13 Ekim 2014
Gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay, 1970'te Ümit Yaşar Oğuzcan ile Ankara treninde karşılaşmasaydı ve birlikte Sivas'a gitmeselerdi, elma bahçesinde çekilen Aşık Veysel'e ait yukarıdaki kare bugün olmayacaktı. Âşık Veysel ile iki gün geçiren Çağatay, “Elimde onun bir düzine daha fotoğrafı var.” diyor. Ergun Çağatay arşivinden çıkardığı Aşık Veysel'in bu nadide fotoğrafını Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi'nde açtığı ‘Merceğimde 50 Yıl' sergisinde sergiliyor. 25 Ekim'e kadar açık kalacak sergide, Çağatay'ın dünyadan ve Türkiye'den çektiği başka kareleri de var.
Âşık Veysel’e ait o kadar az fotoğraf var ki, Google’a adını yazdığınızda hep elinde sazıyla çekilen bilindik o kare çıkar karşınıza. Oysa Sivas’ın Sivrialan köyünde, evinin yakınlarındaki elma bahçesinde, kız kardeşi ve torunuyla çekilen yukarıdaki mütebessim karesiyle bir sergide karşılaşmak ne güzel bir sürpriz oldu. 1968’de fotoğraf çekmeye başlayan ve 1974 yılında Paris’te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğine adım atan Ergun Çağatay imzalı kare, Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde geçtiğimiz hafta içi açılan “Merceğimde 50 Yıl” adlı fotoğraf sergisinden. Çağatay, sergi için tüm meslek hayatı boyunca çektiği karelerden bir seçki yapmış. Fakat elinde Âşık Veysel’in daha pek çok fotoğrafının olduğunu söylüyor. 1970’te çektiği bu karenin hikâyesi ise hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bir kez daha gösteriyor.
AŞIK VEYSEL: “BEN EDEBİYAT OLUP OLMADIĞIMI DÜŞÜNMEM”
1937 doğumlu olan Ergun Çağatay, 1970’te Ankara’daki ailesini ziyaret etmek üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Yemekli vagonda seyahat etmektedir. İki masa ötesinde tanıdık bir sima görür. Kim olduğunu hatırlar ve masadan kalkıp yanına gider, “Siz Ümit Yaşar Oğuzcan değil misiniz?” diye sorar. Aldığı cevap evettir. Ümit Yaşar, o yıllarda İş Bankası Kültür Yayınları’nı yönetiyordur ve Ankara treninde bulunmasının nedeni Sivas’a, Âşık Veysel’i ziyarete gidecek olmasıdır. “Çok yaşlandı, ölmeden evvel tüm sözlerini bir kitap halinde toplamak istiyorum.” der Çağatay’a. Nihayetinde birlikte gitmeye karar verirler. Çağatay ve Oğuzcan, ertesi gün Ankara garında buluşur, Şarkışla’nın Sivrialan köyüne varırlar.
Hikâyenin gerisini Çağatay’dan dinleyelim: “Köyde iki güne yakın kaldık. Âşık Veysel’in bir düzine fotoğrafını çektim ama bugün o anları tekrar yaşasaydım bu işi başka türlü yapardım. O yıllar Türkiye’de film bulmak bile bir dertti. Eldeki malzemeyi dikkatli hatta pinti kafasıyla kullanıyorduk. O köyde de öyle oldu. Sergideki fotoğrafı Âşık Veysel, beni elma bahçesine götürdüğü zaman çektim. Yanında kız kardeşi ve torunu vardı. Veysel köylülere ‘Burada iyi elma yetişir’ dediği zaman etrafındakiler ‘bu kör adam ne bilir’ demişler. Âşık Veysel’in inatla diktiği fideler boy verip meyveye durunca köylüler bu sefer asıl kör olan bizmişiz itirafında bulunmuş.”
Ümit Yaşar Oğuzcan İstanbul’a dönünce Âşık Veysel’in Dostlar Beni Hatırlasın adlı kitabını yayınlar ve birkaç ay sonra onu İstanbul’a getirir. İş Bankası’nın o tarihte Beyoğlu Atlas Sineması’nın yanında bir lokali vardır. Bankanın önde gelen şube müdürleri Âşık Veysel onuruna burada bir akşam yemeği verir. Ergun Çağatay da davetliler arasındadır. Çağatay o anı şöyle anlatıyor: “Hiç unutmam banka müdürlerinin övgü dolu sözlerinden Âşık Veysel çok sıkılmış, buram buram terlemişti. Bir banka müdürünün ‘Türk edebiyatının yücesi, kendinizi edebiyatımızın neresinde görüyorsunuz?’ sorusuna Veysel ‘Ben edebiyat olup olmadığımı düşünmem sadece içimden geldiği gibi söylerim. Edebiyat olup olmadığıma benim dışında başka insanlar karar veriyor. Bu onların işi.’ cevabını vermişti.
DİJİTAL ÖNCESİ FOTOĞRAFLAR
‘Merceğimde 50 Yıl’ sergisi Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi’nde 25 Ekim’e kadar devam edecek. Sergide Çağatay’ın Türkiye’den ve dünyadan çektiği, özellikle 1970’li yıllara ait başka kareleri de yer alıyor. Mesela Sultanahmet’in bilindik klasik fotoğraflarından çok farklı bir kare, Hasankeyf, Gümüşlük’ün şimdiki halinden eser olmayan bir görünümü, Küçükçekmece’de muhteşem ahşap mimarisine sahip bir ev, Mersin Aydıncık’ta bir kahve, İsveç’te sonbahar görülmeyi hak eden diğer kareler arasında...
Sergi temasını dijital öncesi fotoğraflar olarak tanımlayan Çağatay, dijitalleşmeyle birlikte fotoğraf sanatındaki gelişmelere ilişkin görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Bence fotoğrafın ölüm fermanı verileli neredeyse on yılı aşan bir zaman dilimi oldu. Bugün fotoğraf, kimliğinden soyutlanıp bir medya malzemesi oldu. Bugün fotoğraf, bir ressamın boya fırçası, bir yazarın kalemi kağıdı durumunda. Dijital ortam ve elektronik alanında her geçen gün kaybedilen baş döndürücü gelişmeler fotoğrafı basite indirdi ve fotoğrafı üzerinde oynayarak sahteleştirmek kolaylaştı. Daha önemlisi fotoğraf belge/belgesel olma niteliğini kaybetti, herkesin üretebileceği alelade bir mal oldu. Elektronik gelişmenin yavaş yavaş yok ettiği basım sayfalarından çıkıp, kişinin bilgisayar ortamında yarattığı kendi dünyasının fantezi malzemesine dönüştü. Dijital fotoğrafçılık doğru ışık ve açı için beklenen uzun saatleri, karanlık odalardaki mesaiden fotoğrafçıyı kurtardı ama fotoğraf sanatçısının esere olan katkısını, emeğini en aza indirdi... Bu sergi, dijital öncesi çağda, fotoğrafın ölüm fermanından çok önce çekilen, bazıları klasik anlamda, bazıları ise ölüme çeyrek kala çekilen gerçek fotoğrafların son kareleridir. Gerçek tarihtir.”
Pere Lachaise, Paris |
Bozkashi game, Baysun, Özbekistan |
Detroit, Kara Müslümanlar |
Küçükçekmece |
ABD |
Haliç |
Mardin |
İsveç'te sonbahar |
Moskova |
Sultanahmet… İstanbul üzerinde fotoğraf çekmek için üç defa uçtum. İki defa helikopterle bir defa dört kişilik ufak bir uçakla. O tarihlerde askeriyenin dışında helikopteri olan ne şahıs ne devlet dairesi (polis gibi) ne de şirket vardı. İstanbul’da iki şirket helikopter kiralıyordu. Aklımda kalan kiralık helikopterlerin saati beş yüz Amerikan dolarıydı, uçak ise bir havacılık kulübünden kiralanmıştı. Helikopterle ikinci uçuşumda Sultanahmet Meydanı’nın üstüne geldik. Karşımda neredeyse benden evvel bin defa çekilmiş beylik manzara vardı. Meydan ve Sultanahmet Camii, biraz gerisinde Ayasofya ve onun gerisinde Topkapı Sarayı. Aynı klişeyi belki lazım olur diye bir iki kere çektim ama daha başka bir şey yapmak istiyordum, değişik bir şey olmalıydı. Birden Sultanahmet Camii’nin kesiti gözümün önüne geldi. Makinama takılı objektif ile kafamdaki fotoğrafı tam alamıyordum, yetersiz kalıyordu. Pilota meydanın üstünde bir tur daha atmasını söyledim. Minareleri bir yerden kesmeliydim, ikinci turdan sonra istediğim fotoğrafı tam anlamıyla çekemeyeceğimi anladım. Üçüncü turda ne çıkarsa bahtına niyetine üç kare fotoğraf çekebildim. Bir tanesi düşünceme en yakın olanıydı yani sergideki fotoğraf. Helikopterin zamanını kendi kafamdaki fanteziler için harcamak istemedim. Nasıl olsa herkesin ilgilendiği, benim beğenmediğim o beylik fotoğraflar diyerek başka taraflara uçtum. Genellikle çektiğim fotoğrafları ben beğenmem. O fotoğraf yıllarca arşivde öylesine kaldı. Sadece birkaç yıl önce yanımda çalışan Seval hanım, negatiflere bakarken “Ergun bey ben bu fotoğrafı sevdim, benim için basar mısınız?” dediği zaman yeniden odak noktası oldu.
Hasankeyf… Hasankeyf’e birkaç kere gittim ama bu fotoğraf tam anlamıyla spontane bir şey oldu. Bir şirket bana bir araç ve şoför verdikten sonra Anadolu’daki şirkete ait servis istasyonlarının fotoğrafını çekmemi istedi. O yıllarda PKK olayları yeni yeni başlamıştı. Sadece Van ile Hakkari yoluna gece gitmeyin diye uyarmışlardı. Sonbaharla kış arası bir mevsimdi. Batman’dan çıktık Mardin'e doğru yol alıyorduk, uyumuşum. Birdenbire belki bir sarsıntı ile uyandım. Araç bir köprüyü geçiyordu. O sırada ilk defa Hasankeyf'i gördüm. Manzara karşısında oldukça şaşırmıştım. Şoföre arabayı durdurmasını söyledim. Araçtan dışarı çıktım soğukça bir havaydı, köprünün üstünden Hasankeyf'i seyrettim, buranın ne biçim yer olduğunu algılamaya çalıştım, sonra yürüyerek köprünün başına gittim. Bir çoban sürüsünü geri getiriyordu. Her şey o kadar etkileyici idi, ışık, bulutlar, sürü manzarayı tamamlıyordu. Sanki yukarlarda bir görünmez el her şeyi düzenlemişti. Bu fotoğrafın hâlâ Hasankeyf'in çekilmiş en iyi fotoğrafı olduğuna inanırım.
ERGUN ÇAĞATAY KİMDİR?
15 Ocak 1937'de İzmir'de doğdu. İlköğretimini İzmir’de tamamladıktan sonra, 1958 yılında İstanbul Robert Kolej'den mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki eğitimini yarıda keserek gazeteciliğe başladı. 1968 yılında, eşinin hediye ettiği bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmeye başlayan Çağatay, 1974 yılında Paris'te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğe adım attı. 1980’de New York'ta Time/Life grubunda çalışmaya başladı ve dergide ses getiren pek çok önemli habere imza attı. 1983’de Paris / Orly Havaalanı’nda Ermeni terör örgütü ASALA'nın bombalı saldırısında çok ağır yaralanan Çağatay uzun süre yanık tedavisi gördü. Saldırı, hayatında bir dönüm noktası oldu ve bu dönemden sonra özellikle de tarih alanında yoğun araştırmalar yapmaya yöneldi. Yurtdışındaki başarılarının ardından Türkiye’ye dönen Ergun Çağatay’ın Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nadir el yazması kitaplar üzerine yaptığı çalışma, Japonya'dan Brezilya'ya kadar dünyanın bir ülkesinde yayınlandı ve büyük beğeni topladı.
Ergun Çağatay, Avrupa'ya göç eden Türk, Cezayirli, Pakistanlı ailelerin Avrupa'da büyüyen ikinci nesil çocukları üzerine de önemli araştırmalar yaptı. Paris/Fransa'da Nathan Yayınevi için TÜRKİYE kitabını hazırladı. Ergun Çağatay’ın en kapsamlı projesi “Turkic Speaking Peoples - Türkçe Konuşanlar” en çok ses getiren çalışmalarından biri oldu. Çok geniş ve kapsamlı olan bu proje; kitap, sergi ve belgesel film çalışmaları hedeflenerek hazırlandı. Sanatçı, yapımını üstlendiği ve fotoğraflarını çektiği, “Türkçe Konuşanlar: Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 Yıllık Yolculuk” kitabında, okuyucuları, birbirinden çarpıcı özgün fotoğraflar eşliğinde dil ve kimlik üzerine; göçebelik etkileşimleri, Türk-Çin ilişkileri, Türklerle Orta Asya İran – Arap, Slav, Avrupa etkileşimleri üzerine, sözlü edebiyattan mimariye, yemek kültüründen çeşitli sanat alanlarına, insan davranışlarına, eşsiz bir yolculuğa çıkarttı.
Ergun Çağatay, 14 yılda tamamladığı kitap için 110 bin kilometre yol kat ederek 35 bin kare fotoğraf çekti. Türk, Alman, Amerikalı, Fransız, İsveçli, Kazak, Norveçli, Özbek, Rus, Ukraynalı uzmanların bilimsel makaleleriyle yer aldığı 495 sayfalık büyük boyutlu kitapta, Oslo Üniversitesi'nden Prof. Bernt Brendemoen'in takdim, Ergun Çağatay'ın önsöz ve Doğan Kuban'ın Giriş yazılarından sonra 400 fotoğraf ve 34 makale yer aldı. Kitap, Kasım 2006’da Turkic Speaking Peoples başlığıyla İngilizce olarak Almanya’da Prestel Yayınevi tarafından Hollanda Kraliyet Vakfı Prince Claus Fund desteği ile yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi ise 2008’de İstanbul’da yayınlandı.
Türkçe Konuşanlar kitabı çalışmaları devam ederken çıkardığı Bir Zamanlar Orta Asya kitabı ile beraber hazırlanan sergi ise, İstanbul, Eskişehir, Taşkent (Özbekistan), Almatı (Kazakistan), Austin (Texas /ABD), Kashiwazaki (Japonya) ve Uppsala (İsveç) şehirlerinde izleyiciyle buluştu. Yine aynı proje çerçevesinde 1986 Çernobil nükleer santralindeki patlamadan sonra, dünyanın en büyük çevre felaketi olarak nitelenen, hatalı sulama sonucunda Aral Gölü'nün Kuruyup Çölleşmesi’ni anlatan belgesel filmini Akademi Prodüksiyon şirketi ile ortak çalışma sonucunda hazırladı. Filmden kısaltılarak hazırlanan 30 dakikalık bir film, 37. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (2000) Kısa Belgesel Film dalında 98 yerli ve yabancı katılımcı arasından birincilik ödülünü kazandı. Ödülün maddi tutarı, bölgedeki yardım çalışmalarına aktarıldı. Filmin Türkçe, Rusça ve İngilizce bir kitapçıkla birlikte VCD olarak yayınlandı. Son olarak Paris’te 2009 Eylül ve 2010 Ocak-Şubat aylarında Türkçe Konuşanlar kitabı için çekilmiş fotoğraflardan oluşan iki adet sergisi açıldı. Eylül 2009 da açılan sergi Paris’ten sonra sırasıyla La Rochelle, Clermont-Ferrand, Bordeaux (le Conseil général de Gironde), Lyon kentlerini dolaştı.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ