2 Aralık 2018 Pazar

Ahmet Haşim'in sonbaharı



2 Aralık 2018

Frankfurt'ta yaşadığımı duyan bir arkadaşım 'Ahmet Haşim'in Frankfurt Seyahatnamesi'ni okudun mu?' diye sormuştu. Böyle bir kitabı olduğunu dahi bilmiyordum. Daha yeni gelmiştim şehre. Hemen gönderdi. Zaten kısacık olan seyahatnameyi okudum fakat ben de ikinci bir şaşkınlık. Tıpkı Ahmet Haşim gibi ben de gecenin bir yarası elimde iki valizle inmiştim buraya. Aynı mevsimde, hatta aynı ayda. Varış saatimiz bile aynıydı. Gece yarısı 2 civarı. İstasyonda yaşadığımız o tedirginlik ve korku dolu anlar bile tıpatıp benziyor. O günden sonra en yakın arkadaşım, dostum Ahmet Haşim oldu. Bu şehri onunla birlikte anlamaya, tanımaya çalıştım. Gittiği yerlere gittim. Aynı sokaklarda gezdim. Alman gecelerini, caddelerini, ailelerini Ahmet Haşim sevdirdi bana. Yazar 1933'te gelmişti Frankfurt'a, 85 yıl sonra onunla karşılaşmak çok sevdiğin ama yıllardır görmediğin bir dostunla bulaşmak ve her şeye kaldığı yerden devam etmek gibi bir şeydi. 
 
Ne zaman üzülsem dönüp dönüp okudum kitabı. Gözlemleri, tespitleri beni her seferinde hayrete düşürdü. Geçen onca yılda değişen pek bir şey yoktu buralarda.

Mesela diyor ki: "Almanya büyük ve pembe bir elmadır. Fakat içi kurtludur." Evet öyleydi, ilk başlarda Almanya güzellemesi yapan yerleşik Türklerin içini, bu ülkenin nasıl kemirdiğini görmem kısa sürdü.

Fantastik Frankfurt hayallerim ise -benim de derinden hissettiğim-, "Frankfurt'a gelince o, bütün ikinci derece Alman şehirleri gibi ahalisi ondan horlayan tatsız bir aile şehridir." cümlesini okuyunca sona erdi.

En çok güldüğüm; 

"Almanya 'profesör' ve 'doktor' denilen acayip bir insan cinsinin vatanıdır."

"İki kapı olsa, birinin üzerinde Cennet, diğerinin üzerinde 'Cennet hakkında konferans' diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinci kapıya hücum eder." bu ifadeleri oldu. 

Böyle uzayıp gidiyor.

Haşim'in Frankfurt'a geliş nedeni böbrek hastalığıydı. Vorhard Kliniği'nde iyi bir doktor olduğunu duymuş ve burada tedavi olmak istemişti. O kadar merak etmiştim ki o kliniği de... Bir gün gideyim diye düşünürken kader benden önce davrandı. Bir gece vakti, tiyatro çıkışı evime koştururken tren istasyonunda düştüm ve burnum kırıldı. Gelen ambulans en yakın klinik diye oraya götürmüş. Adı artık Universitaets Klinikum olan hastane Main Nehri'nin kenarındaydı. 

Bugünlerde ise başım sonbahar ile hoş. Ahmet Haşim'in sonbaharının peşinde aklım. Haşim hayatının en güzel sonbaharını bu şehirde yaşamış. Bad Homburg'un köyünde... Burası Frankfurt'a çok yakın, küçük ama güzel bir şehir. Havasının güzelliği, kaynak sularının şifasıyla biliniyor. Sakinleri ise elit kesim diye tanımlanıyor. Almanya'da bir şehrin başında Bad kelimesi varsa orada termal su bulunuyor demektir. Bad Homburg, Bad Vilbel, Bad Nueheim gibi. Beni ilgilendiren ise Bad Homburg'un Taunus adı verilen dağları ve tabi ki sevgili yazarın orayı görünce yazdıklarıydı...

Sonbahar (Ahmet Haşim, 1933)


Sonbahar aylarında, kendisiyle birlikte tenha Yakacık kırlarında meyveli kocayemişi fidanları arasında dolaştığımız Bir Fransız dostum bana daima derdi ki:

- Sizin sonbaharınız olamaz. Çünkü ağaçlarınız az ve teşrinlerde sararıp dökülen yapraklarınız nâkafi. Sonbaharı gelip de bizim memlekette görmeli...

Fransa'ya birçok defalar seyahat ettim. Fakat ikametlerim hiç sonbahara tesadüf etmemişti. Bu sefer Avrupa sonbaharını Frankfurt dağlarında doya doya seyrettim. Hala gözlerim gördüğü o muhteşem şeyin yığın yığın ihtiyar altınlarıyla kamaşmakta...

*
Almanya'da on, on iki seneden beri yerleşmiş ve şimdi Frankfurt'a yakın kibar Hombourg köyünde şık bir moda mağazası salonu sahibi olan ve müşterileri arasında eski Kayzer'in karısı ve kızları bulunan aziz hemşehrimiz Niyazi Bey, beni bir pazar günü köyüne öğle yemeğine davet etti. Bizi yünlü bir spor kostümü içinde, sıhhatten her tarafı gülen pembe bir çehre ile karşıladığı istasyonda hemen şunu teklif etti.

- Yemekten evvel otomobille bir dağ gezintisi yapalım...

Hayretle kabul ettim. Zira, kafamdaki bütün dağ mevhumları uzak, sert, vahşi ve korkunçtu. Çocukluğumda gördüğüm Kürdistan dağlarını düşündüm: Erimez karlarla parlayan çatallı tepelerini mor ve kızıl fırtınaların boğuştuğu kızgın ufuklar üzerine sıralayan o karanlık renkli devler gözümün önüne geldi. Bu dağların gecelerinde, büyük alevler etrafında ısınmaya çalışan pos bıyıklı eşkıya halkalarını, sinsi canavar baskınlarını, derin derelerin dibinde yılanlar gibi sürüklenerek çağlayan suların feryadını hatırladım. Bu yaman dağların hayalini hatırımdan silkince, bu sefer Anadolu'nun yorgunluktan yere çökmüş, tüyleri dökük devleri andıran o hüzün, ölüm ve yokluk çıkıntıları gözümün önüne geldi: Hiç dağda gezinti olur mu? 


Otomobile bindik ve uzun bir asfalt yol üzerinde koşmağa koyulduk. İstanbul Belediyesi'nde terbiyesini yapan bir adama göre asfalt bir yol nerede başlar ve nerede biter? En işlek bir yerde başlar, fakat en münasip ve en yakın bir yerde ansızın kesilmek için. Hayretle görüyordum ki, otomobilimizin tekerlekleri altında serilen siyah yol hiçbir noktada inkıtaa uğramıyor, mütemadiyen açılan bir seccade gibi ufuklara uzanıyor, tepelere tırmanıyor ve sonu gelmez ovalarda büyük çaprazlar çiziyordu. Nihayet otomobilimiz durdu, Taunus Dağı'nın bir yüksek noktasına varmıştık. Mamur bir ormanın ortasında indik.

Hava bulutlu ve üzerinde durduğumuz tepe rüzgarlı idi. Ağaç denizinin üzerinde büyük gölgeler kımıldanıyor, dallarda uzanan hışırtılar, ağaçtan ağaca sürüklenerek ormanın kızıl derinliklerinde kayboluyordu. Orman yapraklarının bir kısmı yerleri kaplayan sonbahar çemenlerinin üzerine dökülmüş, bir kısmı da henüz dallarda idi. Fakat yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. O kadar kırmızı ve o kadar sarı ki, güya büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük bir meşale halinde bu bulutlu sonbahar seması altında sessiz bir yanışla yanıyorlardı. Çürümüş yaprak, nemli ve yağmurlu bulutların elektrikli seyyalelerini koklaya koklaya akşam alacalığını andıran bu serin sonbahar esmerliği içinde bu hayali altın yangının seyrine hayretle daldık.

(Milliyet, nu. 2481, 5 Kanun-ı Sani, 1933)




Related Posts:

  • Göçün ve müziğin resmi 25 Ekim 2014 Ressam Banu Tansuğ’un anneannesi Drama’da, babası Manastır’da doğmuş. 1922’de ise Yunanistan’daki ta atalarından kalan 500 yıllık toprakları bırakıp anne tarafı İzmir’e, baba tarafı İstanbul’a göç etmiş. Çocuk… Read More
  • Çehov’un Vişne Bahçesi ‘rantsal’ dönüşüme karşı 25 Ağustos 2014 Mekâna göre oyun sahneleyen New Brooklyn Theater, Anton Çehov’un ünlü oyunu Vişne Bahçesi’ni tarihi Yedikule bostanlarında sahneliyor. Tiyatro bu sefer amaç değil, araç. Park yapılacağı gerekçesiyle geçen yıl… Read More
  • Dur yolcu! Çanakkale’de sanat var 25 Haziran 2014 Eylül ayında dördüncü kez düzenlenecek olan Uluslararası Çanakkale Bienali’nin teması, 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı nedeniyle ‘Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür’ olarak açıklandı. 27 Eylül-2 Kasım tarihleri… Read More
  • Sakıncalı kitap imha rehberi! 28.03.2018 90 derecede yıkanan, çamaşır suyuna bastırılan, yakılan, gömülen kitaplar... 12 Eylül 1980'de 39 ton dergi ve gazete imha edilmişti. 15 Temmuz'dan sonra ise 200 bin tondan fazla imha edildi. 1980'lerde komün… Read More
  • Soma ‘hat’ından, Sekizinci Söz’ün minyatürüne 24 Mayıs 2014 Kumbaracı4 Türk İslam Eserleri Sanat Galerisi’nde açılan “Noktadan Renklere Yolculuk” sergisi, hoca ve öğrencilerinin eserlerini bir araya getirdi. Hoca Muhammed Mağ, sergide, Soma’yı Nahl sûresinin 114. ayetin… Read More