28 Temmuz 2013 Pazar

Topkapı Sarayı'ndaki el yazmaları çürüyor

29 Temmuz 2013
 İslam tarihinin en değerli eserlerinin yer aldığı Topkapı Sarayı’ndaki ‘El Yazmaları Kütüphanesi’nin durumu içler acısı. Aşağıdaki fotoğraflar 4 Aralık 2009’da çekildi, aradan üç buçuk yıl geçmesine rağmen eserlerle ilgili elle tutulur bir çalışma henüz yapılmadı.



Topkapı Sarayı'nın arşivi iki bölümden oluşuyor. İlki; Osmanlı'dan kalan belgelerin yer aldığı belge arşivi, diğeri “El Yazmaları Kütüphanesi.” Toplam 22 bin eserin yer aldığı arşivlerin tamamı çok kıymetli. Minyatürlerle süslenmiş 3 bin civarındaki el yazmaları var ki, onlar daha da değerli. Ama maalesef İslam tarihinin ve coğrafyasının en mutena varlıklarının yer aldığı saraydaki eserlerin durumunun iyi olmadığını gösteren fotoğraflar ortaya çıktı. Gördüğünüz kareler inanılması zor ama Topkapı Sarayı Silahtarağa Ocağı Koğuşu'nda 4 Aralık 2009'da çekildi.

8 Aralık 2009'da İl Kültür Müdürlüğü'ne iletilen tutanakta eserlerin bu hale nasıl geldiği şöyle ifade ediliyor: “Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü bünyesindeki Yazma Eser Kütüphanesi restorasyon amacıyla uzun süredir kapalı olup söz konusu kütüphaneye ait eserler müzedeki Hazine Koğuşu adlı bölümde koliler içinde muhafaza edilmektedir. Yazma Eser Kütüphanesi'ne ait bu eserlerden basma niteliğinde olanlar bir süredir müze bünyesindeki Yeni Kütüphane'ye nakledilmektedir. 4 Aralık 2009 Cuma günü saat 11.00 civarında söz konusu nakil işleminin devam ettiği esnada basma eserlerin muhafaza edildiği kolilerden yere temas etmiş olanlarından bazılarının rutubetten etkilendiği ve koli içindeki eserlerin zarar gördüğü Güvenlik Görevlisi Ömer Gür tarafından tespit ve tarafımızca da teyit edilmiştir. Konu ivedilikle Yazma Eser Kütüphanesi zimmetlilerinden ve aynı zamanda vekâleten Müze Müdür Yardımcılığı görevini yürüten Gülendam Nakipoğlu'na bildirilmiştir. 7 Aralık 2009 Pazartesi günü söz konusu koliler Yazma Eser Kütüphanesi zimmetlilerinden Zeynep Akbaş'ın emriyle müze temizlik görevlileri tarafından bulundukları yerden kaldırılıp zarar gören eserler tamir edilmek için ayrılmıştır. Tamir edilmek üzere ayrılan eserlerin envanter kayıtları tutanak metnine yazılmak amacıyla Zeynep Atbaş'tan istenildiği halde tarafımıza bildirilmemiştir.”

Hünkar Mescidi depo olarak kullanılmış

Sarayın içindeki Revan, Bağdat ve Harem gibi birkaç köşkten toplanan el yazması eserler, kütüphane binası olarak yapılan Enderun'un ortasındaki III. Ahmet Kütüphanesi'ne sığmayınca Hünkar Mescidi'ne yığılıyor. Sarayın içinde 10 mescit var, bunlardan biri merkez camii olarak bilinen Hünkar Mescidi. Padişah burada namaza katıldığı için mimari tarzı diğerlerinden farklı. Uzun yıllar bu mescit kitap deposu olarak kullanılıyor. Daha sonra restorasyon ve iklimlendirme yapılmak üzere tamir ve bakıma alınıyor, eserler de Silahtarağa Ocağı Koğuşu'na taşınıyor. Gördüğünüz fotoğraflar bu esnada çekildi.

Sadece 1 restoratör var

Adının açıklanmasını istemeyen bir yetkiliden öğrendiğimize göre aradan üç buçuk yıl geçmesine rağmen kitapların durumunda bir değişiklik yok. Sarayın halihazırda zaten bir restoratörü bulunuyor. O da kuruma bir ay önce atandı.

Mesele sadece restorasyon, konservasyon değil. Türkiye'nin kültür varlıkları arasında en sembolik anlamı bulunan Topkapı Sarayı'nın arşivlerinin bu durumda olması... Bugüne kadar belgelerin tasnif edilememesi, belgelerle birlikte el yazması kitapların dijitale aktarılamaması ve pek çok  akademisyenin her fırsatta dile getirdiği gibi eserlerin araştırmacıların kullanımına açılamaması...

Topkapı Sarayı’ndaki el yazması eserleri, Süleymaniye El Yazması Kütüphanesi; Osmanlı belgelerini ise Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivleri, tasnif işlemlerini yapmak ve dijitalleştirmek üzere istemiş, kurumlar arasında protokol de imzalanmış. Fakat bu protokoller, ‘hangi kurum bunların kullanma hakkını elde edecek’ sorusu nedeniyle hayata geçirilemiyor.

Arşivlerin durumuyla ilgili iddiaları saray yetkililerine de sorduk, fakat onların anlattıkları da arşivlerde bir şeyin değişmediğini ortaya koyuyor. Sarayın, ilk avlusundaki Darphane-i Amire binasının, kütüphaneyi de içine alan araştırma laboratuarı yapılacağına dair iyi niyetli bir fikir var, fakat ortada somut bir adım yok.






















 HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


24 Temmuz 2013 Çarşamba

‘Mostar, benim nefis muhasebemdir'

24 Temmuz 2013
Yazar Gündüz Vassaf'ın bu yılın başında yayımlanan “Mostari/Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü” (YKY) adlı kitabı bir sergiyle bütünlendi. Caddebostan Kültür Merkezi’nde açılan, kitapla aynı adı taşıyan sergi, yazarın Mostar’dan topladığı nesnelerden ve kitaptan bölümler okuduğu videodan oluşuyor.
31 Ağustos’a kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü ve tasarımını Sadık Karamustafa üstlendi, fotoğraflar Tolga Bermek, Mehmet Umur, Gündüz Vassaf ve William Özkaptan’a ait. Mostar illüstrasyonları ise Ersu Pekin imzasını taşıyor.


Yazar-psikolog Gündüz Vassaf’ın “Mostari/Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü” (YKY) adlı kitabı bir sergiyle taçlandı. Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) açılan sergi, Mostar’da çekilen fotoğraflardan, görselleştirilmiş metinlerden, yazarın kitaptan bölümler okuduğu videodan ve Mostar’dan topladığı nesnelerden oluşuyor. Gündüz’ün bir aylık süreçte not tuttuğu defterler, kitapta çokça bahsettiği ve oradan satın aldığı halı, soğuk günlerde kendisine eşlik eden evde pişirdiği kremalı tavuk çorbasının ve yediği çikolatanın paketi, kartvizitler, gidiş dönüş uçak biletleri sergilenen nesneler arasında.

1990’lı yıllardaki Bosna Savaşı’nda yıkılan ve daha sonra yeniden yapılan Mostar Köprüsü’nün ayağa kaldırılması gibi Gündüz Vassaf da 24 Ekim-30 Kasım 2011 tarihleri arasında şehirde geçirdiği zamanı yeniden diriliş olarak görüyor. Çünkü oraya giderken Türkiye’den değil ama tanıdıklarından ve Kürşat Oğuz tarafından hazırlanan nehir söyleşi kitabı Gündüz Feneri’nin üzerinde bıraktığı etkiden kurtulmak istemiş. Şurada doğdum, burada büyüdüm, onu yaptım, bunu yaptım, şunu düşündüm diye bütün hayat hikâyesini anlatmak kimileri için kutsal bir görev gibidir. Vassaf ise kitap bitince hayatının sona erdiğini, mezar taşının dikildiğini hissetmiş neredeyse… Yeniden doğmak, yeniden üretmek için dilini, kültürünü bilmediği Mostar’a düşmüş yolu.

MOSTAR DENİLİNCE HÂLÂ İÇİM TİTRİYOR

Mostar’da yeğeninin köprüye bakan evinde kalan Vassaf’ın köprüyle kurduğu ilişki hakikaten ilginç. Sevgiden öte tutkuyla bahsediyor şehirden ve köprüden. Çok sevdiğiniz evladınızla ya da sevdiğinizle birlikte değilsinizdir ama dolaştığınızda bir ses, bir koku, bir görüntü onları hatırlatır size. Onun Mostar’a bağlılığı da böyle, “Mostar denilince hâlâ içim titriyor.” diyor. Bir ay kadar zaman geçirmesine rağmen sanki hayatının dörtte üçünü orada yaşamış gibi hissediyor.

Gündüz Vassaf, Mostar’a vardığında ilk zamanlar uzun süre köprüyü seyreder, sonra köprüye bakmaktan utanır hale gelir. 10 gün boyunca köprüden karşıya geçemez. Karşıya geçmesi gerektiğinde başka köprüleri kullanır. Sonra orada tanıştığı bir çift, onu kolundan tutup köprüden geçirir. Bir zaman sonra kendini oranın yerlisi gibi görmeye başlar. Her gün yaptığı işler arasında köprünün duvarlarına sokuşturulan sigara izmaritlerini ve oyuklarda biriken yağmur sularını temizlemek vardır artık. 

‘Mostari’ yani köprü bekçisi Vassaf, kitabı yazarken bütün notlarını köprü başında alır. Günde on, on iki saat, sabah akşam, gece yarısından sonra... Her an oradadır. Her şeyi yazar, özellikle tur gruplarıyla köprüyü ziyarete gelenler hakkında düşündüklerini, gördüklerini… Genellemelerde bulunur, Almanlar şöyle, Türkler böyle, Japonlar şöyle... Bir nevi zabıt tutar. Türklerin, Amerikan turistleri gibi onun bunun fotoğrafını çekip ‘burası bir zamanlar bizimdi’ edasında dolaşmasından rahatsız olur. Bir süre sonra kendisinin takındığı bu tavır hoşuna gitmez. Milliyetçilik yaptığını düşünür. Kendini azarlamaya başlar. O gözlemlerin ahlakını sorgular. ‘Ne hakkın var başkasını yargılamaya, fikir yürütmeye, zapt altına almaya, fotoğraf çekmeye’ şeklinde bir iç hesaplaşma, ahlak tartışması başlatır iç dünyasında.

Vassaf, kitabında bahsettiği, mayolu bir erkeği, kıkır kıkır gülerek fotoğraflayan iki başörtülü kızı o anda kendisi de çeker. Sonra vicdanı rahatsız olur. “Çekmeli miydim” diye düşünür. Mostar Köprüsü’nün bekçiliğini yapmak onun için giderek bir nefis muhasebesine dönüşür ve sergi açılışında şu cümleleri kurmasına vesile olur:

“Günlük tutarken ya da fotoğraf çekerken neyi çekip çekmediğimiz, hangi cümleyi yazıp yazmadığımız azcık bizim önyargılarımızla ilgili. Sevgilerimizi, önyargılarımızı, önemsediklerimizi yazmış oluyoruz ama benim önemsediklerim karşı taraf için hiç önemli olmayabilir. Köprü bekçisi o süreç içinde kendini, nefsini tartmaya başlıyor ve köprü notlarını tutmak ne kadar ahlaklı diye soruyor.”

Sergide, Bosna Savaşı’na küçük bir bölüm ayrılmış. Bunun özel bir sebebi var. Vassaf’a göre Mostarlılar savaş acılarını içlerine gömmüşler ve bir günlüğüne köprüyü ziyarete gelenlerden ‘savaşta ne oldu, kim kimi öldürdü, kaç kişi öldü?’ gibi soruları duymak istemiyorlar. Mostarlılar bunu zaten kalbinde, zihninde, evinin bahçesindeki mezar taşında fazlasıyla yaşıyor.

 HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ
Gündüz Vassaf'ın fotoğrafını çekerken...
 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

İTÜ’den Balkan ülkeleriyle sanat protokolü

22 Temmuz 2013 
İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MİAM), Balkan ülkeleriyle bir müzik projesine başladı. İlk protokol geçtiğimiz ay, Saraybosna Müzik Akademisi ile imzalandı. Buna göre ekim ayında Saraybosna'da, Türk Müzik Günleri, Saraybosna'nın milli gününü müteakiben ise mart ayında İstanbul'da Bosna Müzik Günleri düzenlenecek.
İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MİAM) Başkanı Prof. Dr. Şefika Şehvar Beşiroğlu ile Saraybosna Müzik Akademisi Başkanı Prof. Ivan Cavlovic, sanat protokolünün imzasını İstanbul’da attı.
Müzik alanındaki çalışmaları geliştirmek üzere keman sanatçısı Cihat Aşkın tarafından 1999'da kurulan İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MİAM), Saraybosna Müzik Akademisi ile sanat işbirliği başlattı. İki kurum arasındaki imza geçtiğimiz ay İstanbul'da atıldı. Buna göre ekimde Saraybosna'da Türk Müzik Günleri, Saraybosna'nın milli gününü müteakiben ise 2014'ün mart ayında İstanbul'da Bosna Müzik Günleri düzenlenecek.

Projenin temeli iki yıl öncesine dayanıyor. 2011'de İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı müdürüyken bir konser vesilesiyle Saraybosna'ya giden keman sanatçısı Cihat Aşkın, gece indiği şehri tanımak üzere sabah yürüyüşüne çıkar. Bakar ki, buralar bizim Bursa gibi… Camiler, medreseler, vakıflar, ortada bir şadırvan, çarşı aynı. Bir anda duygulanır, gözleri dolar sanatçının. Bütün Avrupa'nın seyirci kaldığı 1990'lı yıllardaki o acıları, katliamları hatırlar, evlerin duvarlarında hâlâ duran kurşun deliklerini görünce içi kan ağlar. Hem bir sanatçı hem de bir yönetici olarak kurumsal bir Balkan misyonu oluşturmaya karar verir. Niyeti acıları kaşımak değildir, fakat bir daha böyle soykırımların yaşanmaması için bu olayları unutmamak ve unutturmamak adına birtakım faaliyetlerle, anma günleriyle kültürümüzü dünyanın önemli merkezlerine taşımak gerektiğine inanır. Nihayetinde de Saraybosna, Belgrad, Özbekistan müzik akademileriyle bir anlaşma imzalanır. Protokole göre kurumlar arasında sanatçı, akademisyen ve öğrenci değişimi başlar. Özellikle Saraybosna'dan MİAM'a gelmek isteyen master ve doktora öğrencilerinin yolu açılır. Ortak konser projeleri hazırlanır.

Cihat Aşkın, dört yıllık görevini 2012'nin Eylül ayında tamamlayıp yerini Prof. Dr. Şefika Şehvar Beşiroğlu'na devretti fakat iki kurum arasındaki protokol iki hafta önce yenilendi, proje yakında ilk meyvesini verecek. Ekim ayında Bosna'da Türk Müzik Günleri, Mart 2014'te Bosna'nın kurtuluş gününde ise İstanbul'da Bosna Müzik Günleri düzenlenecek.

 Bosna'daki konserde, İTÜ'den ve Anadolu Üniversitesi'nden sanatçıların katılımıyla klasik tasavvuf müziği, Türk halk müziği ve çok sesli çağdaş Türk müziğinden eserler icra edilecek. Cihat Aşkın, konserlere, bize ait bir eseri seslendirmek şartıyla Almanya'dan ve İtalyan'dan sanatçılar davet ettiklerini söylüyor. Mart ayında İTÜ'de yapılacak konserde ise Bosnalı sanatçılar kendi bestelerini icra edecek.

2014 yılı Birinci Dünya Savaşı'nın yüzüncü yılı olması nedeniyle 90 kişilik Saraybosna Filarmoni Orkestrası'nı tüm üyeleriyle birlikte İstanbul'da misafir etmek istediklerini söyleyen Aşkın, “21. yüzyılda savaşlar, topla tüfekle değil, kültür varlıklarıyla kazanılabilir. Bizim de kültür varlıklarımızı her şekilde yaşatmamız, göstermemiz lazım. Balkanlar’la beraber bu kurumsal ilişkiyi başlatmanın mutluluğu içindeyiz.” diyor. Saraybosna ile başlayan sanat protokolü Makedonya ile devam edecek.

‘Kültürel bağlarımız yeniden kuvvetlenmeli’

 
Cihat Aşkın: “2-14 Temmuz tarihleri arasında Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası ile Balkan turnesi gerçekleştirdik. Bulgaristan'da Filibe ve Sofya'da, Bosna Hersek'te Saraybosna'da, Arnavutluk'ta Tiran'da, Kosova'da Priştina'da, Makedonya'da Manas-tır'da ve Yunanistan'da Volos'ta konserler verdik. Türkiye'den 76 kişilik bir orkestra ilk defa Balkanlar'da böylesine büyük çaplı bir konser dizisi gerçekleştirdi. Bu Anadolu Üniversitesi'nin bir açılımıydı. Çünkü AÜ, Kosova, Makedonya ve Bulga-ristan'da şubeler açtı. Buradaki öğrenciler Açıköğretim Fakültesi'ne devam ederek Türkçe eğitim alıyorlar. Özellikle Kosova'da ve Makedonya'da çok öğrenci var. Bütün konserler çok beğenildi, çok sevildi. Çünkü o coğrafya ile aramızda tarihi bağlar bulunuyor. Bu bağlar, Gül Baba'nın attığı tohumlarla yeşerdi. Kültürel bağlar yeniden ortaya çıkarılmalı ve kuvvetlendirilmeli. Oradaki soydaşlarımızın hakikaten bizim varlığımıza ihtiyaçları var. Avrupa'ya da hâlâ oralarda var olduğumuzu göstermeliyiz. Fakat bunları yaparken kültürümüzü belli kalıplarla değil, bir bütün olarak anlatmalıyız.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


21 Temmuz 2013 Pazar

Yayıncıların gönlü hâlâ Sultanahmet’te

21 Temmuz 2013
Beyazıt Kitap Fuarı’nın ziyaretçi sayısı önceki yıllara oranla yüzde 30-50 arasında düştü. Bazı yayıncılara göre bunun nedeni, Beyazıt Camii’nin restorasyona girmesi. Fuarı düzenleyen Türkiye Diyanet Vakfı’ndan Osman Sarıköse “Yayıncılarımız geçen sene de ziyaretçi sayısından şikâyetçiydi. Ama fuar bitince herkes memnun kaldı.” diyor.
Beyazıt, her ne kadar kültür-edebiyat dünyasının eskiden beri merkezi ve bir kitap fuarının açılabileceği en anlamlı mekân olsa da yayıncıların tek bir isteği var: Uzun yıllar Sultanahmet ile özdeşleşen fuarın eski mekanına dönmesi.      FOTOĞRAF: ZAMAN MUSTAFA KİRAZLI


Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 32 yıldır düzenlenen Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı, mekan değişikliği sebebiyle eski günlerini arıyor. 28 yıl boyunca Ramazan’da Sultanahmet Camii’nin avlusunda açılan fuar, 4 yıl önce Beyazıt Meydanı’na taşınınca ziyaretçi sayısında önemli ölçüde düşüş yaşandı. Yayıncılar, iftar ve teravih için Sultanahmet’e gelen ‘hazır müşteri kitlesi’ni Beyazıt’ta bulamadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ işbirliğiyle düzenlenen Beyazıt Meydanı konserlerinin getirmesi düşünülen hareketlilik de fuara yansımadı.

8 Temmuz’da açılan fuar, 13 gün geçmesine rağmen yayıncıların beklenen ziyaretçi sayısına ulaşabilmiş değil. Beyazıt Camii’nin 9 aydır restorasyonda olması da fuarın hareketliliğini olumsuz yönde etkileyen faktörlerden biri. Ötüken Yayınları Editörü Cem Sökmen, yayıncıların şikayetine tercüman oluyor: “Beyazıt Meydanı 1950’lerde yapılan düzenleme ile çevresiyle bağı koparılmış bir alan. Ayrıca kitap fuarına gelecek kalabalıkların rahatça iftar edebileceği mekanlardan yoksun. Bu iki olumsuz faktöre bu yıl Beyazıt Camii’nin restorasyonu da eklenince kitap fuarına gitmek iyice zorlaştı.”

Birçok yayınevi yetkilisi bu konuda hemfikir. Kimi restorasyonun kendilerini yüzde 100, kimi yüzde 50, kimi de yüzde 30 etkilediğini ifade ediyor. Bazı yayıncılara göre ise ziyaretçi az, fakat nitelikli okur sayısı fazla. Yayıncıların fuarla ilgili memnuniyetsizliğinin başında ‘belirsizlik’ yatıyor. 32. yılına giren fuarın açılış günü Ramazan ayına 15-20 gün kala belli oluyor ve 2-3 gün önce sözleşmeler imzalanıyor. TÜYAP ve bu yıl ilki düzenlenen All Art Sanat Fuarı’nda işlemlerin 3-6 ay önceden yapıldığını gören yayıncılar, artık gelenekselleşmiş kültürel bir fuarın plan-program aşamasındaki gecikme ve belirsizliklerden rahatsız. Beyazıt, her ne kadar kültür-edebiyat dünyasının eskiden beri merkezi ve bir kitap fuarının açılabileceği en anlamlı mekân olsa da yayıncıların tek bir isteği var: Uzun yıllar Sultanahmet ile özdeşleşen fuarın eski mekanına dönmesi.

Fuar, Sultanahmet Camii’nin yapısına zarar verdiği gerekçesiyle avludan çıkarılmıştı. Bir yayıncıya göre, ‘Asırlık Tatlar ve Sanatlar’ın stant kurduğu At Meydanı kitap fuarı için uygun, fakat yayıncılar buradaki 15-20 bin TL’yi bulan yüksek kira ücretlerini ödeyemeyeceği için belediye fuarın Sultanah-met’te yapılmasına sıcak bakmıyor.

“Fuar bitiminde memnun oluyorlar”
Fuarı düzenleyen Türkiye Diyanet Vakfı’ndan Osman Sarıköse, yayıncıların şikâyetlerine şöyle cevap veriyor: “Aslında burada hafta sonları kalabalıklar oluşuyor. Biz her sene yaptığımız duyurularımızı, reklamlarımızı ancak tamamladık. Yayıncılar ilk günden kalabalıklar oluşsun istiyor. Sonuçta Ramazan’ın ilk günlerinde insanımız evden çıkmıyor. Sultanahmet’le burayı kıyaslamak doğru değil. Restorasyon tamamen etkisiz diyemem, elbette etkisi vardır ama bu durum kitap almak isteyenler için engel değil. Yayıncılarımız geçen sene de ziyaretçi sayısından şikayetçiydi. Ama fuar bitince herkes memnun kaldı.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



17 Temmuz 2013 Çarşamba

‘Laptop Orkestrası’ müzik köprüsü kuruyor

17 Temmuz 2013
2009’da kurulan İstanbul Bilgi Üniversitesi Laptop Orkestrası (IBULOrk), bugünlerde yeni bir heyecanın peşinde. İsmini Galata Kulesi’nden alan, fakat Cenova’da kurulan ‘Galata Electroakustik Orkestrası’nın üç liman şehrinde vereceği konserlere hazırlanıyorlar. Ekim 2014’teki Venedik Bienali’ne de davet edilen GEO, çalışmalarına önceki gün Cenova’daki Niccola Paganini Konservatuarı’nda başladı.
Orkestranın üyeleri; Ali Somay, Can Aydınoğlu, Umut Çetin, Ayberk Çanakçı ve Okan Yaşarlar. 
Teknolojinin bir yandan kutsandığı, diğer yandan da kıyasıya eleştirildiği günümüzde sizi ne kadar ilgilendiriyor bilemiyoruz fakat bizim bir ‘Laptop Orkestra'mız var. İstanbul Bilgi Üniversitesi Laptop Orkestrası (IBULOrk), 2009 yılında aynı üniversitenin müzik bölümü öğrencileri, hocaları ve mezunlarından oluşan 7 kişilik bir ekip tarafından kuruldu ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında konserler verdi.

   Direktörlüğünü Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü Başkanı Tolga Tüzün'ün yaptığı orkestranın üyeleri; Ali Somay, Can Aydınoğlu, Umut Çetin, Ayberk Çanakçı ve Okan Yaşarlar laptoplarında oluşturdukları dijital sesleri çalarak elektronik müziğe yeni bir soluk getiren performanslar sergiliyorlar. İstanbul'un doğal akustiğinden elde ettikleri sesleri de işliyorlar bilgisayarlarında.

    IBULOrk, kendini Türkiye'nin ilk laptop orkestrası olarak tanıtıyor. Ülkemizde hakikaten benzeri bulunmuyor fakat Amerika'da başta Princeton Üniversitesi olmak üzere Stanford ve Virginia Tech gibi üniversitelerde laptop orkestraları kurulmuş. IBULOrk üyeleri, şimdi yeni bir heyecanın peşinde. Tarihte deniz ve liman kültürünü paylaşmış üç şehir; İstanbul, Cenova ve Barselonalı genç müzisyenlerden oluşan Galata Electroakustik Orkestrası'nın (GEO), vereceği konserlere hazırlanıyorlar. Yeni kurulan orkestra ilk çalışmasına önceki gün İtalya'nın Cenova şehrinde başladı. Niccola Paganini Konservatuarı'nda 26 Temmuz'da sona erecek iki haftalık eğitim programının ikincisi önümüzdeki yıl Barcelona Pompeu Fabra konservatuvarında, üçüncüsü de İstanbul Bilgi ile İTÜ'de yapılacak ve eğitimler sonunda her yıl bir konser verilecek. Programa adı geçen üniversitelerin hocaları ve müzik öğrencileri katılıyor. Ders verenler arasında ise Türkiye'den Tolga Tüzün ile birlikte Sinan Bökesoy, Tolgahan Çoğulu, Sertan Şentürk yer alıyor.

   GEO'nun esin kaynağı tarihte Cenova, Barcelona ve İstanbul arasındaki ticari ilişkiler. Genç müzisyenler, kültürlerine ait folklorik motifleri elektronik müzikle harmanlayarak Doğu ile Batı arasında bir zamanlar yük gemileriyle sağlanan iletişimi/ilişkiyi müzik üzerinden sürdürmeyi amaçlıyor. Projenin nihai merkezinin İstanbul, en nihayetinde de Galata çevresinin olmasının yine tarihle bir ilgisi var. Geçmişi 528 yılına dayanan Galata Kulesi’nin 1348 yılında Cenevizliler (Cenovalılar) tarafından yeniden yapılmış olması…

Sanatçılar ve öğrenciler için kayıt stüdyosu

Geçtiğimiz mayıs ayında İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralİstanbul kampüsünde bir müzik stüdyosu kuruldu. Stüdyonun en önemli özelliği Türkiye’nin dijital uyumu olan tek SSL (Solid State Logic) mikserine sahip olması. Ayrıca surround ses tekniğinde kayıtlar yapılabilecek bu stüdyoda. İkinci sınıftan itibaren kayıt masasına oturmaya başlayan müzik bölümü öğrencilerinin kullanacağı stüdyo, yaz döneminde profesyonel sanatçılara teslim edilecek ve öğrenciler, bu kayıtlar sırasında görev alabilecek. “Son beş senede teknolojik anlamda ne gelişme olduysa hepsi burada var.” diyen bölüm başkanı Tolga Tüzün, ekliyor: “Öğrencilerimden beklentim, teknolojinin sıradan bir kullanıcısı olmalarından çok daha öte… Gelecekteki teknolojinin ne olacağına ilham vermeliler. Teknolojinin insanlığın yararına işleyebilmesi için sanatçıların hayal gücüne ihtiyacı var. Aksi durumlarda neler olduğunu görüyoruz.”
ABD'de bir laptop orkestrası


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



9 Temmuz 2013 Salı

Şehir Tiyatroları, 100. yılında tiyatro müzesi açacak

9 Temmuz 2013
Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer Şahin “Ben makamın değil, sandalyenin peşindeyim.” diyor. Şahin, fotoğrafta gördüğünüz o siyah koltuğu, 20 yıldır nereye giderse peşinde taşıyor. Geçmişte Muhsin Ertuğrul’un odasında olan koltuğun onun için manevi değeri yüksek. FOTOĞRAF: ZAMAN, MUSTAFA KİRAZLI
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Türk tiyatrosunun kurumsal kimlik kazandığı öncü bir kurum. Tiyatro, 1914’ün ağustosunda Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girmeden üç ay önce kuruldu ve bugün adı Türk tiyatrosu ile anılan pek çok sanatçı yetiştirdi. Fakat kurum son yıllarda hep tartışmalarla gündeme geliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer Şahin’in altını çizdiği ‘bilgi’ üzerinden üretim çok az. Şahin’in söylediği şu cümle ise önemli bir itiraf: “Bütün kurumlarda olduğu gibi bizde de çok az insan aslında kurumun geleceğiyle ilgili bilgi üretiyor. Ve doğal olarak da benimle ya da bir başkasıyla çatışmalar yaşanabiliyor.”
    Şehir Tiyatroları 2014’te 100. yılını kutlamaya hazırlanıyor. Geçen yıl nisan ayında göreve gelen ve bir yıl içinde tiyatro sahnesinde 13 yeni oyun çıkaran Şahin’e, böyle köklü bir kurumun yüzüncü yılına yakışır neler yapacağını soruyoruz. Yüz yıllık arşivin sunulacağı bir tiyatro müzesi hazırlıkları olduğunu söylüyor. Henüz müzenin nerede açılacağı belli değil. Tüm birikim Ayazağa’daki depoda saklanıyor. Şahin, ‘Hangi oyunun kostümünü kim tasarlamış, hangi oyunlar tasarım ödülü almış?’ gibi sorulara cevap veren bir tasarım tarihçesi kitabı ile yüz yılı anlatan iki kitap projesinden daha bahsediyor. Özdemir Nutku’nun 1914 ile 1964 yıllarını kapsayan ‘Darülbedayi’nin 50 Yılı’ adlı eserinin dışında Şehir Tiyatroları’nın tarihini kapsamlı anlatan bir eser bulunmuyor. Son 50 yıla dair bir bellek oluşturulma fikri henüz şekilleniyor.
    Diğer taraftan, 1920’den beri pek çok kez değiştirilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetmeliğindeki bazı maddeler 12 Nisan 2012’de de değişince Şehir Tiyatrosu’nda kıyamet koptu. Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmet Emekçileri Sendikası (TÜM-BEL-SEN), Şehir Tiyatroları’na bir dava açtı. Dava, geçtiğimiz mayıs ayında sonuçlandı. Sonuca göre tiyatrocular ‘kaybettik’lerini düşündükleri haklarını geri aldılar. Bütün bunları ve tiyatro ile ilgili merak edilenleri, bir yıl içinde kurumun gelişmesine katkıda bulunacak her türlü bilgi ve belgeyi değerlendirmeye çalıştığını söyleyen Şahin’e sorduk.

Kurumsal Tartışmalar Hep Oldu

“Şehir Tiyatroları’nın yönetmeliği dünden bugüne hep tartışılmış. Halk tiyatrosuna bakış, geleneksel tiyatroyu değerlendirme, kurumsallaşma, bürokrasi-tiyatro ilişkisi nasıl olmalı, kurum nasıl yapılanmalı… bu tartışmalar yeni değil. Muhsin Ertuğrul’un bazen belediye ile bazen de kurum içindeki ya da dışındaki kişilerle karşı karşıya geldiği yazıları var. Mesela İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Selim Nusret Gerçek’le tartışmaları olmuş. Şehir Tiyatrosu üzerinden tartışılan bu konular, aslında bugünden yarına ışık tutacak bir yerde duruyor.”

Tiyatrocuların Yönetimde Olması Kadar Doğru Bir Şey Yok

“Yönetmelikle ilgili değiştirilen kararlar arasında en önemli yerde duran, yönetim kuruluna sanatçıların seçilip seçilmeyeceğiyle ilgili karardı. Artık sanatçılar yönetime katılabilecekler. 8 Temmuz’dan itibaren tatile çıkıyoruz. Dönüşte yasal düzenleme yapılacak ve seçimlere gidilecek. Kurumdan arkadaşlar da yönetimde yer alacak. Bundan daha doğal, daha doğru bir şey yok. Genel sanat yönetmeni olarak benim de fikrim sanatçıların yönetime katılması. Kişiler üzerinden kurumlar tanımlanmaz. Bu kurumun bireyleri olarak geleceğin tiyatrolarını hazırlamakla, tiyatrocu yetiştirmekle yükümlüyüz. Repertuar ne olacak, kim oynayacak, kim yönetecek, kim tasarımını yapacak meselemiz bunlar…  Ama ne yapalım ki kişiler üzerinden yürüyen bir dünyada yaşıyoruz. Kavramlar, kurumlar üzerinden bilgi üretmiyoruz. Bence hiçbir sanatçı hedef gösterilmemeli. Hiçbir arkadaşım bunu hak etmez.”

Bütün Maddeler Sorgulanabilmeli

“İptal edilen ya da edilmeyen kararların tartışılması, bu kadar didiklenmesi taraftarı değilim. Esas bundan sonra Şehir Tiyatrosu çalışanlarıyla iç birimleriyle birlikte belediyenin de katkı vereceği 100 yıla yakışır bir yönetmeliğin oluşturulmasına adım atılmalı. Bu kararlar bizim için başlangıç noktası olabilir. Şunu demek istiyorum: Yönetmeliği yeniden gözden geçireceğimiz bir ortam olmalı. Bütün maddeler sorgulanabilir olmalı.”

Türkiye Sanat Kurumu ile İlgili Net Bir Şey Söylenmiyor

“Bu kurumla ilgili net bir şey söylenmiyor. Bir insanın cümlesinden yola çıkıp birbirimizle ve kurumlarla ilgili bilgi üretiyoruz. Sanat kurumu olur mu olur, olmaz mı olmaz, olacaksa somut bir açıklama yaparsınız. Olmamış şey üzerinde tartışılmasını doğru bulmuyorum. Bütün bilgiler, ‘şuradan duydum, buradan duydum’dan ibaret… Belirsizliğe bırakmamalı. Ama bizim gibi sanatla direkt ilgili kurumların dolaylı ya da doğrudan bilgilendirilmesi lazım. Sabah kalktığımızda yeni bir kanun çıktığını öğrenmemeliyiz. Demokratik kitle örgütlerinin fikirleri alınmalı. Ben olsam, müdürlük yapmış, adı öne çıkmış sanatçıları toplarım, ‘Biz böyle bir şey düşünüyoruz, siz nerede duruyorsunuz.’ diye sorarım.”

Seyircimiz 60 bin Civarında Arttı

“Geçtiğimiz yılın rakamlarına göre ortalama 60 bin civarında seyircimiz artmış. İyi bir seyirci sayısı yakaladığımızı düşünüyorum. Geçtiğimiz yıla göre repertuarımızdaki oyunları daha hızlı değiştirdik. Pek çok oyunumuz nisan ayında ortaya çıktı. Hıdrellez, Kösem Sultan, Para, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli, Ocak yeni sezonun yeni oyunları olacak. kabaca hazır. 13 Temmuz’da Makedonya’da düzenlenen Antik Oyunlar Festivali’nde Aristophanes’in Lysistrata oyununu oynayacağız. 3-9 Eylül’de Zengin Mutfağı ve Ateşli Sabır oyunları Kıbrıs turnesine çıkacak.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Leopold Levi’nin Necip Fazıl portresi ortaya çıktı

6 Temmuz 2013
2008’de vefat eden Türkiye sahaflık geleneğinin önemli ismi, felsefeci Arslan Kaynardağ’ın zengin kitap koleksiyonu yarın satışa çıkıyor. Türk edebiyatının en nadide eserlerinin satılacağı mezatın gözden kaçan önemli bir parçası da 1936’da Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü’nün başkanı olan Fransız ressam ve akademisyen Leopold Levi’nin yaptığı Necip Fazıl Kısakürek portresi.


Fransız ressam ve akademisyen Leopold Levi (1882-1966), Türk resim tarihi için önemli bir isim. 1937 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin davetiyle Türkiye'ye geldi, aynı okulun resim bölümüne 13 yıllık başkanlık yaptı. Bugün Türk resminde adı geçen pek çok ressam onun atölyesinden mezun. Neşet Günal, Nuri İyem, Avni Arbaş, Selim Turan, Nejad Devrim gibi o dönemin genç ressamlarına resim dillerini bulmalarında katkıda bulundu. Levi'ye, Sabri Berkel, Cemal Tollu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk ve Şefik Bursalı gibi ressamlar da asistanlık yaptı. Levi’den bu kadar ayrıntılı bahsetmemizin nedeni, yarın İstanbul Rixos Otel Pera'da yapılacak edebiyat kitapları müzayedesinde onun elinden çıkan bir Necip Fazıl Kısakürek portresinin satılacak olması. Üstad'ın karikatürize edildiği bu tür portrelerine pek rastlanmadığı için değerli olan bu eser, 2008'de vefat eden sahaf, felsefeci Arslan Kaynardağ'ın zengin kitap koleksiyonundan çıktı.

“SEVMEK NE UZUN KELİME” 

Müzayedede Türk edebiyatının en nadide eserleri, dolayısıyla en nadide imzaları da satılıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Asaf Halet Çelebi, Mehmet Akif, Sait Faik, Oğuz Atay, Turgut Uyar, Nazım Hikmet, Behçet Kemal Çağlar, Orhan Veli, Kemal Tahir, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Refik Halit Karay, Cemal Süreya, Peyami Safa, Ahmet Haşim, Cemil Meriç, Sabahattin Ali ve daha nice yazar ve şair, kimlere kitaplarını imzalamış ve birbirlerine ne notlar yazmışlar. Mesela Sait Faik Abasıyanık, Asaf Halet Çelebi'ye Şahmerdan adlı kitabını imzalarken ‘benim tatlı, şeker, kaymak, baklava, çelebime! Hayatım çelebime' diye not düşmüş. Sait Faik'in Çelebi'yi çok sevdiğini, aralarındaki muhabbetin derinliğini 1944'te yayımlanan Medarı Maişet Motoru adlı kitabına yazdığı ithafta da görüyoruz: “Canım kardeşim Hacı Asafıma...”

Mehmet Akif Ersoy, 1913'te Mithat Cemal Kuntay'a Safahat'ı imzalarken sanki şiir yazıyor: “İki gözüm kardeşim Mithat Cemal'e, Safahatımda eğer şiir arıyorsan arama / yalnız bir yeri vardır ki hazindir, göster / Küfe, yok, hasta, değil, kahve, hayır, hangisi ya? / Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömrü heder! 17 Haziran 327” Sırtı deri, kapakları ebrulu orijinal ciltli bu kitaba benzer daha pek çok eser bulunuyor müzayedede.

Açılış fiyatı 650.000 TL olan Cemal Süreya'nın 1958 baskılı Üvercinka adlı şiir kitabı mezadın en anlamlı eserlerinden. Kapak illüstrasyonu, kısa bir süre önce vefat eden şair, çevirmen ve grafik tasarımcısı Sait Maden'a ait olan kitabı değerli kılan, Süreya'nın el yazısıyla kitabın kenarlarına yazdığı notlar ve çizdiği resimler. 15. sayfadaki Dalga şiirinin üzerine ‘Sevmek ne uzun kelime' diye karalamış şair, fakat sıradan bir karalama olmadığını ilk bakışta anlamamak ne mümkün! Şair dalga şeklinde yazıvermiş dizesini, uzunca…

 

Osmanlıca el yazısıyla ‘Aldırma Gönül’
Müzayedeyi düzenleyen Mustafa Ekber And'ın heyecanla anlattığı ve edebiyat okurlarını da heyecanlandıracak eserlerden biri de Sabahattin Ali'ye ait. 1932-1933 arasında önce Konya, sonra Sinop Cezaevi'nde tutuklu kalan Sabahattin Ali'nin Aldırma Gönül adlı şiirini Sinop'ta yazdığı bilinir. İşte mezatta yazarın el yazısıyla Osmanlıca yazdığı o şiiri de satışta… Şiirin yazıldığı kağıdın üzerine “Hapisane şarkısı' 1933 Sinop” notu düşülmüş…

Cemil Meriç'in Halil Vehbi Eralp'e 1964'te imzaladığı Hind Edebiyatı kitabının kapağına yazdıkları ise duygu yüklü: “‘Bülbül hamuş, havz tehi, gülistan harap' Atebe-i irfanımıza vaz ettiğim bu bir avuç çiçek Himalaya eteklerinden sizin için toplanıldı. Sizin yani bu viran mabedin kandillerine nar-ı aşkı ile tutuşturan son kahramanlar için...”

Yarın satılacak 1641 kitap, efemera, resim ve fotoğraf, İstiklal Caddesi 116 numaradaki Hazzopulo Pasajı'nın içindeki Pazar Mezatı'nın ikinci katında sergileniyor. Eserleri bugün son kez burada görebilirsiniz. Almak isterseniz müzayede yarın saat 14.00’te. Öncesinde kayıt yaptırmayı unutmayın. (www.buyukpazarmezati.com)

Sabahattin Ali, konservatuarın önünde
Müzayedede nadir imzaların yanı sıra Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı içinde ve önünde çekilmiş iki kare bulunuyor. İlk karede konservatuvarın kurucusu Carl Ebert, müdürü Orhan Şaik Gökyay, Fransız rejisör Jacques Copeau, güzel sanatlar müdürü Suut Kemal Yetkin, Bedrettin Tuncel var. 25.2.1937’de çekilen ikinci karede (yanda) sağdan Sabahattin Ali, Carl Ebert ve Bedrettin Tuncel birlikte görülüyor. Müzayedede ayrıca 1951’de yapılan Demokrat Parti’nin üçüncü büyük kongresi ile Münif Fehim’in yaptığı Ahmet Haşim portresinin olduğunu da belirtelim. 

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ