Almanya'da, giriş kapısında aslan heykelleri olan bir tarihi cami var. 'Heykel ve cami' ikilisi kulağa tuhaf geliyor değil mi? Ama görünüşü hiç de öyle değil.
Cumartesi sabahı erkenden gelen telefonla misafir kaldığım evden apar topar ayrıldım. Eve yatılı bir misafir gelecekti, yarım saat sonra kapıda olacaklarını söylüyordu telefondaki ses. Sırt çantama bir kıyafet, diş fırçamı, sevdiğim bir-iki kitabı attım. Bilgisayarımı ve Almanca kurs kitabımı da yanıma aldım. Biraz çalışır, birşeyler yazar diye planlıyordum. Gideceğim bu sefer ki adres, Frankfurt’a bir saat uzaklıkta oturan Halime ablanın eviydi.
Memleketten akrabam olan Halime abla aslında hafta içi beni aramış ve evine davet etmişti. İşlerim ve derslerim yoğun olduğu için gelme konusunda söz veremeyeceğimi söylemiştim ama o sabah kendimi bir anda Flixbus otobüs durağında bilet alırken buldum. Halime abla ve onun sevgili komşusu Reyhan abla ile saat 14.30’da Mannheim Hauptbahnhof’ta buluştuk.
Almanya benim için her gün sürprizlerle dolu bir ülke olmaya başladı. Bu buluşma da böyle bir sürprize gebeydi. İstasyonun karşısındaki kafede dinlenirken, “Burada Osmanlı zamanında yapılmış bir cami var. Yarın oraya gideriz” dedi Halime abla. Almanya’ya geleli altı ay oldu. Namaz kılmak için, bazen de meraktan uğradığım tüm camilerin pespayeliği o kadar sinirimi bozmuştu ki, bu cami de öyle bir şeydir sandım. Kenarda köşede kalmış, kırık dökük… Tarihi olması filan da nedense ilgimi çekmemişti.
Pazar sabahı kahvatımızı yaptıktan sonra Schwetzingen’e doğru yola çıktık. Ah hemen kanım kaynadı bu kasabaya. Schwetzingen, bir ara Türkiye’de çok moda olan kuşkonmazın memleketeymiş meğer. Şehrin meydanına, tahta arabasında kuşkonmaz satan bir çiftçi ve küçük kızının heykelini bile yapmışlar. Şanslı günümdü. Semt pazarlarını gezmeyi çok seven biri olarak haftalık pazara rastladığım için yüzümde güller açmıştı. Heykel ile aynı sıraya dizilmiş, fazla değil dört-beş arabanın açtığı tezgahta çilek ve kuşkonmaz satılıyordu.
Kuşkonmazın burada daha çok beyazı makbul. Ben sadece yeşil rengini görmüş ve tadını çok sevmiştim. Almanlar ise beyazını seviyormuş. Almanya’nın pazarları bizim gibi değil. Ürünlerin fiyatları marketlerden daha pahalı. Organik sebze ve meyve (burada onlara bio diyorlar) çok revaçta. Pazara şöyle bir göz attıktan sonra cami nerede diye sordum. Şu karşıda dediler. Karşısı kocaman bir sarayın girişiydi. Artık o andan itibaren pazarı unutmuş, yavruağzı rengindeki sarayın içinde ne işi olduğunu çözmeye çalıştığım cami ilgimi çekmeye başlamıştı. 6 Euro verip biletlerimiz aldık ve içeri girdik.
Schwetzingen Sarayı’nın kendisi değil ama bahçesi olağanüstü görünüyordu. Büyük bir havuz, çeşitli hayvan ve insan heykelleri, çeşit çeşit çiçekler, bitkiler… Ağaç mimarisi o kadar muntazam tasarlanmıştı ki, karşılıklı iki aslan heykelinin dikildiği çamlı yoldan yürüyerek vardığımız camiyi görünce tek kelimeyle ağzım açık kaldı. Mimarisi, rengi çok hoşuma gitti. Osmanlı mimarisi baz alınarak yapılan cami de Uzakdoğu esintileri de vardı. Malezya’da suni gölün ortasına inşa edilen Putra Camii’ni hatırlatıyordu. Kubbesindeki pembe renk, camilerde görmeye alışık olmadığımız bir tondu ama bence çok yakışmıştı. Oysa pembeyi pek sevmem. Schwetzingen belediyesi bir ara Almanya’daki Türk işçilerin burada bayram namazı kılmalarına izin vermiş ama daha sonra vazgeçmişler.
Schwetzingen’e, 18 yüzyılda Platz ve Bavyera prensliği hükümdarı Karl Theodor (1724-1799) tarafından mimar Nicolos de Pigage’ye yazlık bir saray yaptırılıyor. O dönemin Doğu’ya ilgisinin bir yansıması olarak sarayı geniş bahçesinin bir bölümüne cami inşa ettiriliyor. 1778’de yapılan iki minareli cami işte burası. Caminin girişine de tabi ki aslan heykeli.
Öğle vaktiydi ve camide namaz kılabileceğimi düşünüyordum. Öyle bir imkan tabi ki yoktu. Tamamen müze olarak ziyaret edilebilen caminin içinde namaz kılmak için bir yer de yapılmamıştı. Mihrap ve minbere baktım göremedim. Karl Theodor, padişaha bağlılığını ve sevgisini bildirmek istemiş sadece. Bizim dışımızda pek Türk ziyaretçi görünmüyordu etrafta, Almanlar ve Uzakdoğulular yoğunluktaydı. Dışarından çok güzel görünen kubbenin içini merak ediyorduk. Pembe kubbenin içi de çok etkileyiciydi. Çini rengindeki süslemeler tanıdıktı. Herkes başını yukarı kaldırmış Almanca cümleleri okumaya çalışıyordu.
Bize de Reyhan abla tercüme etti:
“İhtiyacın kadar altın ve alabildiğince bilgelik edin”
“Ahmağın kalbi ağzında, er kişinin dili kalbindedir”
“Söz gümüş, sükût altındır”
“Zenginlik ve dünya geçicidir, iyi ameller ebedidir”
“Her şeyi arzulayan eli boş gider”
“Çalışkanlığı sev, o büyük bir zenginliktir”
Caminin en sürpriz yanı ise göle komşu olmasıydı. Arka taraftaki göl ve sakinleri, göle silüeti düşen caminin sunduğu manzara, Schwetzingen Camii’ni bütün görkemiyle önünüze seriyordu. Kıyıda ördekler ve yavruları, yamaçta ise ziyaretçiler camiye karşı oturmuş dinleniyorlardı. Biz de ikindiye kadar dinlendik. Gitme vakti geldiğinde gözüm arkada kalmıştı. Minareler ve kubbe gözden kaybolana kadar dönüp dönüp baktım, baktım, baktım ve şükrettim…
Schwetzingen Cami, pazartesiden cumartesiye kadar saat 11.00 ile 18.00 arasında açık. Ziyaret etmeyi düşünürseniz ya ilkbahar ya da sonbaharı tercih edin. O kocaman bahçede gezmek çok yorucu.