, Mehmet Emin Bitmez, Derya Türkan eşlik edecek. 

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

5 Şubat 2014 Çarşamba

İstanbul bir 'mimarlar mezarlığı'

5 Şubat 2014
İstanbul’u inşa eden ünlü mimarları biliyoruz, fakat kenti içeriden şekillendiren ortadirek mimarlar var ki, bugün binalardaki yazıtlarından başka haklarında bir bilgi bulunmuyor. Ne projeleri, ne CV’leri ne de mezarları… Tayfun Serttaş’ın Studio-X’te açtığı Mimarlar Mezarlığı sergisi, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Birinci Ulusal Mimari anlayışının yok ettiği bu mimarlara saygı duruşu niteliğinde.
Sanatçı, yazar ve araştırmacı Tayfun Serttaş’ın Fındıklı’daki Studio-X’te açtığı Mimarlar Mezarlığı sergisi, 31 Mart’a kadar görülebilir.

Balyan ailesi, Gaspare Fossati, Alexandre Vallaury ve Raimondo Tommaso D’Aronco’yu İstanbul’daki pek çok tarihi binayı inşa eden isimler olarak biliyoruz. 1870 ile 1940 arasında inşa edilmiş binalara imza atan ayrı bir mimar zümresi var ki, -sayıları 900 ile 1.200 arasında- bugün onların isimlerinden başka bir bilgiye ulaşmak mümkün değil. Batılılaşma dönemi mimarları olarak bilinen bu zümrenin eserleri, İstanbul’un silüetini etkilememiş ama kenti içeriden şekillendirmiş. Genellikle tarihi yarımada, özellikle Sirkeci ile Beyoğlu civarındaki art nouveau, neoklasik, barok tarzında apartmanlar, hanlar yapmışlar ve eserlerinin üzerlerine yazıtlarını bırakmışlar. Balyanlar ya da Vallaury, eserlerine kesinlikle imza atmıyor, buna gerek duymuyorlar fakat ortadirek mimarlar mutlaka yazıt kullanıyorlar. Bunun birkaç nedeni var. Biri, reklam ve tabii ki en büyük müşterileri olan devletin gözüne girmek. İkincisi, ‘birey mimar’ kimliği onlar sayesinde gelişiyor. Mimarın, birey olarak tasarım iddiasını ilk defa kamusallaştırdığı dönemin ilk temsilcileri onlar. Çünkü 1870 öncesindeki binalarda yazıtlara rastlamak mümkün değil.

Sanatçı, yazar ve araştırmacı Tayfun Serttaş’ın ifadesiyle “İmparatorluğun Batılılaşma dönemine girmesi, Tanzimat Fermanı’nın tanıdığı kültürel haklar ve 1870 Pera yangınından boşalan arazilerin yeni hayat tarzının gerektirdiği konut tipi olan apartmanlaşmaya açılmasıyla İstanbul’un kentsel kimliği, yarım asır gibi kısa bir sürede Avrupa-Osmanlı sentezinden doğan eklektik üsluptaki bu mimarların yapılarıyla adeta baştan oluşturulur.” Peki kim bunlar? Konsolosluk binalarını yapmak için İstanbul’a gelen ve şehirdeki parayı fark edip burada kalmayı tercih eden levantenlerin yanı sıra İstanbul’da yetişmiş, kalfalıktan ustalığa geçmiş, bileğinin gücüne güvenen Ermeniler genellikle. O yıllarda sayıları o kadar artıyor ki bu mimarların, Galata’daki Sen Piyer handa 53 mimar yazıhanesi açılıyor. Tek bir hanın içinde bu kadar mimarlık bürosu! Şehirdeki paranın peşine, dönemin mimarları da düşmüşler ama bugünkü gibi şehrin kimliğini bozmak şöyle dursun, katkıda bulunacak binalar yapmışlar. Dimitrios Georgiades, A.N.Perpignani, Langas, Kosmas Karayannis, Alexandre D.Yenidunia, Antuan Ratinski, Avedis Pekmezian, Harutyun ve Anna Çamçıyan, Hrant Apraham bu mimarlardan bazıları.
İstanbul’u şekillendiren bu mimarların çoğu birlikte şirket kurup ikili çalışıyorlar. Bazıları yazıtlarına isimleriyle birlikte tarih atıyor, bazıları gerek görmüyor. Bazen yapının kültürel bazen etnik kimliğine göre yazıtların dilleri, tasarımları değişebiliyor. Sirkeci tarafındaki yazıtların çoğu genelde Osmanlıca ve Latince olmak üzere çift dilli. Hrant Apraham 1928’de yaptığı binanın yazıtını hilal-yıldız şeklinde tasarlamış. 1940’larda İstanbul’da bu zümreden kimse kalmıyor. Çünkü başkentin Ankara’ya taşınmasıyla Ankara, İstanbul mimarlık sektörünün üyelerinden proje ve tasarım hizmeti almayı tamamen durduruyor. ‘Birinci Ulusal Mimari’ anlayışı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu mimarlar, teker teker İstanbul’u terk ediyor, bazıları belki burada ölüyor fakat bugün akıbetleriyle ilgili hiçbir bilgi yok. Projelerinin çizimleri ise kim bilir nerede?

19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren binaların köşelerinde okunmaya başlayan mimar yazıtlarını on yıldır fotoğraflayan Tayfun Serttaş’ın Fındıklı’daki Studio-X’te açtığı Mimarlar Mezarlığı sergisi, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Birinci Ulusal Mimari anlayışının yok ettiği bu mimarlara saygı duruşu niteliğinde. Serttaş, on yılda 1.200 ortadirek mimar ismi tespit ettiğini söylüyor. Sergide ise mezar taşlarını hatırlatan beyaz mermerin üzerine orijinalinde olduğu gibi yazılan 60 mimarın yazıtına yer veriliyor. Serttaş, “Günümüzde bir bölümü kentsel dönüşüm planları içerisinde yıkılmakta olan dönem binalarını, mimarları üzerinden, nostaljinin ve yerel egzotizmin ötesinde, kent tarihinin meşru ve vazgeçilmez aktörleri olarak güncel araştırma metotları aracılığıyla tartışmaya açıyorum.” diyor.

‘Bu bir dönem mimarisi, hiçbir gruba ait değil’

Tayfun Serttaş, yarım asırlık dönemde yapılan bu binalarla ilgili dikkate değer bir konunun altını çiziyor: “1986-1988 yılları arasında dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından 368 tarihi nitelikli binanın bulvar açmak gerekçesiyle yıkılması sonucu gerçekleşen Büyük Tarlabaşı Yıkımı, İstanbul’un kentsel kimliğine yönelik en sert tahribatlardan biriydi. Büyük tartışmalara yol açan yıkım sırasında, buldozerlerin önlerine Türk bayrakları gerilmesi ve Dalan’ın kendini ‘Bizim kanaatimize göre Tarlabaşı’nda tarihi eser yok! Üç-beş Rum evini yıkmakla ne olacak?’ şeklinde bir savunma yapmıştı. Bu bir dönem mimarisi, hiçbir etnik gruba ait değil. O dönemin mimarlarından İshak ve Aram Karakaş, Ermeni mimarisi yapmakla uğraşmadı. O adamlar iyi art nouveau yapmakla uğraştı. Ragıp Paşa Apartmanı’nı yaptılar, art nouveau tarzında. Apartman Ragıp Paşa’nındı. Ragıp Paşa da Türk’tü. Bu ezberi bozalım. Onun mimarisi, bunu mimarisi, Rum apartmanı, Türk evi tartışması bizi bir yere götürmüyor.” (Fotoğraf: Tayfun Serttaş ve galeri sahibi Selva Gürdoğan)

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ





3 Şubat 2014 Pazartesi

Yetmiş yıldır güncelliğini kaybetmeyen oyun

3 Şubat 2014 
Arturo Uİ'nin Önlenebilir Tırmanışı adlı oyun her perşembe Ortaköy Afife Jale Tiyatrosu'nda 20.30’da izlenebilir.
Bertolt Brecht’in, 1941 yılında yazdığı Arturo Uİ’nin Önlenebilir Tırmanışı, hem dünyada hem de ülkemizde çok sevilen bir oyun.Türkiye’de 1999-2000 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi, 2002’de İTÜ Sahnesi, 2011’de İzmir Bornova Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Bi’takım Oyuncular sezonu bu oyunla açtı. Yurtdışındaki en yakın gösteri ise Londra Duchess Tiyatrosu’nda geçtiğimiz kasım-aralık ayında yapıldı. Bu sezon, Tiyatroadam tarafından sahnelenen oyunun bu kadar rağbet görmesinin nedeni, güncelliğini ne yazık ki hiç kaybetmemesi. Ne yazık ki diyoruz çünkü, oyunda eski ama tanıdık bir hikaye 72 yıldır farklı kişiler tarafından yazılıyor, farklı şehirlerde farklı insanlar tarafından oynanıyor.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın içinde bulunduğu ekonomik bunalım sırasında Amerika’nın Chicago şehrinde geçen oyunun öyküsü, yazarın sahnelerin başına eklediği tarihsel açıklamalarla 1940’lı yılların Almanya’sıyla paralellik kurar. Şehrin sebze ithalatını (karnabahar tröstleri) yapan işadamları, kriz döneminde elde ettikleri kazanç azalınca belediye bütçesinden alacakları krediye göz dikerler. Bunu elde edebilmek amacıyla zaten seçilmesine maddi-manevi destek oldukları belediye başkanını saflarına çekme çabalarıyla hukuksuz bir ittifak kurulur. Belediye meclisinde verilen ve taahhüt edilen biçimde kullanılmayan kredilerle ilgili soruşturma açılmasıyla korkuya kapılan belediye başkanı bu zor durumdan kurtulmak için gangster şefi Arturo Ui ile anlaşma yapar.

Arkasına belediye başkanının gücünü alan Arturo, her türlü kirli yolu ve şiddeti uygulamaktan geri kalmayarak hem iş dünyasındakileri, hem siyasetçileri hem de halkı sindirerek hızla kentin hakimiyetini ele geçirir ancak bu yeterli değildir. Diğer kentleri de ele geçirmek ister. Böylece kendi çıkarları için hareket eden her kesimin korkunç bir kabusun içine düşmeleri kaçınılmaz olur. Kimin eli kimin cebindedir, artık belli değildir ve ‘bu hayatta bir tek ölmek bedava gerisi hep parayla’dır. Böyle bir ortamda bir gangsterin aslında önlenebilecekken, önlenemeyen yükselişi gerçekleşir.

Amerikalı ünlü gangster Alcapone’dan esinlenilerek oluşturulan Arturo Uİ’nin hikâyesi, oyunda Hitler’in iktidara yürüyüş öyküsü ile özdeşleştiriliyor. Karnabahar tröstü, Brecht’in son derece ironik bir biçimde ele aldığı bir ekonomik çıkar grubunu temsil ediyor. Oyunun yönetmeni Ümit Aydoğdu, “Oyunumuzu izleyen seyirciler günümüzle ilgili çok fazla benzerlik bulduklarını belirtiyorlar, hatta metni bugünün yaşanan olayları doğrultusunda değiştirdiğimizi sanıyorlar. Oysaki metin 1941 yılında yazılmış ve bizler bugünün olaylarını içine koyalım diye bir değişiklik yapma yoluna gitmedik. Umarım ileriki sahnelemelerinde izleyenlerin eskiden neler olmuş yahu diye izleyebilecekleri zamanlar gelir.” diyor.

Yücel Erten’in çevirdiği, Ümit Aydoğdu’nun sahneye aktardığı “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı”nda Aşkın Şenol, Ayça Koyunoğlu, Berk Yaygın, Çetin Kaya, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ ve Neslihan Arslan rol alıyor. Sekiz oyuncunun 36 farklı kişiyi dönüşümlü oynadığı oyunda müzikler de oyuncular tarafından akapella (insan sesiyle) olarak yapılıyor.





HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ