22 Ekim 2013 Salı

Endülüs’ten Çin Seddi'ne İslam sanatları

22 Ekim 2013
İslam sanatıyla ilgili birçok eser yayımlayan İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi, önümüzdeki ay İslam coğrafyasındaki mimari eserleri konu alan bir kitap yayımlayacak. Türkiye’den ve dünyadan pek çok sanatçı, bilim adamı ve mimarın katkıda bulunduğu çalışmayı, kitabın editörü Irvin Cemil Schick’ten dinledik.


İslam sanatı üzerine arşivi oldukça geniş olan İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi Yayınları kasım ayında bir eseri daha İngilizceye kazandıracak. Editörlüğünü İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Irvin Cemil Schick ve İranlı mimarlık tarihçisi Muhammed Gharipour'un yaptığı “Calligraphy and Architecture in the Muslim World” adlı eser, Endülüs'ten Çin'e, hatta Kuzey Amerika'ya kadar hat sanatımıza ve mimariye dair kapsamlı bir çalışma.

İslâm coğrafyasında inşa edilen eserlerle hat sanatı arasında nasıl bir ilişki var? Eserlerdeki kitabeler, içinde bulundukları mekânları nasıl etkiliyor? Yapıldıkları malzemeler neler? Hamileri, sanatçıları kim? Üslupları, içerikleri neyi ifade ediyor?.. Kitapta yer alan 28 makale ve onlara eşlik eden fotoğraflar, bu soruların cevabını veriyor. Uzun yıllardır Türkiye'de bulunan, İslam sanatları ve kültür tarihi üzerine çalışan Schick, 7. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar tüm İslam coğrafyasını tarayan; Çin, Orta Asya, Hindistan, İran, Osmanlı İmparatorluğu, Arap dünyası ve Endülüs bölgesini içine alan bir eser hazırladıklarını söylüyor. Makalelerin bazıları belirli hattatlara, bazıları belirli bölgelere, bazıları himaye ilişkilerine, bazıları da binalara ve kitabelerin içeriğine yoğunlaşıyor.


Kitapta adı geçen sanatçılar, İslam coğrafyasının her yanına yayılmış eserlerde hatları bulunan önemli hattatlar. Osmanlı hattatlarından adı geçenler ise; Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi, Mustafa Râkım, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik Bey, Abdülfettah Efendi, Abdullah Zühdî... Makale yazanların ise bir kısmı aynı zamanda sanatçı ama kitapta bilim insanı kimlikleriyle yer alıyorlar. Mesela Prof. Uğur Derman İstanbul'da yüzden fazla kitabesi olan Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'yi, hattat Süleyman Berk Mustafa Râkım Efendi'yi, mimari yazılara yaptıkları önemli katkılar bağlamında ele alıyor.

Talip Mert ile Hilal Kazan, kitabelerin yazılmasının ardındaki süreçlere yoğunlaşıyor. Örneğin Kazan, Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin yazılarının 19. yüzyılda nasıl yenilendiğini arşiv belgelerine dayanarak ortaya koyuyor. Nina Ergin, Mimar Sinan'ın inşa ettiği camilerdeki kitabelerin metinleriyle aynı camilerin vakfiyelerinde okunmaları şart koşulan metinler arasındaki ilişkileri anlatıyor.

Amerikalı Olivia Wolf, Memlûklü kadın hükümdar Şecerü'd-Dürr'ün türbesindeki kitabeleri toplumsal cinsiyet bağlamında inceliyor. Pakistanlı Tehnyat Majid, Mardin ve civarındaki bazı yapılarda bulunan makılî (hat sanatında kullanılan bir yazı türü) kitabeleri kaleme alıyor. Alman Barbara Stöcker-Parnian, Çin'deki camilerde Çince ve Arapça kitabelerin bir araya nasıl geldiğini aktarıyor. AlBaraka Türk'ün sponsorluğunda hazırlanan 532 sayfalık eserin Türkçede ne zaman yayınlanacağı henüz belli değil.

'Restorasyonların yarardan fazla zararı oluyor’

Söz konusu mimari, hat sanatı ve kitabeler olunca söz dönüp dolaşıp yine restorasyonlara geliyor. Irvin Cemil Schick de son yıllarda yapılan tarihi eser restorasyonlarını eleştiriyor: “Mimari eserlerindeki yazılar, yani kitabeler, ister sanat açısından olsun, ister içerikleri açısından, korunmaları gereken önemli hazinelerdir. Oysa bunlar yıllardır yok ediliyor. Kimi siyasi nedenlerle, kimi bakımsızlıktan, kimi para hırsı yüzünden. Şimdilerde bir restorasyon furyası var, ama maalesef ehil ellere verilmeyince restorasyonun yarardan fazla zararı oluyor. Beyoğlu'ndaki Ağa Camii'nin kuşak yazısı, Kâğıthane'deki Aziziye Camii'nin kubbesiyle mihrabı, daha birçok önemli eser mahvedildi. 'Yaptık' demekle olmuyor, nasıl yaptın, iyi yaptın mı, budur mesele.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



19 Ekim 2013 Cumartesi

Piri Reis'in dünya haritasıyla teknolojik yolculuk

19 Ekim 2013
Beşiktaş'taki Deniz Müzesi ilk sergisini 25 Ekim'de adına yakışır bir sergiyle açıyor. Osmanlı denizcisi ve haritacısı Piri Reis'in 500 yıl önce çizdiği dünya haritasını günümüz teknolojisi ile sunan sergi, Piri Reis’i çağdaşlarıyla ve teknolojik gelişmelerle mukayese eden düzenlemesi, kısa filmi, şeffaf harita dolabı ve Can Atilla'nın özel besteleriyle diğerlerinden farklı.

UNESCO'nun, 2013'ü Piri Reis Yılı ilan etmesinden bu yana Türkiye'de epey bir etkinlik yapıldı, çokça sempozyum düzenlendi, Piri Reis'in çizdiği haritalardan sergiler açıldı. Yılın bitimine iki buçuk ay kala, 25 Ekim'de Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nde açılacak olan “Piri Reis ve Haritaları” sergisi, diğerlerinden biraz farklı. Hasan Mert Kaya ve Sinan Ceco'nun küratörlüğünü üstlendiği sergi, ‘kitap tanıtımı ve harita sunumu' olmaktan ziyade, Piri Reis'in 500 yıl önce çizdiği dünya haritasını günümüz teknolojisiyle, üstelik eğlenceli bir şekilde sergileyen, ayrıca onu, öncü bir İslam bilgini olarak çağdaşlarıyla mukayese imkanı tanıyan interaktif bir çalışma.
 
   Müzenin ikinci katında gezebileceğiniz sergi, 8 dakikalık kısa filmle başlıyor. Ahmet Mümtaz Taylan'ın seslendirdiği film, Piri Reis'in Gelibolu'da amcası Kemal Reis'in yanında başlayan denizcilik macerasının, Kahire'de idam edilmesiyle nasıl sona erdiğini anlatıyor. İkinci bölümde, Piri Reis'in coğrafi ve kartografik başarısını görebileceğiniz mukayeseli sergi alanına giriyorsunuz. Burada hem Piri Reis'in çizdiği Akdeniz kıyılarındaki haritaları, bugünkü uydu fotoğraflarıyla karşılaştırabiliyor, hem de onu çağdaşları Kristof Colomb ve Gerardus Mercator ile mukayese edebiliyorsunuz.

   Şöyle ki; Piri Reis, Akdeniz'de 2 bin limanın haritasını çizdi. En batıdan en doğuya, kuzeyden güneye Akdeniz'de girip çıkmadığı liman kalmadı neredeyse. Onun ölümsüz eseri Kitab-ı Bahriye'de bu haritaların hepsi yer alıyor. Kitab-ı Bahriye'den seçilen 50 harita, ikinci bölümde bugünkü uydu görüntüleriyle arkalı önlü sergileniyor. Tavandan sarkıtılan iplere tutuşturulan 60x70 ebatındaki Kıbrıs adası, Anamur, Malta adası, Adriyatik Denizi, Beyrut Limanı, Çanakkale Boğazı, Korsika adası vb. adaların haritalarını, Osmanlı amirali Piri Reis'in nasıl çizdiğini, nasıl bir zekâya sahip olduğunu ve kullandığı teknolojiyi uydu fotoğraflarına bakınca daha iyi anlıyorsunuz. Bu vesileyle beş yüzyılda o coğrafyanın değişimine tanıklık ediyorsunuz. Mesela Fransa Nice’teki koylar geçen bunca zamanda dolmuş, koyun ağzına havaalanı yapılmış.
  
Sergilenen 50 haritayı, bir TV ekranı yerleştirmesi tamamlıyor. Türk mühendisler tarafından yazılımı hazırlanan ekranda, üzerinde 70 adet kırmızı nokta bulunan Akdeniz haritası yer alıyor. Mesela en batıdaki noktaya tıkladığınızda Piri Reis'in çizdiği Sardunya adasının, Tunus'un, Gırnata'nın, Cebelitarık Boğazı'nın, Akka Körfezi'nin, Gazze'nin, Batı Trablus'un ya da Venedik'in haritasını görüyorsunuz.

   Piri Reis'in 500 yıl önce çizdiği ve bugün onu anmamıza vesile olan dünya haritasının, serginin küratörlerinin ifadesiyle ‘bizim açımızdan en sıkıntılı yönü Asya, Avrupa ya da Afrika'nın bu haritada nerede olduğunu kimsenin anlayamamasıydı'. Sergide yer alan şeffaf brandalı harita dolabının önüne gittiğinizde bu mesele çözülüyor. 80x100 ebatındaki dolabın zemininde günümüzde çizilmiş kocaman bir dünya haritası var. O dünya haritasının üzerine sürgü yardımıyla elle çekebileceğiniz şeffaf brandadan üç harita daha yapılmış. Brandalardan birine Piri Reis’in, diğerine Kristof Kolomb’un, diğeri de Mercator’un dünya haritası yerleştirilmiş. Siz bu haritalardan birini çektiğinizde arkadaki modern dünya haritası ile eski haritaların kontürleri arasında kıyas yapma imkanınız oluyor. Böylece üç denizcinin haritalarındaki fark da ortaya çıkıyor.


   Serginin en ilgi çekici kısmı, üçüncü bölümde. Hasan Mert Kaya ve Sinan Ceco, burada kullandıkları teknolojiyi şöyle aktarıyor: “Burada Piri Reis'in dünya haritasını dijitalize ederek, 180 metrekarelik alana haritayı yaydık ve 60 saniyelik birbirini takip eden iki tema oluşturduk. Harita ve okyanus teması. Üç projeksiyonla tabana ve duvara, harita ile okyanus görüntülerini yansıttık. Balıklar, kuşlar, gemiler hareketlendi. Piri Reis'in ömrünün geçtiği denizler, gemiler, karşılaştığı balıklar ayaklarınızın altından geçiyor.” Gemi küpeştesinden üretilen seyir terasından izleyebileceğiniz bu bölümden sonra sergi, Piri Reis 1513'te dünya haritasının çizdiği Kilitbahir Kalesi'ndeki çalışma odasını canlandıran, silikondan yapılmış bir heykelinin de yer aldığı bölümle bitiyor. Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Gürsoy Grup'un katkılarıyla hazırlanan sergi, en yakıştığı yer olduğu için müzeye devredilip burada sürekli sergilenecek.
Sinan Ceco ve Hasan Mert Kaya’nın küratörlüğünü yaptığı sergide, o meşhur harita 180 metrekarelik alanda hareketli bir şekilde sunuluyor. FOTOĞRAF: SEVİNÇ ÖZARSLAN
  Piri Reis yılında algı yönetimi yanlış yapıldı

Sinan Ceco-Hasan Mert Kaya: “Piri Reis yılının algı yönetimi yanlış yapıldı. Bir organizasyona girişildi ama Piri Reis’in 500 yıl önce çizdiği dünya haritası neden bu kadar önemli sorusu kamuoyunda hâlâ cevap bulamadı. İnsanlık tarihini aydınlatan bilim insanlarının hep Batı’dan çıktığı yönünde bir algı vardır, bu, kültür emperyalizminin bir sonucudur. Amacımız, bu sergiyle başlayan bir silsile oluşturarak kültür ve medeniyet tarihimizin önemli aktörlerini kültür emperyalizminin dişleri arasından çıkarıp ait oldukları yere taşımak. ‘Batı’da her şey iyidir’ kompleksinden kurtulmanın en önemli yolu değerlerimizi izzetine yakışır bir şekilde sunmak.”


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

9 Ekim 2013 Çarşamba

'İstanbul'da değil ama Anadolu'daki restorasyonlarda hatalar yaptığımız doğru'

9 Ekim 2013
Türkiye 2003 yılından bu yana tarihî eser şantiyesine döndü. Başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun hangi şehrine giderseniz gidin mutlaka etrafı çevrilmiş yapılarla karşılaşıyorsunuz. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uzun yıllar ihmal edilen işlere dört elle sarılmasını konunun uzmanları takdirle karşılıyor, fakat peşinden de eleştirilerini sıralıyorlar. ‘Restorasyonlarda hatalar yapıldığını, özellikle nakışların tahrip edildiğini, tarihimize sahip çıkıyoruz anlayışı ile tarihi eserlere bilinçsizce kıyıldığını’ söylüyorlar. Bazıları hangi camide, ne tür yanlışlar olduğunu bizzat gidip fotoğraflıyor. Bu eleştirilerin en yetkili muhatabı, on yılda 4 bine yakın eserin restorasyon projesini başlatan Vakıflar Genel Müdürlüğü. 14 Ekim 2010’dan beri kurumun başında olan Dr. Adnan Ertem’e eleştirileri sorduk. Ertem’in ayrıca, şubatta açılacak Ortaköy Camii’nin restorasyonunun uzamasıyla ilgili söylenenlere verdiği cevaplar ile caminin içindeki yeni sürprizleri, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ndeki hatları neden kaldırdıklarını, müftülüklerin cami restorasyonlarına artık niye karşı çıktıklarını, Dünya Vakıflar Konferansı’nın sonuçlarını ve yakında açılacak yeni müzeye dair verdiği bilgiler de önemli.



Vakıflar Genel Müdürlüğü yoğun bir şekilde tarihî eser restorasyonu yapıyor. Son durum nedir?

Son on yıldır tarihî eserlerin restorasyonunda muazzam bir inkişaf var. ‘İhmal edildi’ cümlesini ben bir bürokrat olarak kullanmak istemezdim ama bu konuda özellikle ihmali vurgulamak gerekiyor. Hakikaten ülkemizin tarihî zenginliğine uzun yıllar sahip çıkılmadı.

Son rakamlara göre kaç eser restore edildi?

1998 ile 2002 arasında sadece 50 eserin restorasyonu söz konusu iken 2002’den bu yana 4 bin eserin restorasyon projesini yaptık. Kimi bitti, kimi devam ediyor. Devletten bize para mı geldi, hayır.

Bütün restorasyonlar vakıf gelirleri ile mi yapılıyor?

Biz devletten bir kuruş alan bir kurum değiliz. Devletin hiçbir katkısı olmuyor. Tamamen kendi gelirlerimizle giderlerimizi karşılıyoruz. Bu mal varlığı daha önce de yöneticilerin elindeydi. Niçin yapılmadı, bunların hepsi tabii ki belli.

Niçin yapılmadı peki?

Bilinçli bir ihmal var gibi geliyor bana. Bir Sultanahmet’i, Süleymaniye’yi, Fatih Camii’ni hiç kimse göz ardı etmemeliydi. Hangi yönetici olursa olsun, Sultanahmet Camii’nin turistik anlamında yaşaması bu ülkenin kazanımıdır. Ama bu kadar göz önündeki eserler bile ihmal edildi. Nedeni bence şu: iş yapmak, sıkıntı almak demektir; icra, soruşturmalar, incelemeler, dedikodular hepsi beraberinde gelir. Yapmazsanız rahatsınız demektir.

Siz de bu sıkıntıları mı yaşıyorsunuz? Mesela restorasyonlar bir yandan takdirle karşılanıyor, bir yandan eleştiriler var. Sizce bu eleştiriler haksız mı?

Haklılar. Söyledikleri doğru. Ben buna itiraz etmiyorum. Yaptığımız işler, dört dörtlüktür, mükemmeldir iddiasında bulunmuyorum. Mutlaka hatalarımız var, yanlış uygulamalarımız var. Bunu da açık açık söylüyorum. Mesela Sivas Gök Medrese’de yanlış uygulamalar yapıldı.

Ne yapıldı?

İş bitirilemediği için orası yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. İşi alan firmanın müteahhidi iflas ettiği ve tekrar geri alma noktasında hukuki süreç biraz uzadığı için biz ancak şimdi müdahale edebiliyoruz camiye. Divriği Ulucamii’nde 50 sene önce yapılan yanlış uygulamayı kaldırmak için yeni bir proje yapıyoruz. Yanlış uygulamalar olabilir, hatalı restorasyonlar olabilir, restorasyon yaparken tahribat da olabilir. Bunlara itiraz etmiyorum ama bizim bilinçli olarak bunu yaptığımızı kabul etmiyorum.

Tabii ki bilinçli olarak yapmıyorsunuz; fakat Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir bilim kurulu yok mu?

Oraya gelecektim şimdi… İstanbul’daki restorasyonlarımızla ilgili çok fazla şikâyet yok. Çünkü İstanbul’daki eserlerin hepsine ayrı bir bilim kurulu oluşturuluyor.

İstanbul’la ilgili yanlış uygulamaları hocalardan duyuyoruz aslında…

İstanbul ile ilgili son yaptığımız restorasyonlarla alakalı bana pek bir şikâyet gelmiyor. Varsa ayrıca onun üzerine gideriz. Fatih Camii’nin kitabesinin takılmasıyla ilgili bir eleştiri geldi. Ama bu yanlış bir uygulama değil. Benim yanlış uygulamadan bahsettiğim tezyinatı (süsleme) bozma, çiniyi sökme, caminin yapısına uymayan bir taş taklidi yapmak…

Peki bu bilim kurulunda kimler var?


Hepsi eski eserden anlayan uzmanlar. Yerine göre hattat, taş ustası, kalemkâr, sanat tarihçisi…

O zaman bilim kurulunda hattatlar, kalemkârlar yok iddiası doğru değil.

Bizim her camimizin bilim kurulu var ve hepsi de alanında uzman isimler. Fakat hattat veya diğer uzmanları her bilim kuruluna koymak durumunda olamayabiliriz. Caminin yapısına göre değişiyor.

Ama camilerin genelinde hat var…

Problem sadece bu değil. Ben bilim kuruluna hattat da, kalemkâr da koyuyorum. Fakat bu sefer, ‘o ne anlar hat işinden, o hattat değil, eseri tahrip etti’ diye tartışma çıkıyor.

Hattatlar birbirlerini beğenmedikleri için mi çıkıyor bu tartışmalar?

E, tabii kimse kimseyi beğenmiyor. Camiada tartışmasız tek bir isim Ahmet Ersen hoca. Herkes onun dediğine tamam diyor. Ama söz konusu kalemişi, tezyinat, bezeme, hat olduğu zaman birçok eleştiriler geliyor.

Olay sadece hattatların birbirini beğenmemesi mi?..


Biz yaptığımız restorasyonlara çıplak gözle baktığımızda ‘bu ne biçim olmuş’ tepkisi oluyorsa orada gerçekten çok büyük bir tahribat vardır. Detaya indiğinizde bilim insanlarının, sanatkârların, zanaatkârların tartışmasına girdiğimiz zaman işin içinden çıkamayız. Bakın bizim Anadolu’da yaptığımız restorasyonlarda sıkıntımız var. Bunu açık açık söylüyorum.

Nereden kaynaklanıyor bu sıkıntılar?

Öncelikle Anadolu’da müteahhit bulamıyoruz. İstanbul’daki müteahhitler İstanbul işlerine ancak yetiyorlar. Ayrıca firmalar Anadolu’ya çıkmak istemiyor, biraz işler küçük olduğu için, biraz şantiye kurmak maliyetli olduğu için, biraz da dağılmamak için. Anadolu’da her yer aynı değil tabii. Diyarbakır’da restore ettiğimiz Ulucami çok güzel oldu, Erzurum’daki Çifte Minare de güzel oluyor. İhale sistemi var sonuçta, firmaları seçemiyorsunuz.

İhale ile inşaat şirketlerine tarihî eser onarımı yaptırılması da çok eleştirilen bir konu…

Onda artık yapacak bir şeyimiz yok. Yasal düzenleme o şekilde, öbür türlü olsa peşkeş çekildi deniliyor. İkisinin arası yok.

İhaleye katılan şirketlerin ehliyeti nasıl belirleniyor?

Eski eser restorasyonu konusunda karneleri var. İşi nasıl bitirmişler, ne zaman bitirmişler vs. gibi konularda yeterliliklerine bakılıyor. Eski eser restorasyonu yapmayan hiçbir firmanın ihaleye girmesi mümkün değil.

Karneleri iyi olanlar da başarılı mı sizce?

Başarılı olanlar var, kendisini bizimle geliştirenler var. Hâlâ eksik, hâlâ istediğimiz düzeyde iş yapamayanlar da var.

İnternet sitenizde sadece Vakıf İnşaat’ın linki var. Onların sizinle ilgisi nedir?

Vakıf İnşaat’ın yüzde 50’si bizim, yüzde 50’si TOKİ’nin. Yönetim çoğunluğu onlarda ama sonuçta onlar da ihaleye giriyor. Yani ayrıcalığı yok. Eskiden Bakanlar Kurulu kararı ile onlara verilebiliyordu bazı işler, fakat yeni ihale kanunuyla bu kaldırıldı.

Restoratör konusunda da tecrübeli, yetişmiş eleman yetersizliği hep dile getiriliyor. Sizin bir restoratör politikanız var mı?

Dört-beş yıldır Restoratörler Derneği KOREFD ile çalışıyoruz. Müteahhitlerle çalışan restoratörleri bu dernekle birlikte eğitiyoruz, sertifika veriyoruz. Eğitimlerini eserlerin restorasyonunda alıyorlar. Müteahhitlere de onlarla çalışmalarını şart koşuyoruz. İkincisi, bugünlerde İtalya ile bir projeye başlayacağız. Biliyorsunuz İtalya restorasyon konusunda oldukça ileri. Onlarla protokol imzaladık. Şeyh Süleyman Mescidi’ni birlikte restore edeceğiz, tecrübelerinden faydalanacağız. Oradan gelen uzmanlar restoratörlerimizi eğitecekler. Bunu ilk defa uyguluyoruz. Eğer başarılı olursa projeyi devam ettireceğiz. Gerekirse bizim restoratörlerimizi İtalya’ya göndereceğiz. Eğitimler üç hafta sürecek.

Üç hafta yeterli mi?

Eğitim almış, altyapısı olan bir restoratör için yeterli.

Genel müdürlüğünüzün ne kadar restoratör kadrosu var?

16 kişi. Yeterli mi, değil. Ama biz de her kurum gibi her sene belirli sayıda personel istihdam etme şansına sahibiz. Bütün Türkiye için 60-70 restoratör istihdam etmemiz lazım. 50’si sadece İstanbul’a lazım. Anadolu’ya şimdilik 20 yeterli. Ama siz zannediyorsunuz ki bizim imkânlarımız var da kullanmıyoruz.

Bu kanun sonuçta değişemez mi, belki kültür politikasının yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor..

Bunu söylüyoruz, söylemiyor değiliz. Sonuç itibarıyla bize sunulan sınırlar içinde elimizden geleni yapıyoruz. Her sene restoratör alıyoruz.

'Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ndeki hatları kaldırdık'

Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin duvarlarındaki hatları, 1950’li yıllarda uygulandığı için kaldırdık. Tıpkı Edirnekapı’daki camide olduğu gibisıva kaldırılacak, orijinal taş duvar gözükücek. Çok daha iyi bir görüntü oluyor. Bunları kendi irademizle yapmıyoruz. Kurul kaldırın diyor, kaldırıyoruz.”

Ayasofya İmarethanesi Halı Müzesi oluyor

“İstanbul ve Anadolu’da bize bağlı toplam 13 müze bulunuyor. Ayasofya Müzesi’nin arkasında Ayasofya İmareti var. Restorasyonu uzun sürdü biraz ama tamamladık. Müze şeklinde teşhir tanzim işleri yapıldı. Bugünlerde Halı Müzesi olarak açılışını yapacağız. Sultanahmet Camii Hünkar Kasrı’ndaki Halı Müzesi’ni oraya taşıyacağız. Sultanahmet’teki Halı ve Kilim Müzesi’ydi. Şimdi ikisini ayırıyoruz. Tamamen modern, günün müzecilik anlayışıyla düzenledik orayı. Müzecilik bizim işimiz değil müzecilik kolay da değil, biraz acemiliklerimiz olabilir. Eğer burada başarılı olursak diğer müzelerimizin de günümüz müzecilik anlayışıyla yeniden teşhir ve tanzimini düzenleyeceğiz.” 

'O kadar restorasyon yaptık ki cemaat cami bulamıyor'

Vakıfların gelirleri iyi değil mi?


İyi mi kötü mü bir şey söyleyemem ama bizim paramız bereketli. Ben göreve başlayalı üç sene oldu. İki vakıf üniversitesi kurulmuştu. Bezm-i Alem ile Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi. Fakat henüz faaliyete başlamamışlardı. Her iki üniversitenin muazzam derecede nakit ihtiyacı vardı. Eğitim dönemi başlayacağı için öncelikle maddi olarak onlara yöneldik. İster istemez restorasyon programı biraz yavaşladı. Ama çok fazla değil. Birinci sene böyle geçti. Şimdi müftülükler bize ‘artık camileri restorasyona almayın.’ diyor. 

Neden?


E, şimdi Karaköy’den yola çıkın bakın. Kılıç Ali Paşa Camii’nin restorasyonunu yeni bitirdik, yanında Nusretiye camiinin restorasyonu başladı, hemen ileri gidin Fındıklı’daki Molla Çelebi’nin karşısında Süheyl Efendi Camii, biraz daha ileride Ortaköy Camii’nin restorasyonu devam ediyor. Biraz geride ise Küçük Mecidiye Camii restorasyonda. Biraz yukarı çıkın Yıldız Hamidiye Camii’nde çalışma var. Cemaatin namaz kılacak camisi kalmadı.

Müftülükler bu yüzden mi yapmayın diyor?


Evet, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii’ni restorasyona aldık. Orada zaten Aziz Mahmud Hüdai Camii restorasyonda. Yanındaki Valide Sultan Camii’ni de başlatalım istedik. Fakat, müftülük ‘hayır’ dedi. Haklılar. Cemaatin öncelikli olarak namaz kılması lazım. Mihrimah Sultan bitince diğerine başlayacağız. Beyazıt Camii’nin restorasyonu için de Nuruosmaniye Camii’nin restorasyonunun bitmesini bekledik. İster istemez müftülüğün bu itirazını dikkate almaya başladık. 

‘Ortaköy Camii açıldığında, bambaşka bir yere geldik diyecekler’ 
 
Ortaköy Camii’nin restorasyonunun uzamasıyla ilgili de eleştiriler olmuştu...

Ama uzamasının sebebiyle ilgili çok yanlış yönlendirmeler var. Esnaf haklı olarak diyor ki, burayı bitirin. Doğru. Esnafa soruyorsunuz, Ortaköy Camii’nin manzarasından istifa ediyor musunuz, peki Vakıflar’a bunun bir katkısı var mı, yok. O zaman bize köstek olmasınlar. Restorasyon uzadıkça ticari anlamda sıkıntı oluşuyor, sıkıntı olmasa bile istedikleri kadar getirisi olmuyor. Ama hep söylüyoruz Ortaköy Camii’nde 1960’lı yılların yanlış uygulamaları var. Onları bertaraf etmek öyle kolay olmadı. Çimento uygulamalarını, eklemeleri hepsini kaldırdık. Yeni halini gören bambaşka bir yere geldik diyecek. Mesela caminin girişi iki katlıydı, bir katı kaldırdık, çünkü ilave edilmiş. Orijinalinde böyle bir kat yok. Eski haline getirdik. O katı aldığınız zaman girişte muazzam bir ihtişam ortaya çıkıyor. Ortaköy Camii’nde eski uygulamalar ile yeni uygulamalar noktasında devrim yapıldı. Bu çok önemli bir husus.

     İkincisi Ortaköy Camii’nde hiçbir yerde olmayan bir uygulama var. Şutuk, yani mermer görünümü veren süslemeler… Bu uygulama camilerde çok var fakat ustası yok Türkiye’de. Sadece Dolmabahçe Sarayı’nda var uzmanlar ve onları da artık zamanlarında istihdam ederek bu işi yetiştirmeye çalışıyoruz. Bir alçı ustasıyla işleri daha çabuk bitirebiliriz ama o zaman istediğimiz güzellikte olmaz, biz orijinaline yakın olsun istiyoruz. Şöyle de bir gerçek var, hiçbir eski eserin restorasyonu öngörülen tarihte bitmez.

Şutuk ustaları nereden geldiler?

Kendilerini yetiştirdiler. Bu alanda hakikaten açık var. Ben müteahhitlere bu alanda adam yetiştirmelerini öneriyorum. O uygulamalar en fazla zaman kaybına neden oldu. Ama bütün bunlara rağmen şubat ya da mart ayında bitireceğiz. Ama beni üzen asıl başka bir konu var.

Nedir?
Ortaköy Camii’ni Kuveyt Türk’ün sponsorluğunda restore ediliyor. Dolayısıyla Kuveyt Türk’ün reklamı camiyi çevreleyen panolara asıldı. Restorasyonun bitmemesi bu olaya bağlanıyor; ‘ne kadar uzun sürerse o reklam orada duracak, bundan dolayı bitirilmiyor’ diye yazıldı. Asla böyle bir şey yok. Biz gerekirse Kuveyt Türk’ün reklamını indiririz, hemen bugün hiç problem değil. Kuveyt Türk yetkilileriyle de görüştüm. Onlar da buna razılar. Ama eğer bir kişi, kurum böyle önemli tarihî eser restorasyonlarına katkı sağlıyorsa reklamından da istifade etsin, ne olacak? Aynı şeyi diğer kurumlara da söylüyorum. Herhangi bir caminin restorasyonunu yapın, siz de reklam panonuzu asın diye…

Aslında sponsorluk ülkemizde çok destekleniyor. Bu bilerek gündeme getirilen bir durum mu?

Bilerek kaşınıyor. Bir kere bir eski esere girdiğinizde sıvaya raspayı vurduğunuzda ne çıkacağı belli değil, bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Bunları kimse hesap etmiyor. 

'Vakıf kurma konusunda daha atak olmalıyız'


23-24 Eylül 2013’te Dünya Vakıflar Konferansı düzenlediniz. Uluslararası vakıflar geldi Türkiye’ye. Bu konferanstan muradınız neydi?

Batı tipi vakıflar ile İslam dünyası vakıflarını bir potada nasıl değerlendirebiliriz, bu konuları konuştuk, tecrübelerimizi paylaştık. Yeni Zelanda’dan Avustralya’ya kadar ilginç tecrübeler var. İslam ülkeleri arasında yeni bir vakıf kanunu çalışması var, sekreteryasını Kuveyt Vakıf Bakanlığı üstleniyor. Vergi muafiyeti olmadığı sürece vakıfçılık ya da hayırseverlik sisteminin özel şahıslara geçebileceğini sanmıyorum. Biz bu konuda epey çalışma yaptık. Vakıf kurmak isteyenlerin kuruluş mal varlığını ayrım gözetmeksizin 500 bin TL’lerden 50 bin TL’ye düşürdük. 3-4 yıldır uygulanıyor bu. Ama vakıf sayısında sıçrama olmadı. Benim özlediğim düzeyde değil. Vakıflar Medeniyeti olan bir devletin torunları olarak vakıf kurma konusunda biraz daha cesaretli, atak olmamız lazım.

     Batı dünyası her geçen gün vakıf adı altında çeşitli örgütlenmeler yapıyor. Sivil toplum kuruluşları çok aktif ve etkili. Her alanda yardımlaşmayı, hayırseverliği ön plana çıkarıyorlar. Ve bunları aktif hale getirecek her türlü argümanı kullanıyorlar. Aslında Batı, vakfı bizden öğrendi ama bizden çok ilerideler, çünkü geliştirdiler. Bizdeki eksiklik vakıf kurmayı cazip hale getirecek ekipmanları oluşturmak. Vakıflar için vergi muafiyeti belirli şartlara bağlanmamalı, her vakfın vergi muafiyeti olmalı ve vakıf sayısı çoğalmalı diye düşünüyorum.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




3 Ekim 2013 Perşembe

Ressam Sultan Abdülaziz’in ilk sergisi açılıyor

3 Ekim 2013
Ressam padişah Sultan Abdülaziz’in ilk resim sergisi, vefatından 137 yıl sonra Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde 5 Ekim’de açılıyor. “Eskizlerden Yağlıboyalara Ressam Sultan Abdülaziz” adlı sergi, bir iddiayı gündeme getiriyor. Sergileme ve yayın hakkı 6 ay önce Polonya Krakov Ulusal Müzesi’nden satın alınan, bizzat Sultan’ın çizdiği fakat Türkiye’de varlığı pek bilinmeyen 67 desenden bazıları ile TBMM Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nda yer alan imzasız 12 yağlıboya tablo bire bir örtüşüyor.


Osmanlı sarayında maaş bağlanan ressamların varlığı öteden beri bilinir. İlk akla gelen saray ressamları olarak Fatih Sultan Mehmet’in İtalya’dan davet ettiği Gentile Bellini, II. Abdülhamit zamanında yine İtalya’dan gelen Fausto Zonaro ve Sultan Abdülaziz’in yakından ilgilendiği Polonyalı ressam Stanislav Chlebowski’yi sayabiliriz. Bu ressamların eserleri TBMM Milli Saraylar tablo koleksiyonunda yer alıyor.

Bu koleksiyonun oluşmasında sanata olan ilgisi, sevgisi ve yeteneğiyle bilinen Sultan Abdülaziz’in (1830-1876) katkısı büyük. Şehzadeyken Qués ve Schranz gibi sanatçılardan resim dersleri alan Abdülaziz, padişah olduğunda Fransız Guillemet, Chlebowski ve Rus Ayvazovski gibi sanatçılara, Osmanlı’nın kahramanlığını anlatan savaş kompozisyonları sipariş ediyor. Chlebowski, Dolmabahçe Sarayı’ndaki atölyesinde çalışırken Sultan Abdülaziz de çoğu zaman yanında bulunuyor hatta bazı kompozisyonların eskizlerini o çiziyor. Fakat sanata böylesine düşkün olan padişaha ait imzalı hiçbir yağlıboya eser ya da desen ülkemiz müzelerinde yok. Sadece Harbiye’deki Askeri Müze’de bir eskizi bulunuyor.

    Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde 5 Ekim Cumartesi günü açılacak “Eskizlerden Yağlıboyalara Ressam Sultan Abdülaziz” sergisi ise Türk resim tarihi açısından yepyeni bir iddiayı gündeme getiriyor. Sergide, Sultan Abdülaziz’in kuvvetli ihtimalle elinden çıktığı iddia edilen 12 yağlıboya tablo sergilenecek. Bu iddianın kaynağı ise halen Polonya’daki Krakov Ulusal Müzesi’nin sahip olduğu, bizzat padişahın çizdiği 67 desen ve ona ait üç sayfalık el yazısı. Sergide, yayınlama ve sergileme hakkı 6 ay önce Uluslararası Kültür Sanat Derneği (UKSD) tarafından Krakov Ulusal Müzesi’nden satın alınan bu desenlerle birlikte, 12 tablo karşılaştırılıyor.


Osmanlı ordusunun bir kaleye hücumu, 615x913
Peki bu desenler Polonya’ya nasıl gitti ve bugüne kadar varlığından neden haberdar değildik? Chlebowski, ülkesine dönerken Sultan ona, “Ressam Sultan Abdülaziz/15” adlı desen defterini hediye ediyor. Defterde Sultan’ın elinden çıkan 67 çizim ile birlikte, üç sayfalık el yazısı ve defterin başında eserlerin ona ait olduğunu teyit eden iki mektup mevcut. 1914’e kadar Chlebowski’nin ailesinde kalan bu defter, daha sonra başkalarının eline geçiyor, nihayetinde 1971’de Krakov Ulusal Müzesi tarafından satın alınıyor. Sultan’ın ressamlığından ve defterden bahseden ilk yayın ise 1910 ile 1914 yılları arasında yayımlanan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi. O yıllardan bugüne kadar, 67 desenden hiç kimse, hiçbir yayın bahsetmiyor.

Koordinatörlüğünü Selman Gemuhluoğlu’nun yaptığı serginin küratörü Mehmet Lütfü Şen, “Padişah’ın elinden çıkmış eserlerle açılacak ilk resim sergisinin küratörü olarak, Sultan’ın yalın ve güçlü çizgilerine sadık kalma çabası içinde oldum. Eskizlerin çizgilerinden tablolardaki fırçalara bir cihan padişahının kılavuzluğunda, vârisi olduğumuz büyük medeniyetin sanatla beslenmiş yüreğine sade bir yolculuğa çıkalım istedim.” diyor. Komitacılar tarafından katledilip, bileklerini keserek intihar ettiği süsü verilen Osmanlı Devleti’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz’in, ölümünden 137 yıl sonra açılan sergi sadece 15 gün görülebilecek.

'Kuşku bırakmayacak deliller var'
İddianın sahibi sanat tarihi uzmanı Ömer Faruk Şerifoğlu, serginin kataloğu için kaleme aldığı “Sultan Abdülaziz ve Osmanlı Sarayında Resim Sanatı” adlı makalesinde iddiasını dayandırdığı temelleri şöyle açıklıyor:
“Çizimler kırmızı mürekkeple filigranlı kâğıda yapılmıştır. Sultan’ın serbest, hareketli ve akıcı el yazısı ile desenlerinin çizgileri arasında karakteristik benzerlikler görülmektedir… Albümdeki eserlerde kullanılan mürekkep ve kalem ile Askeri Müze’de bulunan desenindeki mürekkep ve kalem aynı elden çıkmış duygusunu vermektedir. Albümün arka sayfalarında, sultanın el yazısı olan Osmanlıca ifadeler de aynı kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Asıl çarpıcı olan bu ifadelerin kendisidir:
‘Viyana’da Kara Mustafa Paşa Muharebesi, Atina’da Hurşid Paşa Muharebesi, Semendre Kalesi Pişkahında Ahmed Paşa Muharebesi, Vidin Kalesinde Sarı Sultan Selim Han Hazretlerinin Muharebesi, Sarı Sultan Selim Han Hazretlerinin Mohaç Muharebesi, Temeşvar’da Serdar Mehmed Paşa Muharebesi.’ Bu ifadeler halen biri Askeri Müze’de, diğerleri Dolmabahçe Sarayı koleksiyonunda “Chlebowski Ekolü” olarak tanımlanmış eserlerin özgün isimleridir ki albümde zikredilenler dışında üzerinde yazı olan başka eserler de bulunmaktadır.
Dahası eserlerin sağ-üst köşesinde yazılı bu ifadelerle, albümdeki ifadelerin yazı karakteri örtüşmekte ve büyük olasılıkla, her ikisinin de sultanın kendi el yazısı olduğu izlenimini vermektedir. Yine albümdeki desenler, basit bir incelemeyle özellikle Mohaç, Semendre ve Vidin tablolarının ayrıntı etütleri olduğu görülmektedir. Bütün bu ipuçları, Sultan Abdülaziz’in bu tablolarda tasavvurun ötesinde, elinin ve emeğinin olduğuna kuşku bırakmamaktadır. Nitekim, Chlebowski’nin çoğu eserleri imzalı iken saraydaki atölyede gerçekleştirdiği bu eserlerin hiç birine imza atmamış olması da Sultan’ın katkısı sebebiyle olmalıdır.”
Sultan II Mehmed'in Eğri Savaşı, 753x1242

Temeşvar'da Serdar Mehmed Paşa Muhaberesi, 75x123


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ














1 Ekim 2013 Salı

Angelopoulos, yeteneğimi ortaya çıkardı

1 Ekim 2013
Dünya sinemasının usta yönetmenlerinden Theodoros Angelopoulos ve sineması söz konusu olunca en az filmlerinin hikayesi kadar o eşsiz görüntüleri ve insanın içini sızlatan müzikleri de konuşuluyor;sinema tutkunları o müzik ve görüntüler eşliğinde kendi hikayesini yeniden yazıyor. 

Andreas Sinanos, Beyoğlu 2013. Fotoğraf: Sevinç Özarslan
Angelopoulos'un birçok filminin müziklerini hazırlayan, İstanbul'da birkaç kez konser veren Eleni Karaindrou'nun ülkemizde artık hatırı sayılır bir dinleyici kitlesi var. Görüntü yönetmeni Andreas Sinanos'un ise yakında Türk sinemasında adını daha sık duymaya başlayacağız.

    Sinanos, 30 yıldır Türkiye'ye gelip gidiyor fakat son yıllarda Türk sinemasını yakından ilgilendiren festivallere katılıyor, Anadolu'nun farklı şehirlerinde ‘Angelopoulos'atölyeleri düzenliyor. Adnan Taç'ın başkanlığını yürüttüğü Trabzon Sanat Evi'nin geçen yıl dördüncüsünü gerçekleştirdiği sanat günlerindeki ‘Theo Angelopoulos'un Benzersiz Görüntülerini Anlatıyor'atölyesi çok ilgi görmüştü. Sinanos, kısa bir süre önce sona eren 20. Adana Altın Koza Festivali için yine Türkiye'deydi. Ama geliş nedeni sadece festival değil.

Andreas Sinanos, Tayfun Pirselimoğlu’nun (sol baş) son filmi Ben O Değilim'in de görüntü yönetmeni.
Çekimleri geçtiğimiz aralık ayında tamamlanan Tayfun Pirselimoğlu'nun yönettiği, başrolünde Ercan Kesal'ın oynadığı ‘Ben O Değilim' filminin görüntü yönetmenliği Sinanos'a emanet edildi. 6 hafta süren çekimlerin büyük kısmı Sinanos'un deyimiyle Etiler, Levent, Sultanahmet gibi elit ve turistik semtlerden ziyade Fatih, Aksaray gibi yerlerde, sokak aralarında çekildi. Son 10 gün ise İzmir'e set kuruldu. Kurgu ve post prodüksiyon aşamaları tamamlanan ‘Ben O Değilim' için şu an yurt dışı festivallerinden cevap bekleniyor. Bu arada da Sinanos, başka projeler için görüşmeler yapıyor.

    Andreas Sinanos, Angelopoulos’un son beş filmi; Leyleğin Geciken Adımı (1991), Ulis'in Bakışı (1995), Sonsuzluk ve Bir Gün (1998), Ağlayan Çayır (2004) ve Zamanın Tozu'nun (2009) görüntü yönetmenliğini üstlendi. Sinanos, ünlü yönetmenin 2012'nin ocak ayında geçirdiği trafik kazasında ölmeden önce çekimlerine başladığı fakat dört hafta sonra yarım kalan ‘Öteki Deniz'in de kadrosundaydı. Angelopoulos ile Atina'da sinema eğitimi almaya başladığı 1973'ün sonbaharında tanışır Sinanos, usta yönetmen o sırada kendisini meşhur eden üçüncü filmi ‘Le Voyage des comédiens'i (Kumpanya) çekiyordur. Fakat genç sanatçı, dersleri ve okulu sevmeyen bir öğrencidir. Sinanos, “Okula gitmezdim ama onunla tanışmak ve çalışmak bana büyük deneyimler kattı.” diyor. “Angelopoulos hayatınızda olmasaydı iyi bir görüntü yönetmeni olmaz mıydınız?” sorusuna, “Başkalarıyla da iyi bir görüntü yönetmeni olmak mümkün ama o çok özel biriydi, yeteneklerimi ortaya çıkardı ama bu başka yönetmenlerde iş yok anlamına gelmesin.” şeklinde cevap veriyor.

Kriz, Yunanistan’da sinemanın işine yaradı
Yunanistan, 2009'dan beri krizle yatıp kalktığı için konu ister sinema, ister müzik, ister spor olsun mutlaka krize geliyor. Sinanos, Yunan sinemasının da bu olumsuzluktan payını aldığını ifade ediyor, fakat iyi işler çıkaran yönetmenlerin de olduğunu belirtiyor: "Bu yıl 70. kez düzenlenen Venedik Film Festivali'nde Yunanlı yönetmen Alexandros Avranas'a en iyi yönetmen ödülü kazandıran ‘Miss Violence' neredeyse sıfır bütçeyle çekildi. Aslında bir sanatçı, yönetmen için elde hiçbir şey yokken üretmek daha iyi.”

Ağlayan Çayır’ın setinde...
“Ağlayan Çayır filminin seti (yanda), Bulgaristan ve Yunanistan arasında bir köye kuruldu. O köyün içinden geçen bir nehir vardı. Nehir kış aylarında Kerkini denilen bir göl oluşturuyordu. Yazın ise her yer kuruyordu. Angelopoulos, iki mevsimde de elindeki imkanları değerlendirmek istedi. Ağlayan Çayır dönem filmi olduğu için yazın ona göre özel bir plato kurduk. Kışın çekilecek sahneler için yağmurun yağmasını bekledik. Sette her şey çok iyi tasarlanmıştı, neyin ne zaman olacağı belliydi.”
Ağlayan Çayır (Trilogia I: To Livadi pou dakryzi, 2004)

Erkam Emre (altta) ile birlikte yaptığımız röportajdan bize kalan küçük bir hatıra.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ