27 Ocak 2016 Çarşamba

Emine Ceylan'ın elem çiçekleri açtı

 27 Ocak 2016
Emine Ceylan, altı yıl aradan sonra farklı bir sergi açıyor. Tophane-i Amire'de bugün başlayan “Elem Çiçekleri”, fotoğraf, resim ve enstalasyondan oluşan çok yönlü bir sergi. Fotoğraf sanatında 30 yılı geride bırakan ve bugüne kadar 14 sergi açan Ceylan için Elem Çiçekleri yeni bir başlangıç.

Elem Çiçekleri sergisi, 29 Şubat 2016'da sona erecek. Fotoğraf: Kürşat Bayhan, Zaman
Emine Ceylan, her zaman şaşırtan sanatçılardan. Hindistan fotoğrafları, kızı Asiye'yi model olarak kullandığı ve oldukça ses getiren ‘Zaman Yolculuğu' kareleri, kardeşi Nuri Bilge Ceylan ile birlikte açtıkları “Babam İçin” sergisi… Hepsinde farklı bir sanatçı vardı karşımızda. Altı yıldır atölyesine kapanan Ceylan, şimdi de sürpriz çalışmalar hazırladı. Hedefi sergi açmak değildi, çalışmaktan duyduğu zevk, yeni bir işe başlama tutkusu, başarmak ya da başarısızlık... Bu duyguları deneyimlemek istedi. Cesare Pavese'nin “Bir sanatçı için en korkunç şey, başlama duygusunu yitirmesidir.” sözüne inat, o duyguyu yitirmeden sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar çalıştı, çalıştı, çalıştı ve ortaya, Baudelaire'den ödünç aldığı isimle ‘Elem Çiçekleri' çıktı.

Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi'nde bugün başlayacak olan “Elem Çiçekleri”, fotoğraf, resim ve enstalasyondan oluşan çok yönlü bir sergi. Ceylan, Baudelaire'in temel aldığı melankoli duygusunun kendisiyle, fotoğraflarıyla ve resimleriyle ortak birlikteliğe sahip olduğunu düşündüğü için sergisine bu ismi verdiğini söylüyor.

Elem Çiçekleri, iki bölümden oluşuyor. Tophane-i Amire'nin beş kubbe olarak adlandırılan büyük salonunda, 6 yıllık emeğin ürünü olan yağlıboya resimler, karışık teknikle hazırlanmış görseller ve resimleriyle bütünlük arz eden büyük boy siyah-beyaz fotoğraflar yer alıyor. Tek kubbe olarak adlandırılan 250 metrekarelik küçük salonda ise “Yalnız Kadınlar Arasında” adını verdiği enstalasyon izlenebilecek.





 


KÜÇÜK GELİNLERİN ACISI İLHAM VERDİ
Emine Ceylan'ın yağlıboya tablolarında kendi hikâyesi, hayatındaki insanlar, sevdikleri var. Köy yaşantısı, abla-kardeş, anne-kız sevgisi, eşekler ya da kayınvalidesi... Ceylan'ın eşi, ressam Alaattin Aksoy'un annesi Asiye Aksoy da bu hikâyenin bir parçası. İlk kez denediği enstalasyonda ise kadınların yalnızlığına değiniyor sanatçı. Hayatlarındaki anlamı yitirmiş, ebedi yalnızlığa mahkûm olmuş, belki de lanetlenmiş kadınlar… “Yalnız Kadınlar Arasında” adlı enstalasyonun çıkış noktası, Güneydoğu'da intihar eden küçük gelinler. “O küçük gelinler beni çok sarstı. 2014'te intihar eden Siirtli Kader'den çok etkiledim. Fakat bu enstalasyon kadın şiddeti üzerine değil sadece, kadınların yalnızlığı üzerine bir deneme.” diyor Ceylan.

Elem Çiçekleri, bugüne kadar 14 kişisel fotoğraf sergisi açan Ceylan için yeni bir başlangıç. Sanatçı, artık sadece fotoğraf çekmeyecek, resim yapacak, enstalasyon hazırlayacak. Ölüm, yokluk, yolculuk, zaman, melankoli temaları üzerine çalışan Ceylan'ın yağlıboya tabloları da resimleriyle örtüşüyor. Onun sanatını ise en güzel Fransız şair Paul Claudel'in bir sözü ifade ediyor: “Zaman hiç kaybolmaz, kaybolan biziz.”

“Eski zaman insanları gibiyim”
Emine Ceylan, bunca yıl sanatın içinde ama hep popülerlikten uzak durdu. On tane iş yapıp sergi açan, fuarlarda fıldır fıldır eser satma telaşına düşen birçok sanatçının aksine asude ve sessiz bir yaşamı tercih etti. Daha da önemlisi, onun çalışma anlayışı ve disiplini. İğneyle kuyu kazmaya ve derinleşmeye inanan kaç sanatçı var? Altı yıldır atölyesinden resim yapan sanatçı bakın ne diyor:

“Resimleri çalışırken altı yıl boyunca kimseye göstermedim, kapanıp çalıştım. Hiç kimse, ne kardeşim gördü, hatta kocam ressam, o bile görmedi. Ama sergi açmak için, bir hedefe varmak için resim yapmadım. Çalışmak, bunu başarmak istediğim için yaptım. Bunları hiç sergilemeyebilirdim. Resmin en zevkli yanı bence yaparken, sunuş kısmını sevmiyorum. Çünkü, ne yazık ki anlamsız geliyor. Artık çok farklı duyarlıklar var günümüzde. Ben farklı bir kulvarda yürüdüğümü düşünüyorum. Sosyal medyanın ön planda olduğu, daha yüzeysel tüketimin önemsendiği bir toplum haline geldik. Ben buna hitap etmiyorum. İğneyle kuyu kazmaya ve derinleşmeye inanan bir insanım. Eski zaman insanları gibi. Şimdi anlık tüketimler var. Instagramı sanat sanıyorlar, anlık paylaşımları beni yükseltmiyor, keyif vermiyor. Ama kendi başıma çalışırken içine girdiğim mücadele, başarı, başarısızlık… Bunlar  daha heyecan verici.”

Sergide yağlıboya resimlerin yanı sıra karışık teknikle hazırlanmış görseller ve büyük boy siyah-beyaz fotoğraflarda yer alıyor.


 
Emine Ceylan, atölyesinde çalışırken. Tuvalde kadın, kayınvalidesi Asiye Aksoy.
Çok yönlü bir Emine Ceylan kitabı
Elem Çiçekleri sergisi, Ceylan'ın son altı yıldaki üretimlerinden oluşuyor ama sergiye eşlik eden 480 sayfalık kitap, sanatçının bütün dönemlerini yansıtan retrospektif bir eser gibi hazırlanmış. Baştan sona Ceylan'ın tasarımı olan kitabın her bölümünün başında, sanatçının kendisi ve aileden birinin yazdığı yazılar yer alıyor. Kızı Asiye, kuzenler Akın Aksu, Tahir Musa Ceylan bu isimler arasında. Kitapta annesine ve babasına yazdığı şiirsel denemelerine de yer veren Ceylan, “Çok içsel, kişisel ve bana özgü bir kitap oldu.” diyor.

Emine Ceylan ve ben, Cihangir'deki atölyesi. 25 Ocak 2016.


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

21 Ocak 2016 Perşembe

Piyanist Filiz Ali: Müzisyenler, şanssız sanatçılardır

21 Ocak 2016
Piyanist ve müzik eleştirmeni Prof. Dr. Filiz Ali, her yıl yayın dünyasına bir kitap kazandırıyor. Ali, babasına ait elindeki tüm belgeleri geçen yıl yayınlayarak tamamlamıştı, bu yıl Müzisyen Portreleri'ni yazdı. Yıllarca akademisyenlik yapan Filiz Ali, hem kitabını anlattı, hem son tartışmaları değerlendirdi.
Filiz Ali, Topağacı'ndaki evinde. Fotoğraf: Üsame Arı, Zaman
‘Dünyadan ve Türkiye'den Müzisyen Portreleri'ni (Cem Yayınevi, 1995) yayımlamıştınız. Müzisyen Portreleri'nin (YKY) ondan farkı ne?
O kitabın baskısı yıllardır yoktu. Hem o yazılardan sonra ben kaç sene daha müzik eleştirilerine devam ettim. Yazılar arasından bir seçki hazırladım. Eski portrelere bazı ilaveler yapıldı. O kitap 20. yüzyıl kitabıydı. Dolayısıyla genç sanatçılara yer verememiştim. Bu kitapta Zeynep Gedizlioğlu gibi benim öğrencim olan genç bir besteci de var. Bir de eski portrelerin yeniden okunmasını istiyordum. Çünkü kültürel hayatımızın en önemli eksikliği, çok değerli insanlarımızın ölümünden kısa bir süre sonra unutulmaları, ihmal edilmeleri. Hayatları boyunca yeterince kayıt da yapmamışlarsa çok yazık oluyor onlara. Çok değerli kayıtlar da kayboldu. Müzisyenler diğer sanatçılardan şanssızdır.

Yazılarınızı okuyunca Türkiye'de müzik eleştirmenliğinin ne durumda olduğunu merak ettim?
Liberalizmle birlikte sanatta da tanıtım çok büyük önem kazandı. Eleştiri, tanıtıma döndü. Eleştiri nedir? Bir sanat eserini, bir konseri, ele aldığınız vakit, onun teknik, yorum ve stil inceliklerini yetkin ve uzman bir dilin okura anlaşılır bir şekilde anlatabilmesidir. Bu kolay bir iş değil. Hem üslubunuz okuru sıkmayacak, hem kullandığınız teknik jargon yabancı olmayacak. Aynı zamanda sanatçıyı da yönlendirecek, belki. Eleştiri derken olumsuz bir şeyden bahsetmiyorum. Eleştiri, incelemedir esasında. Sanatçıyı mikroskobun altına koyup incelemek. Bu tür yazılar, yayın organları tarafından istenmemeye başladı.

Neden istemediler?
Gazeteler, dergiler, daha ziyade tanıtım yazısı istediler. Mesela bir festival var. Pek çok sanatçı Türkiye'ye gelecek ve konser verecek. O sanatçılar hakkında yazıların önceden yazılmasını istediler. Tamam yazdık, sanatçıyı tanıttık, gayet güzel. Ama konser değerlendirmeleri gitgide azaldı.
Filiz Ali (sağda), 30 Kasım 1986'da AKM Konser Salonu'nda konser veren ve bu yıl 90. yaşını kutlayan Mikis Theodorakis ile kuliste.
Brahms, bir konserin orta yerinde salonu terk edince, “Niye çıkıyorsunuz, daha konser bitmedi ki” diyorlar. Ünlü bestecinin cevabı, “Benim için bitti.” oluyor. Sizin de salonu terk ettiğiniz oldu mu?
Çoook… Müzisyenlerin deformasyon dediğimiz kusurları oluyor, bende de var. Bir yerden sonra yorum, istediğiniz gibi değilse ya da yeterince yetkin değilse sıkılıyorsunuz. Arada bir oluyor böyle şeyler. Ama çıkmak doğru değil. Yorumcuya ayıp olur, haksızlık olur. Sahnede sanatını icra etmek için emek veren insana saygı göstermemiz lazım.

Son yıllarda ünlü klasik müzik sanatçıları geliyor Türkiye'ye. Andre Rieu, Farid Farjad gibi sanatçılar birkaç kez gelip konser verdiler, salonlar doldu. Bu konserlere ne diyorsunuz?
Her ikisi de klasik müziği popülerleştiren sanatçılar. Klasik müzik eskisi gibi konser salonuna tıkılıp kalmadı, dışarı taştı, taşması gerekiyordu. Çünkü 21. yüzyıl insanın sabrı yok. Her şey bir an önce olsun bitsin, eğlenelim, gözümüze güzel görünsün, etraf da hoş olsun derken açık hava konserleri düzenlenir oldu. Avrupa'da, Amerika'da o kadar çok açık hava konserleri yapılıyor ki. Benim bildiğim Amerika'da iki yer vardı yıllar önce. Hollywood'da ve Boston'da. Şimdi öyle değil, Berlin'de, Londra'da parkta binlerce kişi klasik müzik dinliyor. Klasik müziğin belirli bir kesime hitap ettiği önyargısı kırıldı.

Müzik ilgimiz ve bilgimiz Mozart ve Beethoven'ın ötesine neden gidemiyor peki?
Bir kere en çok onlar icra ediliyor. Her yerde duyabilirsiniz. Bizde de artık kullanılıyor. Mesela geçenlerde bir TV dizisinde fon müziği olarak Chopin çalıyorlardı. Şaşırdım. Kış Uykusu'nda baştan sona Schubert'in sonatından bir bölümü dinlersiniz. 19. yüzyılın sonuna kadar yaratılan eserler, insanlara çok daha yakın geliyor, hâlâ. Koskoca bir yirminci yüzyılın müziğini kabul etmedi büyük bir kesim. Çünkü o yüzyıl, sadece müzik açısından değil, insanlık açısından da büyük değişikliklere, felaketlere, korkunç olaylara sahne oldu. İki büyük dünya savaşı, katliamlar, ihtilaller, iç savaşlar bitmek bilmedi. Onun müziğinin  Mozart, Beethoven gibi yumuşacık olması mümkün değil.

Akademisyenlere söz söylemeye hakkımız yok

1128 akademisyenin imzaladığı ‘Barış İçin Akademisyenler Bildirisi'ne edebiyat ve sanat camiasından çok destek geldi. Siz de imzacılar arasında mıydınız?
Ben hayatımda o kadar az imza attım ki… İmza atmamam desteklemediğim anlamına gelmiyor. Akademisyenlere söz söylemeye hiç hakkımız yok. Akademisyen olabilen kişiyi öpüp başımıza koymamız lazım. Üniversitelerde hoca kalmadı. Üniversiteye hoca lazım ki, bu çocuklara bir-iki bir şey öğretsin. Çocuklar üniversiteye zaten bomboş geliyor. Kendi tarihini, Osmanlı tarihini, dünya tarihini bilmiyor, coğrafya bilgisi yok. Bırak Mısır'ı İstanbul'da Taksim'i bilmeyen öğrencim vardı. AKM'yi hayatında hiç duymamış. Topkapı Sarayı'na hiç gitmemiş, Ayasofya nedir bilmiyor. Gelmiş 21 yaşına. Ama gündelik olayları takip ediyorlar, onlar da bir kulaktan girip bir kulaktan çıkıyor.

Yıllarca akademisyenlik yaptınız, bu bildiri ve sonrasında gelişen olaylar size ne hissettirdi?
Sadece akademisyenler değil, aklı fikri düşüncesi olan insanların içinde bulunduğumuz bu durumlara üzülmeleri ve barış istemelerinden daha doğal ne olabilir? Bu bildiriyi imzalayan akademisyenlerin, bir kere düşüncelerini seslendirme hakları var. Herhangi bir şekilde haklarında kovuşturma yapılması haksızca geliyor. Kınanabilir, eleştirebilirsin de ama suç olarak görmek hangi rejimde var.

Bildiri, ‘PKK'nın eylemlerine bir şey söylemiyor, tek taraflı' diye eleştirildi. Bu eleştiriler haklı mı?
PKK bir terör örgütüdür. Terör örgütü ile terör örgütünün karşısında devlet var. Devletin sorumluluğu vatandaşını korumaktır. Ölümlerin olmaması için gayret göstermesi gerekir. Eleştiri doğru ama bildirinin yayınlanması suç değil.

Babamın yazdığı mektupları yıllardır bekliyorum

Babanızın yayımlanmayan bir yazısı, mektubu kaldı mı?
Kalmadı. Ama babamın başkalarına yazdığı mektuplar ortada yok. Senelerdir bir yerlerden çıksın diye bekliyorum.
Filiz Ali, kitabını bana imzalarken, 19 Ocak 2016... Duvarda, ressam Nihat Acemi tarafından yapılan babası Sabahattin Ali portresi. Diğer resimler Eren Eyüboğlu ve Orhan Peker.
Sahaf festivallerinin, fuarların en çok sorulan iki yazarı var: Sabahattin Ali ve Oğuz Atay. Sizce hangi yönden günümüz insanını etkiliyorlar?
Oğuz Atay çok farklı bir yazar, Sabahattin Ali çok farklı. Ama ikisi de çok samimi ve hissiyatları yüksek. ‘Ah, aynen benim gibi düşünmüş' diyor okuyanlar. Oğuz Atay'ı şahsen hiç tanımadım, bilmiyorum. Ama babam söz konusu olduğunda şunu söyleyebilirim: Kimselere benzemeyen tipler vardır hayatta ama çok azdır sayıları, babam da öyleydi. Mozart da kimseye benzemiyordu.

Babanızın eşyalarının son durumu ne?
Artık bu kadar zaman geçti aradan, ailem istediği vakit vermemişler, borcu var diye. Satıp para mı kazanacaklar gömlekten! Bir yerde olduğunu da sanmıyorum, dağılmıştır. Artık peşini bıraktım bu işlerin. 2002'den bu yana mecliste Sabahattin Ali hakkında CHP milletvekilleri Kemal Anadol ve Mustafa Gazalcı tarafından verilen bütün soru önergeleri AKP tarafından reddedildi. Ümidim yok devletten artık. Vaktiyle Kırklareli Adliyesi'ndeki dosyaları istemiştik. Su bastı filan dediler. Ya su basıyor, ya da yangın çıkıyor, o dosyalar bulunmuyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Kimin başına geldiyse böyle bir olay, o isyan ediyor sadece. Yanındaki etmiyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ 

 

5 Ocak 2016 Salı

‘Körüklü’den sanat çıktı

5 Ocak 2016
Körüklü fotoğraf makineleri 1850’lerde mi kaldı sanıyorsunuz? Hiç öyle değil. Sürekli bir üst modeli çıkan dijitallere inat, yüzyıl öncesinde kalan bu makineyle fotoğraf çekenler var. Türkiye’nin ilk sanat portalı www.lebriz.com’un kurucusu Kerim Suner, ilk sergisinde, tarihî hesap makinesi koleksiyonunu böyle fotoğrafladı.

Fotoğraf: Erkin Saygı


Teknoloji harikası dijital makineler varken, ‘çek paylaş’ dönemi zirve yapmışken, 1850’lerden kalma bir teknikle net olmayan fotoğraflar çekmenin ne âlemi var, değil mi? Âlemi de var, meraklısı da. Nostaljik olduğu kadar tehlikeli de olan ‘wet collodion’ (ıslak levha yöntemi) tekniğiyle fotoğraf çekenlerin sayısı Türkiye’de (dünyada atölyeleri düzenleniyor) yavaş yavaş artıyor. Daha Türkçesi: Körüklü fotoğraf makineleri geri döndü. Hem de epey bir zamandır. Karanlık oda kuranlar ve bu odayı kamyona yükleyip peşinde taşıyanlar, fotoğraflarını cam ya da metal levhalara basanlar, kimyasal kullanarak hayatını tehlikeye atanlar...

Türkiye’nin ilk sanat portalı www.lebriz.com’un kurucusu Kerim Suner, bir yıldır wet collodion çekimler yapıyor. Bilgisayar mühendisi olan Suner, 30’a yakın antika hesap makinesi koleksiyonunu bu yöntemle fotoğrafladı. Fenerbahçe'deki atölyesi kimya laboratuvarı gibi. Siyah eldivenini giyip solüsyonlarla, nitratlarla çalışıyor. Yarından itibaren bu kareler Nişantaşı Art22’de sergilenecek.

EL YAPIMI FOTOĞRAF, ORGANİK SERGİ

Fotoğraf Erkin Saygı

Fotoğraf Erkin Saygı

Fotoğraf Tuğrul Berge

Fotoğraf Tuğrul Berge
Suner, iyi bir fotoğraf ortaya çıkması için önce 40 dakikalık bir ön hazırlık yapıyor, sonra iki gün süren laboratuvar aşamasına geçiyor. ‘Çek paylaş’ dönemi yaşayan yeni nesil için anlaşılmaz bir durum gibi görünse de Suner, ‘Calculus 101’ adlı sergisini bir tür anma olarak niteliyor: “Bir bilgisayar mühendisi olarak her zaman uzmanlık alanımın geçmişinden etkilenmişimdir. Bu nedenle yıllar içinde eski bilgisayarlar ve mekanik hesap makinelerinden oluşan bir koleksiyon yapmaya çalıştım. Bu koleksiyonu fotoğraflamak için wet collodion, kendine özgü estetiği, üretilen her fotoğrafın tamamen el emeği ile ortaya çıkan benzersiz ve çoğaltılamayan bir obje olması, bir zamanlar en yaygın yöntem olarak kullanılmasına rağmen artık unutulmuş olması nedenleriyle en uygun teknik oldu. ‘Calculus’ serisiyle teknolojinin ve fotoğrafın tarihine bir yolculuk yaparak bu cihazları ve fotoğraf tekniklerini icat ederek günümüzün baş döndüren teknolojisine yol açanları anmaya çalışıyorum. 1851 yılında Frederick Scott Archer tarafından geliştirilen “Wet Collodion”, bir devrim yaratarak fotoğrafın yaygınlaşmasında büyük rol oynamanın yanı sıra günümüze kadar geliştirilen bütün tekniklerin de temelini oluşturdu.”


Antika hesap makinesi koleksiyonunu, 1850'lerdeki fotoğraf tekniğiyle çeken Suner, hem mühendisliğini hem de sanatçılığını ortaya koyuyor.
Kimya laboratuvarı gibi bir ortamda üretilen, el yapımı fotoğraf, -organik fotoğraf sergisi de diyebiliriz- sergisini izlemek zevkli ve heyecan verici. Suner, sergide atölyesinde kullandığı malzemeleri de sergiliyor. Wet collodion tekniğini ise ayrıntılarıyla bir el broşüründe anlatmış. Uzun soluklu bir proje olan “Calculus” serisinin ilk örneklerinin yer aldığı sergi 22 Ocak’a kadar açık kalacak.
Kerim Suner'in koleksiyonundan antika bir hesap makinesi. 

 Wet Collodion tekniğiyle çekilen antika hesap makinesinin fotoğrafı.
 Wet Collodion tekniğiyle çekilen antika hesap makinesinin fotoğrafı.

Kerim Suner, çarşamda günü açılacak Art212'deki sergisinde. Fotoğraf: Şule Tülin Üner

'Artık sanat piyasası verilerini açıklamıyoruz’
www.lebriz.com 15 yıl önce kurulduğunda ne yapmak istediği tam olarak anlaşılmamıştı. Kerim Suner, bugün de anlamayanlar olduğunu söylemekle beraber sitenin arşivinde 10 binin üzerinde sanatçıya ait yarım milyona yakın eserin fotoğraflarıyla yer aldığını söylüyor. Bu önemli bir rakam. Türkiye’nin sanat piyasası hakkında bilgi ve fikir sahibi olmak isteyenler için veri bankası demek. Kerim Suner’e 2015’te sanat piyasasının ne kadar büyüdüğünü ya da küçüldüğünü sorduk. Cevabı ilginçti: “Biz lebriz.com olarak bu bilgileri yayınlamıyoruz, ancak talep eden yayın kuruluşlarına veriyorduk. Ancak son zamanlarda önüne gelen kafasından birtakım rakamlar atıp “lebriz.com verilerine göre…” şeklinde bu atmasyon rakamları yayınlamaya başladı. Bu yüzden artık hiçbir açıklama yapmama kararı aldık. Meydanı serbest bıraktık, isteyen istediği rakamı yazıyor. Hatta bir gazetede yaklaşık iki hafta ara ile yayımlanan iki makalede birbirine taban tabana zıt veriler açıklandı.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


1 Ocak 2016 Cuma

Cem Yılmaz’ın, oğlu korkmasın diye ters çevirdiği duvarındaki tablo *



Cem Yılmaz’ı herkes komedyen diye sever, filmlerini sever, esprilerine bayılır, ben kendisini resim koleksiyoneri olduğu için takip ediyor ve seviyorum. Resim sevgisi hoşuma gidiyor. Acaba kaç resmi ve koleksiyonunda hangi sanatçılar var diye merak ediyorum.

Yılmaz, arabalara verdiği paralarla gündeme geliyor ya, valla o paraların daha alasını bence resimlere yatırıyor. Gözümle görmüşlüğüm var, tam on beş sene önce bir galerinin kapısından girdi, yanındaki sanat danışmanı arkadaşıyla galeride devam etmekte olan Mehmet Güleryüz sergisinden iki resim aldı. Resimlere 7 bin 500’er dolardan 15 bin Dolar ödedi. O zaman için çok yüksek bir rakamdı. Dudağım uçuklamıştı. Aslında fiyatı duyunca kendisinin de biraz içi gitti, derin bir nefes aldı ama bir kere ‘tamam’ dediği için, sanat danışmanına güvendiği için ve elbette sanatçıya da ayıp olmasın diye almış bulundu. Meğer o zamanlar koleksiyonerliğinin ilk yıllarıymış.

O günden beri ne zaman bir Cem Yılmaz röportajı görsem koleksiyonerliğiyle ilgili bir şey anlatmış mı diye bakıyorum. Bu sefer ki röportajı çok ilgimi çekti. Üç ayda bir yayınlanan kültür, sanat, yaşam dergisi Artkolik’in 2015-2016 kış sayısında Sebla Tanık'a verdiği röportajdan öğrendiğime göre, artık Türk ressamlardan kopmuş, internet üzerinden dünyayı takip ediyor ve fazla pahalı işlere yönelmiyor. Sarp Kerem Yavuz, Hollywood minyatürleriyle tanıdığımız Murat Palta, Çağatay Odabaşı, Ray Caesar, Carole Feuerman, Chris Cookey’i yakından takip ediyor. Ray Caesar’ın, şu anda evinin duvarındaki bir tablosunu ise oğlu gelince ters çeviriyormuş. Cümleleri tam olarak şöyle:

“Gariplik ilgimi çekiyor. Ray Caesar diye bir adam var. Çizimleri Rönesans dönemini hatırlatsa da içeride bambaşka bir mevzu dönüyor. Doku ve kompozisyon eski görünümlü ancak yaptığı iş dijital yani çok yeni. Mesela bir eser aldım. Taner Ceylan’ın boksörüne benziyor ama çok daha rahatsız edici. Hafta sonları oğlum geldiğinde korkmasın diye tabloyu ters çeviriyorum. Çıplaklı ilgili değil, kanlı olduğu için…”

 Ceylan’ın o tablosunu hemen hatırlatayım; yüzü gözü kan içinde, ağzından kan fışkıran bir boksörü anlatan ‘Ruhani’ adlı tablo, 2009’da Londra’daki ünlü müzayede evi Sothebys’de 175 bin TL’ye satılmış ve sanatçı da yaşayan en pahalı Türk ressamı ilan edilmişti.

Yani şimdi kafama takılan iki mesele var. İnsan, oğlu görmesin diye sakladığı tabloya kendisi niye bakmak ister? Merak ettim sadece…

Bir de son cümlesindeki açıklaması size de tuhaf geliyor mu, yoksa ben de mi bir gariplik var. Tabloyu çıplak olduğu için değil de, kanlı olduğu için çeviriyormuş. Yani çıplak olduğu için çevirdiğini söylese hakkında ne düşüneceğimizi sandı acaba? Muhafazakar mı, tutucu mu? Ay bu da Twitter anketleri gibi oldu. Hadi gelsin cevaplar... :)

* Bu yazı 1 Ocak 2016'da Zaman Blog'da yayınlanmıştır.

RAY CAESAR VE TABLOLARINDAN....