14 Temmuz 2014 Pazartesi

‘Türkülere kulak kesilmek artık işimize gelmiyor’

14 Temmuz 2014
Türkü üzerine söylenmiş en etkili dizelerden biri Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ‘Nerede bir köy türküsü duysam/Şairliğimden utanırım’ dizesidir. Uzun yıllardır TRT Erzurum Radyosu’nda yapımcı olarak çalışan İsmail Bingöl ise türkülerimizle ilgili en orijinal kitaplardan birini yazdı. Atalar Mirası Gönül Yarası (Ülke Edebiyat), Bingöl’ün Anadolu türküleri üzerine yirmi yıldır kaleme aldığı denemelerden oluşuyor. 
Türküler söylenir, dinlenir, hikayeleri anlatılır. ‘Türkü denemeleri’ ne demek?

Bu sorunuza cevap vermem için biraz gerilere gitmem lâzım. Ta çocukluğuma… Öyle ki; yıllardır türkü söyleyen, hani o bilinen tabirle, çocukluğumdan beri türkülerin ve şarkıların meftunu biriyim. Daha henüz ilkokula başlamamışken, ezberimde türküler olduğunu ve büyüklerin beni yakaladıklarında türkü söylettiklerini hatırlıyorum. Bu merak, bu sevgi bugüne kadar devam ediyor olsa da; bazı özel sebeplerden; türkü söylemeyi sanat haline getiremesem de; müziğimizin sürekli icra edildiği bir kurumda, TRT de prodüktör olarak çalışmak nasip oldu ve söyleyenlerin seni duyurmayı, yaptığım programlarda türküler üzerine metinler yazmayı iş edindim. Türkü hikâyeleri türkülerle ilgili alışılagelmiş bir aktarım biçimi olduğundan, serde biraz şairlik ve yazarlık da olduğundan, bundan farklı olarak, dinlediğim türkülerin bende uyandırdığı hisleri, çağrışımları yazıya dönüştürmek suretiyle; deneme biçiminde yazmaya çalıştım bunları. Yıllar içerisinde buna dair okuduklarım ya da şöyle söyleyeyim, bu şekilde yazılmış olanlar, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydı. Ben; yaptığım programların da etkisiyle, bu yoldaki çabalarımı sürdürdüm ve yaklaşık yirmi yıl sonra böyle bir kitap ortaya çıktı. Türkü üzerine yazılmış ilk deneme kitabı da diyebiliriz belki de… Aslında her insan; bizim olan, bize bizi anlatan, bir anlamda millet olarak Anadolu’ya gelinceye kadar ki serencamımızı gizlediğimiz türkülerimizi dinlediklerinde, yürekleri bir hoş olur, gönül dünyaları dalgalanır ve etkilenirler. Zaten bu coğrafyanın türkülerini dinlerken bunları yaşamayanların, yüreğinden gâh hüzün, gâh sevinç bulutları geçmeyenlerin bizi anlamaları mümkün değildir. Rahmetli Nevzat Kösoğlu büyüyüğümüzün cümleleriyle; "Millî kimliğimize sahip mi olmak istiyorsunuz; farklı olmak, bilinmek, onurlu ve başı dik mi kalmak istiyorsunuz? Türkü dinleyin ve türkü söyleyin. Çünkü, millî kültürümüzün ana sütunlarından biri musikimizdir ve musikimizin kalbi de türkülerimizdir.” Kısacası; işte biz de bunu yapmanın gayreti içerisindeyken, yanında da türkülerimize dair hissettiklerimizi deneme şeklinde kaleme aldık. Sonrasında ise; diğer deneme kitabımız olan “Ey Kelime … Ve Ey Ses”le birlikte; çok değerli insan, kültür dünyamızın değerli şahsiyeti Ezel Erverdi ağabey vasıtasıyla; Mart ayında Dergâh Yayınları Ülke Kitapları’ndan yayınlanarak okuyucuya ulaştı. Teşekkürlerimi ve şükranlarımı arzediyorum sizin aracılığınızla buradan kendilerine ve diğer emeği geçenlere…

“Acaba kaçımız yöremize ait bir türküyü baştan sona söyleyebiliriz?” cümlenizi okuyunca insan kendini teste tabi tutmak istiyor. Sizce bu testi kaçımız geçebiliyoruz?


Sizin de bildiğiniz gibi, millet olmanın ya da bir millet olduğunu iddia etmenin en başta gelen unsuru; kendinize ait kültürel değerlerinizin olması. Ve tabii ki; ardından da onlara sonuna dek sahip çıkmanız. Eğer; çocukluğunuzda kendinize dair bir oyunu oynamamışsanız, bir türküyü sesiniz güzel olmasa da söylemeye çalışmamışsanız, nenenizden, büyüklerinizden bir masalınızı bile olsun dinlememişseniz ve daha bunun benzeri, adına bugün topluca halk kültürü ya da folklor dediğimiz ögelerle zihninizi, millet olma hafızanızı beslememişseniz, millet kavramından, millet olabilmekten sözetmeniz, bunu iddia etmeniz zordur. Küçük bir misalle bunu daha da açayım: Bir arkadaşım; Uzakdoğ'da bir üniversiteye bilimsel çalışma yapmak üzere kırk beş günlüğüne davet edilir. Değişik ülkelerden çok sayıda bilim adamı da vardır orada… Çalışmanın bitiminde bir veda gecesi düzenlerler ve gecede de; herkesin kendi milletine ait bir halk kültürü ögesini sergilemelerini rica ederler. İşte kimi şarkı söyler, kimi dans eder, kimi başka bir şey yapar. Diyor ki arkadaşım; ben de bir şey yapayım diyorum, ülkemin türkülerinden bir tane okuyayım istiyorum ama, ne yazık ki aklımda bir tek türkü bile yok. Ancak yöreme ait bir türkünün iki mısrası var aklımda ve ben de onu söylemeye başladım. Biraz hareketli olan türkü çok beğenildiği için, alkışlar sonucunda aynı sözleri birkaç sefer tekrar ettim ve böylece durumu kurtarmış oldum. Ancak, kimseler anlamasa da bu hale düşmüş olmaktan büyük üzüntü duyduğumu söyleyebilirim. Çünkü; hangi milletten olduğumuzu bağıra çağıra söylesek de, asıl bunun içini doldurmamız gerektiğini orada acı bir şekilde gördüm ve anladım.” İşte biz de, yıllardır büyüklerimizin bizi beslediği gibi, eğer çocuklarımızı, gençlerimizi kültürümüzün kaynaklarından nasiplendirmez, onları kültürel arka plana dayalı böyle bir bilinçle yetiştirmezsek, milliyetleri konusunda her hangi bir aidiyet düşünceleri, inançları kalmaz ve ortada; bu kadar büyük devletler, medeniyetler kurmuş olan “millet” kalmaz. Bunun sonucunun ne olduğunu düşünmek bile istemiyorum, ama ne var ki, gerektiği yerde kullanılmazsa; bugünün dünyasında insanı yalnızlaştıran ve kendinden uzaklaştıran teknolojinin bedelinin çok ağır olacağı da bir gerçek.

Derler ki “Derdi olan türkü söyler.”. Türkü söyleyen bir yana, dinleyen bile ne kadar azaldı... Şimdi kimsenin derdi yok mu? 

Musiki, bir milletin medeniyet kurma ve medeni olma yolunda meydana getirdiği en esaslı birikimlerindendir. Ahmet Hamdi Tanpınar "Bizim musikimiz kendi içinde değişene kadar hayat karşısında vaziyetimiz değişmez, çünkü onu unutma ihtimali yok." der. Dolayısıyla bir toplumun müziği bozulmuş, sonra da unutulmuşsa, o toplumda pek çok mefhumun da bozulduğuna hükmedilebilir. Buradan hareketle denilebilir ki; bugün de çok derdimiz var ve bu dertler sadece bizimle ilgili değil. Evet; dört bir tarafımızda acının sesi yankılanıyor her dakika… İşte onun için de; bunu kimi türkü söyleyerek dile getirebilir, kimi yazıyla, kimi şiirle… Ancak sesle dile getirmek; acıya sesten bir elbise giydirmek gibidir ve bu da bir çığlık gibi düşer ortalığa… Etkisi büyük olur. Bir ağıt, bir isyan, bir tepki çıkar ortaya ve bakışları daha çok çeker o yana… Bu sesleniş için bir şey yapamayacak olanlar bile başlarını çevirirler oraya doğru en azından ne oluyor diyerek… Türküler; bazılarının dünyasından çıkmış olsa da, birileri bugün farklı müzikler dinlese de, türkülerin sevdalıları yine var ve dertleri seslendirmeye, sevinçlere yoldaş olmaya devam ediyorlar kendilerince… Etmeliler mutlaka… Bir şeylerin yaşaması, bir şeylerin ayakta kalması adına…

Şehir hayatının, şehir insanın türkülerle arası çok açıldı. Anadolu’da bu mesafe ne durumda? 

Aslında türkü dinlemenin şehirle-köyle pek alakası yok. Aranın açılması şehirleşmeden değil de;hayatı anlamanın ve hayat üzerinde düşünmenin uzağındaki koşuşturmacadan, türkülerin dünyasına olan yakınlığımızı kaybetmemizden, türkülerimizin söylediklerine kulak veremeyişimizden kaynaklanıyor. Maddenin, hızın ve birbirini anlamamanın giderek çoğaldığı bir zamanda; sözleriyle, nağmeleriyle bize çok şey söyleyen; ruhumuza, kalbimize insan olmanın derin ve ince taraflarını, erdemini anlatmaya çalışan -ki bu da emek ve ilgi ister-türkülere kulak kesilmek işimize gelmiyor. Onu eski bir eşya gibi kabul edip, saklamaya, bir köşede tutup, sadece meraklılarına göstermeye çalışıyoruz. Oysa; bırakın daha eskiyi, 50 yıl önce yazılmış bir yazının bugünkü nesil bazı yerlerini anlayamasa da, türkülerdeki sesi, sözü; ne kadar eski olsa da anlayabilir, mesajını öğrenebilir. Türkülerin niçin önemli olduğunu buradan da çıkarabiliriz.


Radyonun altın çağını yaşadığı dönemde çocukluğunuzu geçirdiniz. TRT Erzurum Radyosu’nda program yapıyorsunuz. O çağın, sizdeki etkisi devam ediyor galiba? Şimdi hangi çağını sürüyor radyo? Programlarınızın günümüz insanındaki etkisi nedir? Yani kim dinliyor radyoları ve türküleri? 

Çok kapsamlı bir soru ama, gerçek şu ki içinde, bize dair, bana dair bir çok yönü barındırıyor. Radyonun altın çağını yaşadığı zamanlarda; küçücük bir el radyosu en yakın dostlarımdan biriydi. Özellikle de tatil günlerinde, onu koynuma alır, bir arkadaş gibi, anlattıklarını dinler; çalınan türküleri, şarkıları bir bir kaydederdim küçücük defterime... Anlatılmak istenen dünyayı tam olarak kavrayamasam bile; nağmeleri, sözleri, ruhumda bir başkalık meydana getirir, bu duygularla alabildiğine coşardım... Ortam müsaitse eğer, "Sesime ses verin yaralı dağlar" mısraında olduğu gibi, ben de haykırır, olanca sesimle katılırdım radyoda çınlayan seslere... Ne yılların geçişi eksiltti türkülere duyduğum sevgiyi ve ne de yaşadıklarım, gördüklerim... Aradan yıllar geçince; uzun kurslar ve imtihanlar sonucunda, TRT’nin tek olduğu, başka yayın kuruluşunun olmadığı bir dönemde, 1988 yılı nisanında girdim radyoya… Sizin de dediğiniz gibi, bırakın televizyonu, radyo bile hala altın çağını yaşıyordu o yıllarda ve bir yere programa gittiğimizde ilgi üst düzeydeydi. Sonra işte başkaları çıktı meydana ve bugün bile henüz altyapısı oluşturulmamış özel yayıncılık sektöründe ortalığı velveleye verdiler. Sonra da bu alandaki birçok şeyin önemi azaldı. Ama böyle olsa da; bendeki etkisi, sevgisi, itibarı bir kenara, radyo hâlâ çok önemli. Altın çağını çok gerilerde bıraktı belki, fakat sadık dinleyicileri ve yeni oluşturulmaya, bağlantı kurulmaya çalışılanlar, onu dinlemeye devam ediyorlar. Televizyona ve diğer iletişim araçlarına göre bazı avantajlı durumu var ve bu da radyoyu gelecekte de ayakta tutmaya devam edecek. Ulaşma ve dinleme kolaylığı, bilginin hazır olarak sesle aktarılıyor oluşu, bunlardan sadece birkaçı. Programlarımızın etkisini bize yakından hissettiren ve arayan dinleyicilerimizle, yeni programlarda buluşmaya devam ediyoruz. Çünkü bir tutkudur radyo dinlemek ve farklı bir alışkanlıktır; özellikle de eğitim-kültür programlarına kulak vermek. Sosyal medya kendine yeni ve hızlı bir alan açsa da hayatımızda, radyo onların rakibi olmadığından ve hatta radyo programlarının onlarda reklamı, tanıtımı yapılabildiğinden; pozitif bir bakış açısıyla iyi bile olmuştur denebilir bu konuda.

“Şimdi Türkü Söylemek İstiyor Yüreğim” denemenizde, Eşkıya’nın film müzikleri albümüyle ilgili bir düzeltme yapıyorsunuz ve son yıllarda çıkan türkü albümlerinde ‘affedilmez’ hatalar yapıldığından bahsediyorsunuz.

Bugün hâlâ, kendilerine yakınlık gösterenlerin yüreklerini dolduran duyguların en iyi tercümanıdırlar türküler... Geçmişin güçlü seslerinin yeri doldurulamasa bile; günümüzde de bu işi hakkıyla yapmak için gayret edenler var. Yaşatma ve dönüştürme vesilesiyle; Emrahlar, Sümmaniler, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar ve daha niceleri, asırlar ötesinden yankılanan sesleriyle yeniden aramıza döndüler, yeniden girdiler gönül dünyamıza... Yaşadıklarını, eserleriyle bir daha, bir daha ispatlayıp, bir daha duyurdular hepimize... Özellikle de, türkü dostlarının, türkü meraklılarının dışındakilere... Bizim öz müziğimizin motifleri, hafif batı müziği tarzında yapılan müziklerde bile çokça kullanılır oldu artık. Böylece; daha fazla ilgi çekti, daha fazla mal oldu kitlelere türkülerimiz. İnsanımızın doğasından gelen bir ilgiydi bu. Yıllardan beri halkın dilinde ve gönlünde yer etmiş, kolektif şuurun, halk irfanının, halk muhayyilesinin ürünleri; filmlerde, dizilerde de kullanılmaya başlandı. Hatta, bazı dizilerin bu kadar ilgi görmesinin, seyredilmesinin altında yatan sebeplerden biri de, o diziye eşlik eden türkü ya da türkülerdir belki de… Göçle büyük şehirlere gitmiş Anadolu insanının kendini bulduğu müziklerdir bunlar… Ne var ki; Anadolu'nun hemen her köşesinin rengini, kokusunu, güzelliğini taşıyan türkülerin, filmlerde kullanılması, halk kültürümüz adına sevindirici bir olay olsa da; kullanılan müziklerden, anonim olanlar dışındaki türkülerin ve gazellerin sözlerinin kime ait olduğu konusu titizlikle ele alınmalı ve yanlışlık yapılmamalıdır. Zira; üretene ve üretilene saygı bunu gerektirir. Bu konuda bir denetimin olmaması ve çoğu kişinin maddî kaygılarını ön plana çıkararak bu işi yapması, böyle durumlara yol açıyor. Ama yine de; bu tür yanlışlıklara rağmen, bu sahada yapılanların, halk kültürümüzün daha geniş kitlelere duyurulmasına önemli katkı sağladığını da belirtelim.

Denemelerinizde hep acıdan, hüzünden süzülen türkülerimizden bahsediyorsunuz. Neşeli, umut veren türkülerimiz yok mu?

Tabii ki var, ancak biz millet olarak öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki; yüz yıllar boyunca üzerimizden kötü göz, toprağımızdan düşman ayağı eksik olmamıştır. Sultan Abdulhamid’e ait olduğunu sandığım bir söz şöyledir: “Anadolu; sırtlanların geçiş yeridir”. Onun için de; geçmişte yaşanılan topraklar gibi, elimizden kalanlar da bize çok pahalıya patlamıştır. Dolayısıyla halk müziğimizde hüzün teması oldukça baskındır; ölene, itene, gidene, gidip de gelmeyene yakılan ağıtlar, türküler yanında, sevince vurgu yapanların sayısı daha azdır. Çünkü; şehitlerimizin, daha yakın zamana kadar arkası gelmemiştir. Yani mutlu bir millet olamamışızdır; kahramanlarımızın çokluğu yüzünden… İşte bu sebeple yakılan türkülere ve o türkülerin adına yakıldığı vatana iyi bakmalıyız; birlik ve beraberliğimize ve onların nişaneleri olan değerlerimize gönülden sahip çıkmalıyız.

“Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür”. Bu söz kime ait?

Yine bir Anadolulu'ya… MÖ 620 civarında, batı sahillerinde, Milas’ta yaşayan filozof Thales’e… Ki gerçekten öyle değil midir; yüz yıllardır nice yasa yapıcılar ve yaptıkları yasalar kaybolmuştur ama türküler ayaktadır ve onları yakan halk, ozan ve şairler hâlâ bilinmekte ve söylenmektedir.“

Nerede bir köy türküsü duysam/Şairliğimden utanırım” Türkülerimizi anlatan en iyi dize bu sanırım..


Türküler üzerine yazılmış şiirlerin en meşhurlarından olduğu için böyle düşünülebilir. Ya da; bu şiir yazıldığında; diğerleri henüz yazılmamıştı da denebilir. Ancak, “bazı şeyler hariç, her şeyin daha iyisinin ortaya çıkma ihtimali vardır” diye düşünüp, “en” kelimesini kaldırarak ifade edersek; şair Bedri Rahmi Eyüboğlu gerçekten güzel anlatmış bu şiirinde türküleri ve o türkülerin dünyamızda edinmesi gereken yeri… “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” adlı kitabımızdan kısa bir bölümle son verelim söyleyeceklerimize: “Gönlü yaralının neyi vardır türkülerden başka... Maddiyattan ayrı hiçbir şeyin para etmediği bu zamanda, yalnızca mevkiin, makamın konuştuğu, insanların birbirlerinden selâmı bile esirgediği bu çağda, yüreğindeki sevdasından başka hiçbir şeyi olmayanın yüzüne kim bakar? Hissiyatına türkülerden daha iyi kim tercüman olabilir? Binlerce yıldır kimseye zulmetmemiş, zalimlik nedir bilmemiş bu milletin, kötülüklerden uzak kalmasında, mazluma acımasında, dilden dile, gönlüden gönüle dolaşıp duran türkülerin büyük payı vardır. Ve hâlâ unutulmadıysa türküler... Hâlâ yaşıyorsa... İnsan olduğunu unutmayanlar sebebinedir.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ