25 Haziran 2014 Çarşamba

Dur yolcu! Çanakkale’de sanat var

25 Haziran 2014
Eylül ayında dördüncü kez düzenlenecek olan Uluslararası Çanakkale Bienali’nin teması, 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı nedeniyle ‘Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür’ olarak açıklandı. 27 Eylül-2 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan bienalde, savaşa katılan ülkelerin sanatçıları, savaş karşıtı işleriyle Çanakkale’de buluşacak.
JAKOB GAUTEL (FR)
Çanakkale Kahramanları (2012) Fotoğraf serisi. (Sanatçının izniyle.)

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcından bu yana 100 sene geçti. Savaşa tüm ülkelerden yaklaşık 65 milyon asker katıldı, 8 milyon insan öldü, 21 milyon kişi yaralandı, 7 milyon kişi ise kayboldu. Gelin görün ki, dünyada ne değişti? Hâlâ masum insanlar ölüyor, insanlar savaşın yıkıcılığından kurtulmak için evlerini, ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor. Bu yıl 27 Eylül-2 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 4. Uluslararası Çanakkale Bienali’nin kavramsal çerçevesi bu nedenle 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı üstüne yapılandırıldı ve bienalin üst başlığı dün İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında “Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür!” olarak açıklandı.

Bienalde, geçmişte savaşmak üzere karşı karşıya gelen ülkelerin sanatçıları ve onların eserleri bir araya gelip, Çanakkale’den tüm dünyaya barış mesajı gönderecekler. 1. Dünya Savaşı’nın günümüze kadar gelen siyasal, toplumsal, kültürel etkilerini irdelemeyi ve yorumlamayı amaçlayan bienal, düzenlendiği sergilerle bunu kentin tarihsel, kültürel ve doğal özellikleriyle de birleştirecek. Sergiler, 1914’teki siyasal travmaya, insan trajedisine ve sonuçlarına olduğu kadar, yüzyıl boyunca savaşların yarattığı temel değişimlere görsel sanatlar yoluyla odaklanacak.


Galatasaray’daki toplantıda konuşan bienalin Genel Sanat Yönetmeni Beral Madra, bienalde irdelenecek konuları şöyle anlattı: “Yeni sınırlar ve göç hareketleri, Osmanlı ve Rus coğrafyasındaki kültürlerin birbirinden kopuşu ve bu kültürlerin yeni süreçle dönüşümleri, yeni ekonomik sistemlerin ve modernizmlerin ortaya çıkışı, Avrupa’nın ve Sovyetler’in kültür kolonizasyonu, bu savaşla başlayan sürecin doğurduğu iki kutuplu dünyadan, küresel dünyaya geçişteki kopuşlar ve oluşumlar.” Madra ayrıca, temmuzda Berlin’de yapılacak Bienaller Vakfı toplantısına katılacaklarını ve burada Çanakkale Bienali’nin geniş çapta tanıtımını yapacakları söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: “Özellikle de Türkiye’nin kuzey ve güneyindeki bölgesel kanlı savaşların gündeminde bu bienali yapıyor olmamız yeterli bir ilgi konusudur.” Toplantıda Bienal’e hangi sanatçıların katılacağı açıklanmadı fakat savaşa katılan ve savaşın sonucundan etkilenen bütün ülkelerde etkinlikler yapılacağı belirtildi.

Savaş mı, zafer şehri mi?

Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Çanakkale’nin Troya’dan 1. Dünya Savaşı’na kadar uzanan süreçte savaşlarla anılan bir kent olduğunu anlattı ve “Biz bunu değiştirip barışın ve özgürlüklerin kenti olmak istiyoruz. ‘Barış kültürümüz olsun’ vizyonunu ulusal ve uluslararası bağlamlarda görünür ve duyulur kılmayı hedefliyoruz.” dedi.

18 Mart 1915’te Çanakkale’de 1. Dünya Savaşı’nın en zor çarpışması yaşandı. Türk, Kürt, Ermeni, İngiliz, Yeni Zelandalı binlerce genç öldü. Savaşın yıkıcılığı, ölümler, kayıplar elbette kutsanamaz ama kentin adıyla ‘savaş’tan daha çok bütünleşen Çanakkale ‘zafer’inin bienalde nasıl konumlandırılacağı da merak konusu.

Uluslararası Çanakkale Bienali, önceki yıllarda olduğu gibi Eski Ermeni Kilisesi, Korfmann Kütüphanesi, Er Hamamı (Seramik Müzesi), Çinemlik Kalesi, Arkeoloji Müzesi, Yahudi (Palamut) Depoları gibi kentin tarihî ve anlamlı mekânlarının yanı sıra çarşı caddesi, kordon ve iskele bölgesi, halk bahçesi gibi kamusal alanlara da yayılacak. Çanakkale Belediyesi’nin ana destekçi olduğu bienal, Çanakkale Bienali İnisiyatifi Sivil Toplum Girişimi (CABININ) tarafından düzenleniyor. Bienal’in Genel Sanat Yönetmenliğini Beral Madra, Genel Direktörlüğünü Seyhan Boztepe üstleniyor. CABININ’in Yönetici Küratörü ise Deniz Erbaş.

 

23 Haziran 2014 Pazartesi

Ötüken’in yarım asırlık uzun hikâyesi

23 Haziran 2014
Ötüken Yayınları, bu sene iki sevinç yaşıyor. 50. yıl ve 1000. kitap! Yarım asır önce bir bodrum katında öğrenci harçlıklarıyla kurulan yayınevi, 1000. kitabını yayımladı. Üstad’ın Reis Bey’i ile yayıncılığa adım atan ve bininci kitap olarak yine bu eserin özel basımını okurlarına sunan Ötüken’in uzun hikâyesini yaşayanlardan dinledik.
Sağdan sola: Uğur İnan, Necati Fazıloğlu, Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel (yayınevinin ortaklarından), Ahmet İyioldu (yayınevinin ortaklarından), Senail Özkan, İzzet Tanju, Şerafettin Yılmaz (Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Başkanı), Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu, Prof. Dr. Suphi Saatçi ve ...


Öğrenci harçlıklarıyla kurulan kaç yayınevi var ülkemizde? Hem harçlıklar birleştirilsin hem de 50 sene hırgür çıkmadan ortaklığa devam edilsin. Üstelik bu yayınevi, Üstad'lara ilham olsun. Sezai Karakoç Diriliş Yayınları'nı (1968), Necip Fazıl Kısakürek de Büyük Doğu Yayınları'nı (1973), Ötüken'den sonra kurmaya karar verdiğini ancak işin içindekiler, biraz da meraklıları bilir. Aslında sağ camiada yayıncılığın başlangıcının Ötüken ile inkişaf ettiğini bilen de azdır. O yıllarda sağ görüşlü yazarların eserlerini basan bir ya da iki yayınevi vardır. Onlar da ağırlıklı olarak dini kitaplar neşreder.

Ötüken'in fikir babaları, akrabalarından aldıkları 3-5 bin lira ile 1964'te yayınevini kurarlar. Yazar Mehmed Niyazi'nin, Sakarya'nın ileri gelen esnaflarından olan manifaturacı babasının Ötüken'e emeği az değil. Gençlere her sıkıştıklarında yardım eli uzatmış. Çoğu hukuk okuyan gençler de okullarını bitirip yedek subay olduklarında asker maaşlarını bile yayınevine yatırmışlar. Öyle bir heyecan, öyle bir inanmışlık... Hiçbirinin para kazanmak, kâr elde etmek gibi bir gayesi yok. Tek dertleri, ‘bizim de bir yayınevimiz olsun, büyüklerimizin kitaplarını yayınlayalım…'

Önce Türk kültürüne hizmet eden yazarların eserleriyle başlarlar işe. Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanını matbaaya verirler fakat telifinde problem çıkınca Necip Fazıl'ın "Reis Bey"i ilk yayımladıkları eser olur. Ardından Kısakürek'in Benim Gözümde Adnan Menderes, Ruh Burkuntularından Hikâyeler, Ulu Hakan Abdülhamid Han, Sezai Karakoç'un İslam'ın Ekonomi Strüktürü ve İslam'ın Dirilişi gelir.

Reis Bey, çok satmasa da yayıncılık hayatına renk, üniversite öğrencilerine de şans getirir. Kitabın kapağı o kadar beğenilir ki, başta İnkılap Kitabevi (1927) olmak üzere bütün kitapçılar vitrinlerini kırmızı kapaklı Reis Bey ile donatır. Üstad'ın bugün dahi tüm kitaplarında kullanılan ‘imzalı kapak tasarımı' fikrinin onlara ait olduğunu belirtelim. Mehmed Niyazi'nin aynı yıllarda yayımlanan ve henüz 26 yaşındayken yazdığı "Var Olma Kavgası" da okurdan epeyce ilgi görür. Eser 5 bin adet satılır, ki bu rakam o yıllar için çok iyidir. Peyami Safa, Cemil Meriç, Fuad Köprülü, Erol Güngör, Nihal Atsız, Yılmaz Öztuna, Ziya Nur Aksun ve Tarık Buğra'nın eserleriyle hemhal olmak da yine onlara nasip olur. 1971'de Abdülhak Şinasi Hisar'ın tüm eserlerini yeniden yayımlarlar.

Peki, kimdir bu insanlar? O günün idealist gençleri, bugünün her biri tanınmış birer fikir adamı olan bu gözü kara yayıncılar kimlerdir? Azmi, sabrı, disiplinli çalışması ile Ötüken Yayınları'nın fikir babalarından biri olan ve yayınevine büyük emeği geçen Nevzat Kösoğlu (1940-2013) dışında hepsi hayatta. Dr. Mehmed Niyazi, Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Prof. Dr. H.Fehim Üçışık, Özer Ravanoğlu, Mustafa Yıldırım, Ahmet İyioldu ve Nurhan Alpay.

Laleli Büyük Reşit Paşa Caddesi'ndeki Yaprak Kitabevi'nin içinde kurulan, daha sonra Nuruosmaniye'de bir apartmana taşınan Ötüken Neşriyat, yayıncılık hayatına 20 yıldır İstiklal Caddesi 65 numarada devam ediyor. Yayınevi, bu sene iki sevinç birden yaşıyor. Hem 50 yılı geride bıraktı hem de 1000. kitabını okurlarına sundu.

Akla ilk gelen “50 yılda 1000 kitap az değil mi?” sorusu oluyor. 1984'teki büyük Cağaloğlu yangını Ötüken'i maddi olarak sıfıra düşürüyor. Bütün kitaplar, makineler, emekler yok olup gidiyor. 1990'a kadar küçük kitap hiç yayınlamıyorlar. Ayağa kalkmak için farklı bir yayıncılık faaliyetine başlıyorlar. Telif ansiklopediler, 14 cilt çıkan Büyük Türk Klasikleri, 17 ciltlik Sahih-i Buhari ve Tercümesi bu dönemde basılıyor. Bininci kitabın bu kadar gecikmesinin sebebi, böyle acı bir olay.

Ötüken'in, öncü bir kurum olduğunu belirtmiştik. 1973'te açılan Anda Dağıtım şirketi ile 1978'de Bilecik Bayır köyünde kurulan defter fabrikası -ömürleri kısa olsa da- bu öncülüğün tescilli diğer kurumları. Anda, yangından sonra kapanıyor. 140 ortaklı defter fabrikası ise -ortaklarından biri de Hayrettin Karaman- döviz sıkıntısı nedeniyle Almanya'dan gelen makinelerin parası ödenemediği için iflas ediyor. Ama Ötüken Yayınları, o günden bu yana çizgisini değiştirmeden, ticaret endişelerini ikinci planda tutarak, kendi yağıyla kavrulmaya ve kulvarında yürümeye devam ediyor.

Yayınevinde emeği olanlar haklarını bugün vârislerine ve evlatlarına devrederek köşelerine çekilmiş, ortaklık sayısı da 8’den 18'e çıkmış durumda. Yayın yönetmenliği ise 1978'de Ötüken'e editör olarak giren Erol Kılınç'a teslim edilmiş. Mehmed Niyazi'ye göre Ötüken'in banisi 1968'den beri kurumda yöneticilik yapan Nurhan Alpay. Kapıdan girdiğinizde içinize ferahlık veren beyaz boyalı odasında, babacan tavrıyla gençlere manevi destek olmaya devam eden Alpay, bugüne kadar hep geride durmayı tercih etti, yine öyle yapıyor.

Reis Bey'in telifi ve Üstad'ın bonkörlüğü

Mehmed Niyazi: “O yıllarda Sirkeci'de Meserret Kahvehanesi vardı. Necip Fazıl, her sabah ajans dinlemeye gelir, öğlen ikiye kadar Meserret'te vakit geçirirdi. Reis Bey'in ilk telifini ödemek üzere Üstad ile orada buluşmak üzere sözleştik. Meserret diğer kahvelere göre biraz pahalıydı. Her yerde çay bir lira ise orada beş lira. Neyse çaylarımızı içtik, Üstad'a içinde 5 bin lira olan zarfı takdim ettik, kalkıp gideceğiz. Kalkarken çayların parasını o ödemek istedi. Zarfın içindeki 5 bin liranın, bin lirasını çıkarıp çaycıya uzattı. Çaycı da 'Bozuk para yok muydu?' diye sordu. Üstad'ın cevabı, 'Bozuk para kullanmıyorum, üstü kalsın.' oldu. Biz tabii şaştık kaldık. Kahveden çıkmak üzereyken ben geri döndüm, çaycıya 'Sen şu beş lirayı al, bin lirayı bana geri ver.' dedim. Parayı Üstad'a fark ettirmeden tekrar geri koydum. Üstad öyle bir adamdı.”

Ötüken'in hikâyesini Mehmed Niyazi, Bağlarbaşı'ndaki İSAM'da anlatmıştı. O günün hatırası...
 


14 Haziran 2014 Cumartesi

1000 güzel kitaba veda

14 Haziran 2014
Denizler Kitabevi'nin sahibi Turgay Erol. Fotoğraf: Sevinç Özarslan

Yirmi yıl önce İstiklal Caddesi 199 numarada açılan Denizler Kitabevi'ne gidenler bilir. İki katlı dükkanın birinci katında denizcilik ile ilgili aklınıza gelebilecek her eser vardır. Kendisi de kaptan olan kitabevinin sahibi Turgay Erol'un kişisel arşivi gibidir burası. İkinci katta ise nadir eserlerden, tarihi belgelerden oluşan arşiv mevcuttur. Sahaf dükkanının kasası gibidir üst kat. Raflar dolup dolup boşalır. Turgay Erol, başta nadide kitaplar olmak üzere, gravür, harita, fotoğraf ve efemeranın yer aldığı 1000 eserlik özel koleksiyonunu bugün müzayedeye çıkarıyor. “1000 Güzel Kitap” müzayedesi Point Hotel Barbaros'ta saat 14.00'te başlayacak.

Erol'un müzayedeyi düzenlemekteki ilk amacı kitap satıp para kazanmak değil. Son bir yıldır dostlarla yapılan siyasi tartışmalardan, günübirlik gündemlerle meşgul olmaktan, konuşmalardan o kadar bunalmış ki, ‘eskisi gibi kitap üzerine
konuşalım, tartışalım, kitap yorumları yapalım' diyerek, kitap dostlarını bir araya getirmek istediğini söylüyor. Kendi ifadesiyle onlarınki müzayede değil, sosyal faaliyet.

1000 Güzel Kitap Müzayedesi'nde konuşulabilecek kitaplar arasında neler var peki? En eski kitap 1578 tarihli bir seyyahın anıları. Müzayedede İstanbul ile ilgili çok eser bulunuyor. Kanuni Sultan Süleyman döneminin gelenek ve göreneklerini, ordu düzenini, sosyal hayatı, dini ve sosyal törenleri tüm teşrifat detaylarıyla anlatan eser 1578 tarihli eser bunlardan biri. İkinci önemli eser 1711 tarihli Anselmo Banduri'nin “Imperium Orientale, sive Antiquitates Constantinopolitane” adlı kitabı. İstanbul'un bilinen en eski haritası ile fetihten önce yazılan bir kehaneti anlatan eser, 467 lot numarası ile www.denizlerkitabevi.com adresinden incelenebilir. Kitapta bahsi geçen kehanetin, İstanbul fethedildikten sonra, bir mezarın üzerindeki sanduka kapağında yazdığı tespit edilmiş ve Banduri tarafından kitaba alınmış. Tablette yazan kehanetin ilginç yanı, yan yana dizili Yunanca sözcüklerin tüm olarak okunduğunda hiçbir anlamı olmamasına rağmen, aralarına sesli harfler yerleştirildiğinde ne ifade ettiğinin ortaya çıkması. Kenahet, “Mohameth adıyla anılan İsmail'in kavmi Palaelogların soyunu yok edecektir. Mahometh yedi tepe üzerine kurulu Konstantinapolis kentini fethedecek ve ahalisine
hükmedecektir…” diye başlıyor ve Fatih Sultan Mehmet'in kazanacağı diğer savaşları anlatıyor.

Alman imparatorluk sarayı ciltçisi G. Collin’in II. Abdülhamit için yaptığı tuğralı cilt, 1885 tarihli, 3,5 metre boyundaki İstanbul’a ait nadir panorama, Mehmet Âkif Ersoy imzalı 11 adet belge, Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nin 11 cildi, Osman Hamdi Bey’in resim yaparken görüntülendiği ve bugüne kadar bilinmeyen fotoğrafı, Ömer Seyfettin’in hiçbir yerde görülmemiş cemiyet fotoğrafı, Osmanlı mimarisi üzerine en temel eserlerden biri olan Ethem Usul-ü Mimari’si müzayedenin tartışılacak kitapları arasında.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



7 Haziran 2014 Cumartesi

Ben bilmem, ‘Sabit Bilir’!

7 Haziran 2014
Teknisyen, radyocu, fotoğrafçı, kısa filmci, seramikçi... Sabit Karamani, meşhur adıyla Sabit Bilir, bütün yönleriyle bir sergide anılıyor. Kızı Arzu Karamani’nin küratörlüğünde hazırlanan sergi, bugün sona erse de geriye Türkiye'nin radyo tarihini, fotoğraf ve seramik sanatının gelişimini anlatan bir arşiv bırakıyor.
Adı Sabit, soyadı Karamani. Fakat herkes onu Sabit Bilir diye tanır, başkasına anlatmak için de sadece bu iki kelimeyi kullanırmış. 1950’lilerden itibaren o kadar çok söylenir olmuş ki bu cümle, şimdi “Sabit Bilir” önermesinden oluşan bir sergi ile muhatabız. Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 14 Mayıs’ta açılan “Sabit Bilir: 20. Yüzyılda Bir Hezarfen Sabit Karamani” sergisi bugün sona eriyor ancak geriye Türkiye’nin radyo tarihini, radyo reklamcılığını, fotoğraf ve seramik sanatının gelişimini, o yılların cemiyet hayatını anlatan bir kitap ve henüz çekimleri devam eden belgesel bırakıyor. 1916 İstanbul doğumlu Sabit Karamani’nin efsane bir radyo teknisyeni olması gençlik yıllarına dayanıyor. İlk radyosunu yaptığında 13 yaşındadır. Radyo macerasından önce Merkez Bankası’ndan Islahiye’deki krom madenlerine uzanan bir iş hayatı olur. Profesyonel radyoculuğa ise 1945’te Ankara Radyosu’nda adım atar. Bir yıl sonra, 6 arkadaşı ile birlikte Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından eğitim görmek üzere ABD’ye gönderilirler. Sergideki, 8 mm ile kendisinin çektiği kısa film o döneme ait. (Sabit Karamani’nin otoportresi. 1948 yılında Islahiye’de kömür madenlerinde çalıştığı dönemde çektiği fotoğraf.)

ABD’den döndüğünde İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başlayan Sabit Karamani, adı ile müsemma değil, yerinde duramayan zeki, çevik, atak ve pratik biri, aynı zamanda titiz çalışmasıyla akıllarda yer etmiş bir kişilik. 1950’li yılların Türkiye’sinin bulunmaz teknik adamları arasında. Hızır gibi her yere yetişiyor, bir plak kayıt stüdyosunda, bir Ümraniye’deki radyo verici kulesinde... Türk televizyonculuk tarihinin ilk spikeri Orhan Boran’la radyoda yaptıkları canlı yayınlar da efsane. Kırmızı renkli İstanbul Radyosu Canlı Yayın Arabası, arşivindeki pek çok karede görülüyor. Karamani’nin mucit yönü ise oldukça ilgi çekici. Sergide radyo için icat ettiği teknik aletlerin bir kısmı yer alıyor. 1947’de, kapalı devre bir TV alıcısı yaptığında ise gazetelere haber olmuş.

Sabit Karamani’nin fotoğrafçılığı ve seramik sanatçılığı ise başlı başına bir konu. Aynı yıllarda amatör fotoğrafçı arkadaşlarıyla Amerikan Haberler Ajansı’nda sergiler açmış, on yıl süreyle bu sergilere katılmışlar. Profesyonel çekimleri de olmuş. Engin Özendes, Ersin Alok, Murat Germen, O. Cem Çetin, Fuat Güner (MFÖ’nün Fuat’ı) ve Nazan Güner Ulutekin, fotoğrafçı Sabit Karamani’yi serginin bu kısmında anlatıyorlar.

1962 Venedik Bienali başta olmak üzere uluslararası sergilere katılan seramik sanatçısı Sabit Karamani’nin hikayesini ise eşi Ayfer Karamani’den öğreniyoruz. Sabit Bey’in, seramiğe ilgisi Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan eşi vesilesiyle başlıyor. Bugün Türkiye’nin birkaç seramik sanatçısından biri olan, 80 yaşına rağmen hâlâ haftada üç gün atölyesine giden ve öğrenci yetiştirmeye devam eden Ayfer Karamani’nin, “Ben seramik sanatçısı olmamı Sabit’e borçluyum.” cümlesi her şeyi özetliyor. Fırın yapımından boya sırlarına, araştırmacı ve meraklı kimliğini seramikte de ortaya koyan Sabit Karamani elinin değdiğini ihya eden bir hezarfen.







Tonmaister Veli Kanık
Sabit Karamani’nin teknik şef olarak çalıştığı İstanbul Radyosu’nun o zamanki tonmaisteri Orhan Veli Kanık’ın babası Veli Kanık’tır.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın radyoculuk macerası

Televizyon olmadığı için radyo reklamcılığı o yıllarda çok önemli. Günümüzdeki gibi reklam anlayışı yok. Hazırlanan temalı reklam programları sevilerek dinleniyor. Band Reklam’ın yaptığı “Zeki Müren’le Baş Başa” en ünlü programlardan biri. Zeki Müren, programda hem şarkı söylüyor, hem firmanın, mesela Pirelli’nin tanıtımını yapan metinleri okuyor. Müren’in okuduğu bu metinleri yazanlardan biri şair Ümit Yaşar Oğuzcan.

Halit Kıvanç, Türkçesini kime borçlu?
Sergi için röportaj yapılan isimlerden biri de TRT’nin ünlü spikeri Halit Kıvanç. O yıllar Türkçenin en iyi konuşulduğu yer İstanbul Radyosu’dur. Kıvanç, güzel Türkçesini kime borçlu olduğunu şu ifadelerle anlatıyor: “Düzgün Türkçeyi ben İstanbul Radyosu’nda öğrendim. Faruk Yener’in, Tarık Gürcan’ın katkısı çok önemlidir. Halkın güzel Türkçe konuşması için radyo bir öğretmendi ve Sabit Bey de bu öğretmenlerden biriydi.”

Süleymaniye’deki mevlit radyo ile nasıl verildi?
1950’li yıllarda radyolardan yapılan canlı yayın hikâyelerin ilgi gördüğü için dönemin dergilerinde çok yer verilirmiş. Süleymaniye Camii’nde şehitler adına düzenlenen mevlide, 3 Mayıs 1952 tarihli Radyo Haftası dergisinde geniş yer ayrılmış. Dergi sayfalarından anlaşıldığına göre Tarık Gürcan ve Sabit Karamani ünlü kırmızı kamyonun tepesine çıkmışlar, camiden sesi alıp bu makinelere veren aleti gösteriyorlar.

Yuki’nin ses babası
Sergide dinleyebileceğiniz tarihi kayıtlardan biri Yuki’nin sesi. Orhan Boran’ın radyo yıllarında meşhur ettiği hayali kahraman Yuki’yi bilenler bilir. Boran, programında ince sesli, sevimli bir hayvanı andıran bu kahramanla karşılıklı konuşur, espriler yapar, dinleyicileri güldürürdü. Yuki’nin sesini, bantları kesip biçerek, birbirine ekleyerek yapan kişi elbette yine Sabit Karamani’ydi. Radyoda yayınlanırken kimsenin gözünde canlandıramadığı Yuki karakteri, 1964 yılında Altan Erbulak’ın çizgileriyle tavşana dönüşerek çizgi roman olmuştu.

Radyoda, 1950'ler.
Sabit anten direğinde 1950'ler.



Sabit Karamani ve Orhan Boran, bir canlı yayında.


Atölyesinde, 1980'ler.
Milli Reasürans Sanat Galerisi’ndeki “Sabit Bilir: 20. Yüzyılda Bir Hezarfen Sabit Karamani” sergisinde Orhan Boran, Halit Kıvanç, Nasip-Nuri İyem, Dr. Nevzat Atlığ, Semiha Berksoy, Suna Kan, Celal Esat Arseven, MFÖ’den Fuat Güner ile babası Sami Güner ve daha pek çok ünlü isimle karşılaşıyorsunuz.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

5 Haziran 2014 Perşembe

‘Çarşambayı Sel Aldı’ minyatürü tazminat kazandırdı

5 Haziran 2014
Minyatür sanatçısı Nilgün Gencer, 1992’de yaptığı “Çarşambayı Sel Aldı” türküsünün minyatüründen tazminat kazandı. Samsun Çarşamba Belediyesi, izin almadan ve telif vermeden minyatürün rölyefini yaptırınca sanatçıya 10 bin TL ödedi.
Sanat, sanatçı, telif, telif hakkı gibi meselelerin çok tartışıldığı günümüzde Samsun’un Çarşamba ilçesinden güzel bir haber geldi. Minyatür sanatçısı Nilgün Gencer’in 1992 yılında yaptığı, ilçenin adıyla bütünleşen, ünlü “Çarşambayı Sel Aldı” türküsünün minyatürü Gencer’e tazminat kazandırdı.

Olay şöyle: Çarşambalı yazar Turgut Çeviker, 1992 yılında memleketiyle ilgili kent yıllığı hazırlar. Bu eser Çeviker için önemlidir, kitapta şehrin mimari kimliği ile ilgili araştırmalara, fikirlere ve önerilerine yer verir. Ünlü türkünün hikayesini de ilçenin ileri gelen büyüklerinden Faik Okutgen’den derler, sonra da Nilgün Gencer’e minyatürünü yaptırır. Kitap, aynı yıl İris Yayınları tarafından 1500 adet basılarak yayımlanır. Üç parça halinde, 14x20 ebatlarındaki minyatürler de kitaba sponsor olan Tekofaks’ın sahibi, sanatsever Ayhan Bermek’e hediye edilir.

İstanbul Kadıköy’de yaşayan Çeviker’e, 2000’li yılların başında belediyeden bir telefon gelir. Kitabın, “Çarşamba’ya öneriler: Kent Müzesi” bölümündeki fikirleri nedeniyle aranan Çeviker, belediye tarafından şehre davet edilir ve dönemin başkanı Hüseyin Dündar ile görüşür. Çeviker, Çarşambalıların ada diye tanımladığı kent içindeki Yeşilırmak’ın Doğu Yakası’ndaki bölgenin tümüyle bir yaşam alanına çevrileceğini ve içine kent müzesi yapılacağını bu görüşmede öğrenir, nihayetinde gençlik yıllarından beri kurduğu kent müzesi hayalini paylaşır. Böylece projede birlikte çalışma kararı alırlar.

Çeviker, sonrasında gelişen olayları şöyle anlatıyor:
“Bu görüşmeden bir süre sonra Hüseyin Dündar, beni adaya götürdü. Yıkılan Şehir Kulübü’nün olduğu yerden adaya doğru yürürken bana yüzlerce metre uzanan istinat duvarını göstererek ‘Bu duvara bir şeyler yapılsın istiyorum; ne yapabiliriz?’ dedi. Benim o konuda bir düşüncem vardı zaten; profesyonel ve yerel ressamların çizeceği bir “Çarşamba’yı Sel Aldı” türküsü resimlemesinin rölyef olarak yapılması. Ama ne kent müzesi ne de bu çalışmayla ilgili kimseden ses çıkmadı epey zaman. Kente yıllık olağan ziyaretim sırasında müze projesinden vazgeçildiğini öğrendim. Bana kimse haber vermemişti, aldığım cevap, ‘Ötesini başkan bilir.’ şeklindeydi. Oradan ayrıldım ve adaya doğru gezintiye çıktım. İstinat duvarının Rahtıvan Paşa Camii hizasındaki bölümünde üç parça olarak dev rölyefle karşılaşınca başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. “Çarşamba’yı Sel Aldı” minyatürü -rivayetiyle birlikte- karşımda rölyef olarak duruyordu. Yanına ise türkünün en tanınmış yorumcusu Yıldıray Çınar için anıt dikilmişti. Rölyefin dışında şöyle bir imza yer alıyor: “SAM Art”. İmzanın altında sünnetçi ilânlarını anımsatırcasına bir de telefon numarası vardı.”

Turgut Çeviker ve Nilgün Gencer’in 2008’de açtığı dava, aslında 2012’de sonuçlanmıştı ama Çarşamba Belediyesi Yargıtay’a başvurunca 2013’e uzadı sonuçlanması. Belediye ise epeyce uzun bir aralıktan sonra tazminatları “minyatür” ve “rivayet” telifi olarak geçen ay taraflara ödedi. Gencer 10 bin TL, Çeviker ise 5 bin TL kazandı.

Dava 6 yıl sürdü

Nilgün Gencer: “Çarşamba Belediyesi'nin eserime teveccüh göstermesi önemli elbette. Benim açımdan güzel bir şey. Ama bunu yaparken ne benden, ne de Turgut Bey'den izin aldılar. İzin almadıkları gibi rölyefi yapan kişi, kendi imzasını atmış esere. Böyle olunca birlikte dava açmaya karar verdik.”

Turgut Çeviker: “İstanbul ve Ankara'daki yaşamım boyunca kent, kentlerin tarih ve çevre bağları konusunda çok ilgilendim. Ankara Belediyesi'nde –üniversite yıllarımda– kültür sekreteri olarak çalıştım (1978-80). Yayıncılık alanının birçok yönünde çalışmış bir kişi olarak kentime bir armağan vermek istedim. Bu çabanın da onun "görünüş"ünü güzelleştireceğini düşündüm. Kitap çıktığında sıra dışı bir ilgi gördü. Birçok yazar, araştırmacı dostum –Çarşamba Kitabı'nın esiniyle– kentleri için kitap hazırlığına girişti. Çarşamba Kitabı'nı hazırlarken halk bilim önemliydi; bu konuda kentin en önemli ve de tek kişisi -ne yazık ki, yakın yıllarda yitirdiğimiz- Faik Okutgen idi. O, aileden bir manifaturacıydı; halk müziği sanatçısıydı ve kentinin birçok türküsünü derlemiş; kendi birçok türkü yakmıştı. “Çarşamba'yı Sel Aldı”nın rivayetini ondan dinlemiş, ancak kitapta yer alan son biçimini ben vermiştim.”

Çarşamba'yı Sel Aldı Minyatürü I

Çarşamba'yı Sel Aldı Minyatürü II

Çarşamba'yı Sel Aldı Minyatürü III

 
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ




2 Haziran 2014 Pazartesi

Neyzen Tevfik'in son öğrencisi hâlâ ders veriyor

2 Haziran 2014
'Z'lerle işi olmayan sanatkâr
Neyzen Tevfik'in son öğrencisi İlyas Çelikoğlu 90 yaşını devirdi. Küçük Ayasofya, Kapıağası Sokak'taki evinde tek başına yaşayan neyzen, hâlâ ders veriyor, öğrenci yetiştirmeye devam ediyor. Ömrü boyunca dilinden düşürmediği tek cümlesi, “Ben Z kullanmıyorum.” olan Çelikoğlu'nun hayatı ve ahlâkı hepimize örnek.
Neyzen Tevfik'in son öğrencisi İlyas Çelikoğlu, 90 yaşını devirdi. Beş yıl öncesine kadar Küçük Ayasofya Camii'nin bahçesindeki Yesevi Vakfı'nda ney dersi veren Çelikoğlu, artık öğrencilerini eve kabul ediyor. Eşi vefat ettikten sonra pek çıkmaz olmuş fakirhanesinden. Bugüne kadar birçok öğrenci yetiştirdi İlyas hoca, sayısını kendi de hatırlamıyor. Şimdilerde ise haftada sadece 5-6 kişiyle ilgilenebildiğini söylüyor, “Dudağım uyuşuyor, anca yetişebiliyorum.” diyor sorunca. Çelikoğlu, neye nasıl merak sardığını, Neyzen Tevfik ile tanışmalarını, anılarını, onunla itişip kakışmalarını bugüne kadar birkaç kez anlattı. Biz sorduk, yine anlattı. Aşağıda hem anılarını hem de onunla geçirdiğimiz, zuhurat dolu bir günü bulacaksınız.

Bir cumartesi öğleden sonra çat kapı gittik İlyas Çelikoğlu'nun evine. Onu evde bulmayı pek ummuyorduk, birkaç kez telefonla aradık ama cevap vermedi. Küçük Ayasofya'nın oralarda, sora sora Bağdat bulunur misali dolanırken son kez arama tuşuna bastık. Bu sefer açtı, hemen adresini söyledi. Kapıda karşıladı bizi hoca. Habersiz gitmemize rağmen kabul etti, ağırladı, uğurlarken yine kapıya kadar çıktı. Her zamanki gibi o yumuşacık, narin üslubu ile iki saat içinde ne hayat dersleri verdi, hiç hissettirmeden…

Küçük Ayasofya Camii'nin çok yakınında, evinde tek başına yaşayan hocanın, Allah nazarlardan saklasın; sağlığı sıhhati, aklı fikri yerinde. Bir delikanlı kadar dinç. Evi de kendisi gibi mütevazı. İki küçük oda, ancak bir kişinin sığabildiği mutfak, Neyzen Tevfik'in ve kendi fotoğraflarının asılı olduğu holden müteşekkil. Onu bulmak, tekrar görüşmek bizi heyecanlandırmış, bir o kadar da sevindirmişti. Fakat kapıdan girip salona geçtiğimizde içimizi hüzün kapladı. Perdeleri kapalı, rutubet kokulu evde öyle yalnız başına görünüyordu ki! Terk edilmiş gibiydi. Haline kalbimiz burkulmuştu… "Niye hocaya kimse sahip çıkmıyor, doğru dürüst, daha konforlu evi yok, oysa ne çok emeği geçti klasik Türk müziğine! Dede Efendi Musiki Derneği başta olmak üzere Eyüp ve Beşiktaş musiki derneklerini kurdu, yönetti, öğrencilere adadı kendini." Sorular arka arkaya geliyor, cevapsız kaldıkça yüzümüz asılıyordu.

İçimizin kalabalığı durmak bilmezken karşımızdaki kanepeye oturan hoca, bir anda Ladikli Ahmet Efendi'yi ilk ziyaret ettiği anı anlatmaya başladı. Kimdir bilmiyorduk, tasavvuf ve tarikat ehlinden mühim bir zat olduğunu, Hz. Hızır (as) ile bağlantısını, tayy-ı mekân ettiğine dair rivayetleri evinden ayrıldığımızda öğrendik. İlyas hoca, 20'li yaşlarda bir delikanlı iken 11 arkadaşı ile yola koyulup Ladikli'nin, Konya'nın bir köyündeki evine varmışlar. Kapısı penceresi kırık dökük, soğuk kış gününde sobası yanmayan bir yermiş vardıkları ev. Delikanlı İlyas'ın içinde kızgınlık, öfke.. kabarmış da kabarmış, nasıl olur böyle bir şey, nasıl olur bu hal, nasıl nasıl… derken Ladikli Ahmet Efendi, “Evlat bana acıma” diye onu usulca uyarıvermiş, sırtını sıvazlamış. Yetmiş küsur sene önce bir köyde sarf edilen bu söz, o an yüzümüze tokat gibi çarpmıştı. “Fiiliyata karışma, zuhurata tabi ol” dedikleri durum böyle bir şey olmalıydı.

Hoca kalbimizi mi okudu, yoksa yüzümüzün ifadesi mi bizi ele verdi bilemiyoruz, ama o, bu havayı dağıtmak istercesine kalktı, mutfaktan fokur fokur sesi gelen çaydan ikram etmek üzere davrandı. Biz alırız demeden, çayları doldurup, dantel örtü serili tepsisine koyup getirdi, bize asla kendisine hizmet etme izni vermedi. “Otur bakayım sen, büyük sözü dinle.” diye tatlı tatlı azarladı. “Size zahmet oluyor” diyecektik ki, “Ne zahmeti evladım, Rahmet. Ben Z kullanmıyorum.” dedi ve sustu… Zahmet, zulüm, zalim, zarar, ziyan, zengin demek istiyordu. Rahmet, Rab, Rahman, Rahim'den bahsediyordu. Çay bardaklarını yıkamamıza dahi izin vermedi. Önce davranmayalım diye, koştu kendisi yıkadı. Yıkarken arkasından, kendi aklımızca çaktırmadan fotoğraflarını çekmeye koyulduk. Elini kurularken demesin mi, ‘Telaşlanma, sakin, sakin…'

Evde onu öyle görünce, gaflette bulunup “Hocam neye devam mı?” diye sorduk, “Evet hâlâ bir şeyler üfürüyoruz.” diyecek kadar da esprili... Muhabbetimiz iki saat sürdü, zil çalınca kalkma vakti geldiğini fark ettik. Kapıdaki öğrencisiydi. Müsaade istedik, hoca ona da itiraz etti. “Ders sünnet, misafir farz.” diye. Evinden ayrıldığımızda aklımız onda kaldı, o ise çoktan derse başlamıştı…

Neyin sesini ilk duyduğu an

İlyas Çelikoğlu: Bir Ramazan günüydü. Ben Kara Kuvvetleri'nden emekliyim. Akşam eve geldim, o zaman Fatih'te Yavuz Selim'de oturuyoruz. Divanın üstüne uzanıp kalmışım. O arada kız kardeşim geldi, radyonun düğmesini çevirdi; bir ses… Ama nasıl... Beni benden aldı. O sesin peşine düştüm, soruşturmaya başladım. Sazın cinsi ne, nerden geldi, tarihçesi… Bir vesile ile Hüseyin Tolon ile tanıştım. Belediyenin konservatuvarında öğretim üyesiydi o zamanlar. Hüseyin Bey, notayı kolay öğrendiğimi görünce beni daha çok sahiplendi. Ondan sadece solfej, nazariyât dersleri aldım, neye başlayamadım. Kendisi beni bir süre sonra neyzen Emin Dede'nin talebesi Mesut Paker ile tanıştırdı. Böylece başladım ney öğrenmeye. Mesut Bey'le çalışmalarımıza devam ederken Gavsi Baykara'ya, Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâkî Dede'nin torununa da gittim. Neyzen Tevfik ile tanışması Mesut Paker'le yaklaşık dört sene beraberdik.


Neyzen Tevfik ile tanışması 

Sonra bana, "Ben sana verebildiğimi verdim, seni şimdi Tevfik Efendi'yle tanıştıracağım." dedi. Tevfik Bey deyince, pek hoşuma gitmedi. Yaşam tarzını biliyordum çünkü. Mesut Bey istemediğimi anladı ama dedi ki, "İyi insandır, söylenenlere bakma, sen onun parmaklarını al, dön."
Bir cumartesi günü beraber gittik yanına. Giderken Mesut Bey, "Tevfik Efendi soğuk şeylere meraklıdır, boş gitmeyelim." dedi. O zaman buzdolapları yok, buzcudan bir kalıp buz kestirdi. Fatih'teki Reşadiye Oteli'ne gittik. Otelin sahibi Neyzen Tevfik'in baba dostuymuş. Ona otelin beşinci katında yer vermişler. Yukarı çıktık, kapıyı tıkladı hocam, içerden kaba bir ses, güzel de bir sesi vardı "Kim o?" dedi. "Ben molla" diye cevap verdi Mesut Bey. "Git şimdi, ben yatıyorum." dedi. Mesut Bey, "Ama elimde buz var." deyince küfür etti.

Küfrü duyunca merdivenden hızla inmeye başladım. Aşağı indik. Fatih'teki Havacılar Parkı'na gidip oturduk. Buzları orada birine verip camiye gittik. Dönerken tekrar uğradık yanına. Baktık kapıyı açmış, süpürmüş etrafı. Bir kovaya su doldurmuş, ortasına büyük rakılardan bir tane koymuş, etrafına da salatalıkları dizmiş. Neyse, orada beni tanıttı ve böylece derslere başladık.

1950'den 1953'e kadar devam etti derslerimiz. Daha sonra hastalandı Tevfik Bey. Ama o arada hem meşk yapıyoruz hem takışıyoruz, çünkü herkese bir laf söyler, kulp takardı. Bir gün sırf bu nedenle kavga ettik, kovdu beni yanından. Ohhh çok şükür, dedim içimden. Çok sevindim. Ama yine de benim hocam, üzerimde hakkı var, kalktım, ver elini öpeyim dedim, helallik istedim. Vermek istemedi, gitmemi istemiyor bir yandan, ama ben yakaladım elini öptüm, Allahaısmarladık deyip ayrıldım yanından… Aradan 7-8 ay geçti. Annemin Balmumcu'daki evindeyim. Kapı çaldı, birlikte ders aldığımız Süleyman geldi. İçeri dahi girmedi, “Hoca seni bekliyor, haydi.” dedi. Ben yüksek sesle, gelmeyeceğim dedim. Annem bunu duyunca, mutfakta yıkadığı bulaşığı bırakıp elleri sabunlu yanımda bitti. Telaşlı telaşlı: “Ne diyorsun sen, o senin hocan, sende hakkı var.” diye kızdı bana. Kalktık, gittik.

Tevfik Bey, uzun uzun yüzüme baktı. "Büyüdün" dedi bana, niye büyüdüm ki dedim, gene aynıyım, gene aynı adamım dedim. Gene o “Büyüdün” dedi. Neyse başka söyleyecek bir şeyin var mı dedim, otur dedi, oturmadım. Kalktı ayağa bu sefer, kafamı tuttu, tepesinden öptü, akıllı çocuksun ama çok dik kafasın dedi. Baba-oğul gibiydik ama böyle itişe kakışa yaşayan bir baba-oğul. İzmir'e tayinim çıktı sonra. Bu arada vefat etti Neyzen Tevfik, vefatında yanında olamadım. Hiçbir zaman kötü diyemem arkasından. Güvenirim kendisine. Güvenim şöyle: Dünya malına tamah etmezdi.

Dilenen bir adam
Merkez Bankası'nda müdür muavini olan bir arkadaşım vardı, Avni Atun. O anlatmıştı: Bir gün görevden çıkmış, akşam saat beş. Adada oturuyor, oraya gidecek. Bilet almak için gişede sıraya girmiş. Sağına soluna bakınca biri şapkayı kulaklarına kadar çekmiş, mendil de sermiş önüne, dileniyor. Eğilip bakınca karşısında Neyzen Tevfik. Avni Bey, bileti alıp karşıdaki banka oturmuş, bakalım bu paraları ne yapacak diye. Beş lira atmışlar hep mendile. Miktar epey fazla. Biraz sonra mendilin ucunu bağlamış, Üsküdar'daki Afet Altun Camii'nin oraya gitmiş. Üsküdar iskelesinin arkasında büyük bir bina var, onun arkasındaki sokakta bu cami. O mendili caminin kapısında dilenen siyah çarşaflı kadına vermiş. Olduğu gibi içinden hiçbir şey almadan. Kendisi muhtaçtı, ama dünya malı umurunda değildi. Bu huyunu severdim.

Kısa bir özgeçmiş

İlyas Çelikoğlu, 10 Aralık 1923 tarihinde Beşiktaş Balmumcu'da doğdu. İlköğrenimini Feriköy İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi Sultanahmet Meslek Lisesi Makine-Model bölümünde, yükseköğrenimini Ankara Öğretmen Okulu'nda tamamladı. Sonra Kara Kuvvetleri'nde öğretmen olarak çalıştı. İstanbul ve İzmir de görev yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. 1982 yılında Caferağa Medresesi'nde başlayan ney derslerine evinde devam ediyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ