25 Mart 2013 Pazartesi

Emir Nuhanoviç: Sırplar, ‘bombalayacağız’ dedi, delice bir şeydi ama konseri yaptık!

25 Mart 2013 
Saraybosna Filarmoni Orkestrası, 1994’te Bosna savaşı yaşanırken 25 bin el yazması kitabın bulunduğu Saraybosna Milli Kütüphanesi’nde konser vererek, zulme karşı sessiz kalan Batı dünyasını harekete geçirdi. Bu akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda (CRR) Suriye için konser verecek olan aynı orkestranın şefi, klarnet sanatçısı Emir Nuhanoviç 1994’te savaşın ortasında, yakılmış bir kütüphanede gerçekleşen konserin perde arkasını ve olayın gizli kahramanı Bosna’nın bilge lideri Aliya İzzetbegoviç’in sanatı bir diplomasi unsuru olarak nasıl kullandığını anlattı. Aşağıda okuyacağınız röportaj sadece konser öncesi yapılmış sanatsal bir etkinliğin duyurusu değil, bir medeniyetin, tarihiyle birlikte dünya sahnesinden nasıl yok edilmek istendiğinin de delili...
Emir Nuhanoviç. Fotoğraf: Zaman, Selman Eştürkler
17 Haziran 1994’te Saraybosna’da hem savaş, hem de sanat tarihinde yüzyıllar boyunca anlatılacak bir gün yaşandı. Sırplar tarafından aralıksız bombalanan şehirde, o günün akşamında saat 20.00’de Saraybosna Filarmoni Orkestrası bir konser verecekti. Konser mekânı, çoğu Osmanlı’dan kalan 25 bin el yazması eserin bulunduğu fakat Sırpların üç gün boyunca bombalayarak harabeye dönüştürdüğü Saraybosna Milli Kütüphanesi’ydi.

Konserin konuk şefi ise, bütün tehlikesine ve kendisine yapılan uyarılara rağmen Bosna’ya gizlice gelen dünyaca ünlü orkestra şefi Zubin Mehta idi. ‘Konuk’ kelimesi sizi aldatmasın. Mehta’nın Bosna’ya geliş serüveni oldukça meşakkatli. Ve elbette konserin gizli kahramanı, zulme karşı sessiz kalan Batı’nın ilgisini yalnız sanatla çekebileceğini düşünen Bosna’nın bilge lideri Aliya İzzetbegoviç’ti. Efsanevi lider, konserden iki gün sonra amacına ulaştı. CNN International’da gün boyunca 36 kez konserin haberi verildi. Bosna’da silahlar 17 Haziran’dan bir yıl sonra sustu fakat onlar bütün dünyaya mesajlarını iletmişlerdi: “Biz unutulmuş değiliz, bu savaşı kazanacağız, dünya bizim yanımızda, her gün bomba atanların değil.”

Bu akşam CRR’de yine aynı saatte ve yine aynı orkestra 19 yıl önce verdikleri konseri –repertuarda bazı değişiklikler olsa da- tekrarlayacak. Bu kez amaçları Suriye’deki zulme dikkat çekebilmek ve konserin gelirini Suriye halkına göndermek... Saraybosna Filarmoni Orkestrası’nın 14 yıl şefliğini yaptıktan sonra 2007’de emekliye ayrılan Emir Nuhanoviç’le konser öncesinde görüştük. Şef Nuhanoviç, İzzetbegoviç’le birlikte zulme karşı sanatla direndikleri tarihi konserin perde arkasını ve sanatı bir diplomasi unsuru olarak nasıl kullandıklarını anlattı. Ayrıca bu akşamki konserin üç bölümden oluşan, ilginç olduğu kadar anlamlı repertuarı konularımız arasındaydı.

Konser yapılmadan önce Aliya İzzetbogoviç’le neler konuştunuz?
1994’ün başı çok sıkıntılı bir dönemdi. Savaş bir buçuk yıldır sürüyordu. İzzetbegoviç’in o dönemki kabinesinin yaptığı bütün diplomatik girişimlerden bir türlü sonuç alınamıyordu. Amaç Bosna’ya dışarıdan ciddi bir yardım gelmesini sağlamaktı.

Bu konserden ne bekliyordu İzzetbegoviç, kafasındaki fikir tam olarak neydi?
Avrupa'ya ve dünyaya, Bosna-Hersek’in, Avrupa’nın bir parçası olduğu anlatılacaktı. Batıdaki algıyı bilirsiniz: Bosna’da birtakım geri kalmış Müslümanlar var!.. Kültürel olarak zayıf, düşkün vs. Tipik oryantalist bakışı. O sırada, kabinenin şimdi rahmetli olan bakanlarından İrfan Lyubiyankiç ile birlikte Batı’nın anlayacağı dilde bir şeyler yapılması konusunda fikir birliğine varıyorlar ve beni çağırıyorlar.

İlk nerede görüştünüz?
Cumhurbaşkanlığı makamında. O dönemde bütün telefon hatları kesildiği için ellerinde sadece 12 adet uydu hattı vardı. O hatlar vasıtasıyla dünyayla iletişim kuruluyordu. İzzetbegoviç o hatlardan birini bana verdi ve beş gün boyunca, her gün sadece 15 dakika bu hattı kullanarak, artık hangi uluslar arası sanatçıyı tanıyorsam ona ulaşmamı ve bir şeyler yapmamı söyledi.

Siz ilk olarak kimi aradınız?
İtalya Müzik Akademisi’nden bir arkadaşım vardı. Onu aradım. Beni, hem Avrupa hem de Amerika’da önemli bir orkestra şefi olarak tanınan Zubin Mehta ile görüştürdü. Bilirsiniz kendisi, Placido Domingo, Jose Carreras ve Lucianao Pavarotti’nin bir arada olduğu dünyaca ünlü Üç Tenör projesinin fikir babası ve aynı zamanda onların konserlerinin şefiydi. 

Zubin Mehta teklifinizi duyunca ne söyledi?
Hiç tereddütsüz, Bosna’ya gelmek için hazır olduğunu ifade etti ve üç gün sonra kendisini aramamı istedi. Bu arada daha güçlü, daha tanınmış isimlere ulaşmam konusunda bana yardımcı olacağını söyledi.

Üç gün nasıl geçti kim bilir?
Oldukça zordu. Üç gün sonra ‘müthiş bir fikrim var’ diye beni aradı. Mehta, konserde Mozart'ın Requiem adlı eserini çalmamızı önerdi ve ancak bu eseri çalarsak dünya basınının ilgisini çekebileceğimizi söyledi.

Neden peki, bu eserin nasıl bir özelliği var?
Eser, Katolik bir ölünün arkasından yazılmış ağıt. Mozart’ın hiçbir zaman bitiremediği en meşhur parçalarından biri… Requiem 12 bölümden oluşuyor ve Mozart eserin 6. ile 7. bölümlerini yazarken ölüyor ve parçayı asistanlarından biri tamamlıyor. Yalnız Mehta şöyle bir şey söyledi: “Siz Müslüman bir ülkesiniz. Yöneticileriniz bu eseri belki istemeyebilir, sen öncelikle onlara sor.”

Zor bir durum olmalı…
Bu aslında bizim için bir sınavdı. Bunu kabul etmezsek biz Avrupa’nın dışında geri kalmış bir toplum olacaktık. Kabul edersek Avrupa’nın bir parçası sayılacaktık. Böyle bir ikilimi vardı bu işin ve vereceğimiz cevap önemliydi.

Sordunuz mu Aliya İzzetbegoviç’e?
Anlattım hemen kendisine. Şöyle söyledi: “Elbette olsun. Allah isteseydi eğer bütün dünyadaki herkesi Müslüman yapardı. Biz bu konseri yapalım. Ben de geleceğim.”

Konsere sadece Zubin Mehta mı geldi, başka sanatçılara ulaşamadınız mı?

Zubin Mehta üç önemli sanatçıyı da konsere getireceğini söyledi. Çünkü Requiem çok fazla tenor ve sopranoyla söylenen bir opera. Jose Cesarasa, Rugiera Raymond, Cecili Gzdi ve İldiko Comolshi’ye de konsere geldiler. Sonra hazırlıklar başladı.

Kaç kişi olacaktınız konserde?
Bizim koromuz ve filarmoni orkestramız vardı. Dışarıdan şef ve dört solist geldi. 150 kişi sahneye çıktık.

Zubin Mehta ve diğer sanatçılar savaş olan bir ülkeye nasıl geldi, ölmekten korkmadılar mı?
BM’nin gıda getiren uçağıyla geldiler, Hırvatistan üzerinden, gizlice.  Mehta, ‘ölürsem müzisyenlerle ölürüm’ diyen, hümanist düşünen bir sanatçı.

O zamanki konserden kaç kişi bu akşamki konserde sahneye çıkacak?
Sembolik olarak dört kişi var. Diğer üyeler izin problemi çıktığı için gelemedi.

Zubin Mehta yönetimindeki Saraybosna Filarmoni Orkestrası, Saraybosna Milli Kütüphanesi, 1994.
Külleri soğumamış Saraybosna Milli Kütüphanesi’nde konseri vermeye nasıl karar verdiniz?
Biz konserlerimizi Saraybosna Ulusal Tiyatro Salonu’nda yapıyorduk. Fakat bu konserin daha vurucu ve altı çizilecek şekilde olması için bir bina arayışına girdik. Aliya İzzetbegoviç, Saraybosna Milli Kütüphanesi’nde yapmamızı istedi. Bu kütüphane Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde yapılmış Osmanlı’dan kalan el yazmaların olduğu önemli bir kütüphaneydi. İzzetbegoviç beni ‘kütüphanenin durumuna bakmam ve orada konser olabilir mi’ diye kontrol etmem için görevlendirdi.

Nasıldı manzara, neyle karşılaştınız?
Kütüphanenin her yeri molozlarla dolmuştu. Konserin yapılabilmesi, orkestra kurulabilmesi imkânsızdı. Orkestradaki arkadaşlarla geceleri gizli gizli gidip o molozları temizledik. Gündüz yapmamız mümkün değildi. Orkestranın oturabileceği kadar temizlik yaptık. İzzetbegoviç ve 15-20 dava arkadaşının oturabileceği yer ayarladık. Fakat konserden önce son provayı ulusal tiyatroda yaptık. Daha o provada salon tıka basa doluydu.

Gündüz neden yapamıyordunuz temizliği?
Gündüz Sırpların ‘sniper’ dedikleri keskin nişancıların menzillerine giriyorduk. Kütüphanenin yanında Sırpların binaları vardı. Hiçbir şekilde onlara dokunulmuyor, sadece kütüphane yakılıyordu. İlginç olan şu; kütüphanede çalışan bazı insanlar yangın başlayınca kitapları kurtarmak için can havliyle içeri dalıyorlardı. Kitapları alıp çıkmaya çalışıyorlardı. Yüzyıllık eserler çünkü. Keskin nişancılar çıkanı öldürüyordu.

Siz konsere hazırlanırken düşman uyumuyordu herhalde. Fark etmediler mi bir şeyler döndüğünü?
Dört saat önce konser yapacağımızı öğrenmişler. Eğer konser olursa dünyanın ilgisini çekeceğini, konserin Boşnaklara pozitif katkı yapacağını anladılar tabii ki ve ‘bombalayacağız’ diye tehdit ettiler bizi. Bu arada nişancılar dört kişiyi öldürdü. Fakat vazgeçmedik.

Zubin Mehta ne yaptı?
Bosna'da o dönemde görev yapan BM askeri gücü UNPROFOR’un komutası, konser boyunca bombalanma tehlikesini öne sürerek, Zubin Mehta ve Jose Cesarasa’a vazgeçmelerini önerdi. Aynı şekilde bizim Müslüman Boşnak askerler de Aliya İzzetbegoviç’i uyardılar. ‘Her şeye rağmen orada olacağız.’ dedi herkes.

Kütüphanenin güvenliğini nasıl sağladınız?
Güvenlik filan yok. Kimse ölümü düşünmedi. Kütüphanenin kubbesi camdandı. Biz orkestrayı o camın altına kurmuştuk. Bomba atsalar direk üstümüze gelirdi. Hepimiz tehlikenin farkındaydık ama kimsede korku havası yoktu. Moralimiz yüksekti.

Ne kadar sürdü konser, Bosna halkı sizi nasıl dinledi?
Sekizde başlayan konser dokuzu çeyrek geçe bitmişti. Aptalca ama şöyle bir şey yaptık: İçeride konseri dinlemek isteyen halk için yer yoktu. Biz de binanın dışına sesi hoparlörlerle verdik, insanların oturacağı yerler yaptık. Bu delice bir hareketti. İçeride de dünyaya servis edilecek çekimler yapılıyordu tabi.

Zubin Mehta konseri yönettiğine göre siz neredeydiniz?
Ben aynı zamanda enstrüman sanatçısıyım. Konserde klarnetimi çaldım. Mozart, Requime’in 6. bölümünü bitirirken klarnetin en güzel dört bölümünü yazıyordu. O anda Mehta bana komut verdiğinde tek başımayken çalamadığım kadar içten çalmıştım klarneti, ruhumdan bir şeyler akıp gitmişti.

Konserde sonra ne yaptınız peki?
Konser bitince hep birlikte Saraybosna’nın en iyi oteli olan ama o zaman yarısı yıkılan  Holiday Inn’de akşam yemeği yedik. Yemekten sonra Zubin Mehta bana 10 bin dolarlık bir çek uzattı. Bu parayı orkestraya bağışladığını, parayla iki konser yapıp müzisyenlere dağıtmamız istedi. Ben önce şaka zannettim.

Evet şaka gibi, savaşın ortasında elektrik yok, banka yok, parayı nasıl tahsil edeceksiniz?
Mehta, ‘Ertesi gün biri gelip çeki alacak ve parayı getirecek.’ dedi. 10 gün sonra biri geldi ve dediği gibi oldu.

Bu adam kimmiş, nereden geliyor sormadınız mı?
Sorduk tabi ki. Birleşmiş Milletler’den gelen bir yetkiliydi.

Konserin yankıları peki? Savaşın bitmesine katkısı oldu mu?
İki yıldır savaş devam ediyordu. CNN International’da 36 kez konserimiz yayınlandı. İlk kez Saraybosna’dan katliam, trajedi olmayan bir zafer hikâyesi dünya televizyonlarında yer aldı. Konser aynı zamanda Saraybosnalılar için bir motivasyon oldu. ‘Dünya zulmü fark etti, biraz daha dayanın’ mesajını aldı halk. Konser biter bitmez İzzetbegoviç herkese teşekkür etti. Onun bize söylediği aslında şuydu: “Bu yaptığınız esasında çok büyük bir olay. Bunun henüz farkında değilsiniz.”

Konserin savaşın bitmesine katkısı?
Biz hemen Batı müdahale etsin diye bekledik ama hemen olmadı. Bir yıl daha sürdü savaş. Müdahaleyi esas hareketlendiren kişi Bill Clinton’dı.

Konserin etkisi bir yıl sonra mı oldu?
Bu tabii kritik bir konu ama ses getirme ve dikkatleri toplama açısından etkisi oldu. Ben çok ciddi anlamda katkı yaptığına inanıyorum. Konserden önce biz Müslümanlar, öldürülmesi önemsiz insanlardık. Konser, İzzetbegoviç’in geleceği gören ince düşüncesinin bir stratejisiydi.

Bir yıl sonra NATO müdahale etmeyince tekrar bir şey yapalım demediniz mi?
Aliya İzzetbegoviç tekrar  çağırdı beni. Viyana’daki Amerikan büyükelçisinin eşinin orkestra şefi olduğunu ve aynı zamanda Hillary Clinton’la çok yakın ilişkileri bulunduğunu ifade etti. Onunla bir konser daha organize etmemizi istedi. Saraybosna Filarmoni Orkestrasını yönetmesi için davet ettim hanımefendiyi. Konsere büyükelçi de geldi ve şunu fark ettim: Büyükelçi eşini o kadar ilgiyle izliyordu ki, sanki onu ilk kez görüp âşık olmuş gibi. Sadece onu izliyor ve başka kimseye bakmıyordu. Konser bitti, akşam yemeğine gittik, ben büyükelçinin yanına oturdum. “Eşiniz müthiş bir müzisyen, müthiş bir orkestra şefi. Viyana’da, Paris’te birlikte konser versek ne güzel olur.” dedim. “Hemen organize edelim.” dedi. “Fakat biz Saraybosna’dan çıkamayız ki, bu nasıl olacak? Konser verebilmemiz için NATO müdahale etsin.” dedim. Aramızdaki bu görüşme, Bill Clinton’un NATO’nun müdahalesine yeşil ışık yakmasına vesile olmuştur. Savaş bittikten iki ay sonra Clinton Bosna’ya geldi ve uçaktan iner inmez ilk bizim konserimizi izledi. Bu konseri de yine ben ve büyükelçinin eşi yönettik. Bu konserler diplomasinin önemli bir parçasıydı.

Bu akşamki Suriye konseri için neden Türkiye seçildi?
Çünkü bize savaş döneminde yardım eden, sahip çıkan tek ülke Türkiye’ydi. Şu anda da Suriye’ye Türkiye yardım ediyor, gene aynı durum var.

Son olarak söylemek istediğiniz?
Bu konserin hikâyesini yönetmen Belgin Güven Bilgin ve Bosnalı bir senaristle ortaklaşa yazıyor. Türkiye-Bosna yapımı bir film olacak.

Suriye zulmünden kaçan 
keman virtüözü Ali Moraly de sahnede olacak

19 yıl önceki konserin konuk şefinin Zubin Mehta olduğunu söylemiştik. Bu akşamki konserin konuğu ise altı ay önce Suriye’deki zulümden kaçıp ülkemize sığınan keman virtüözü Ali Moraly. 15 Mart 2011 Suriye’de zulmün başladığı tarih. Mart 2013’teyiz. Savaş iki yıldır devam ediyor. Tıpkı 1994 Hazira’nın da Bosna’da olduğu gibi. Üç haftada Dr. Bilgin Sait’in girişimiyle ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla karar verilen konserde ilk olarak sahneye Moraly çıkacak ve Albioni’nin 7 dakikalık Adecco adlı eseri çalınacak. Bu eserin seçilmesinin özel bir nedeni var. Bosna Savaşı devam ederken Emir Nuhanoviç’in çello sanatçısı bir arkadaşı her gün saat 16.00’da sokağa çıkarak bir gün dağın başında, bir gün evin çatısında 20 dakika Adecco’yu çalıyor. O dönemde erkeklerin sokağa çıkması yasak. Bazen kadınlara ve çocuklara izin veriliyor. Çellist’in hikâyesi bir Hollywood filmine de konu olmuştu. Konser devam ederken arka perdede Bosna ve Suriye savaşından fotoğraflar gösterilecek.

İkinci bölümde Nuhanoviç’in Çağrı filminden hareketle aranje ettiği 7-8 dakikalık bir parça icra edilecek. Çağrı filminin bestecisi Fransız Mauricce Jarre’la birlikte daha önce pek çok konserde birlikte çaldıkları için böyle bir esere yer vermek istediğini söylüyor Nuhanoviç. Ardından Beethoven’in 40 dakikalık 5. senfonisini dinleyeceksiniz. Tüm dünyanın ortak malı haline gelen bu senfoni “ta ta ta taaa” diye başlayan motifle açılıyor. Beethoven bu motifi “kader kapıya böyle vurur” diye adlandırmış. Suriye halkının kaderleri kapıyı vurmuştur artık. Onlar, tıpkı bu senfonideki gibi umutsuzluk, kimsesizlik, yoksunlukla mücadele edecekler ve sonunda kaderlerini yaşayacaklar…

HABERİN SAFYAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


21 Mart 2013 Perşembe

Usta senarist Ayşe Şasa: Onur ödülünü istemediğimi söylemedim

21 Mart 2013
Ayşe Şasa, 29 Mart’ta açılışı yapılacak 32. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü alacak. Fakat bu ödüle önce ‘hayır!’ dediğini okuduk. Sonra neden fikir değiştirdiğini merak ettik. Aslında fikrini değiştirmemiş. Şasa, meselenin aslını açıklarken son yıllarda çekilen filmleri niye izlemediğini de anlattı.

Sinema yazarı Atilla Dorsay, 12 Ocak 2013'te yazdığı ‘Örtünen hanımlar ve ödülleri üzerine' başlıklı yazısında Necla Nazır'ı 21 Ocak'ta verdikleri SİYAD ödülü için, senarist Ayşe Şasa'yı da 30 Mart-14 Nisan'da yapılacak İstanbul Film Festivali'nde takdim edilen onur ödülleri için önerdiğini fakat her iki ismin de ‘hayır' dediğini yazmıştı.
Yazının devamındaki ifadelere göre hayır demelerinin nedeni netti: İnançları gereği örtünmeleri, yaşam tarzları. Bu yazı, pek çok sinema sitesi tarafından ‘anlamlı teklif' diye haber yapıldı. Her iki ismin de örtülü fotoğrafları yan yana konularak... Festivalin programı açıklandığında ise 29 Mart'taki açılış töreninde onur ödülleri alacaklar arasında Ayşe Şasa'nın ismi vardı. Şasa'ya fikrini neden değiştirdiğini sorduk. Anlattığına göre durum yazıda bahsedildiği gibi değil.

Önce bu ödülü istemediğinizi okuduk, sonra da alacağınızı. Fikrinizi niye değiştirdiniz?
Bu sorunun cevabı çok basit. Bir yanlış anlama olmuş. İKSV'nin ödülünü almak istemediğimi, bazıları reddettiğimi düşünmüş. Ödül reddetmek gibi bir şeyi ben düşünmedim. Necla Hanım'ı bilmiyorum.

Peki neden böyle yazıldı?
Burada yanlış anlamaya sebep olan şu: Ben ödül almaya gidemeyeceğimi söyledim. Çünkü eskiden geçirdiğim sinir zafi yetinden dolayı strese, heyecana ve kalabalığa tahammülüm sıfır.

Ödüle ‘evet' ama gidip almaya ‘hayır' mı dediniz o halde?
Evet, elbette. Bunu yapamayacağım için. Tamamen insanî bir durum. “... ödüllerini bizzat gelip almaları konusunda ricada bulundum.” diyor yazısında aslında Atilla Bey. ‘Almak istemediler' diye bir şey yok.

Yazının devamında “İşte ben buyum, artık böyle giyiniyorum, böyle yaşıyorum” desinler. Ama galiba gelmeyecekler, deniliyor.
Evet doğru, devamını okuyunca öyle anlaşılıyor. Burada söz konusu olan, ödüllerin gidip alınması. Bu çok büyük bir problem değil ki aslında! İnsanlar ödülü gidip alacak durumda değildir, bir başkası onun yerine gider.

Sağlık nedenleriyle almaya gidemeyeceğinizi söylediğinizi şimdi öğreniyoruz.
O yazıdan sonra ben tekrar kendisini aradım zaten. ‘Atilla, bunun hayattan kaçmayla, kopmayla ve kibirle ilgisi yok', dedim. Yaşam tarzımla ilgili benim kompleksim bulunmuyor. Ben ısrarla kalabalıktan uzak duran biriyim.

Peki ödülü almaya sizin yerinize kim gidecek?
Yönetmen Semih Kaplanoğlu arkadaşımdır. Rica ettim. Eğer bir engel çıkmazsa o gidecek. Benim için bir şeref Semih'in alması. Sinemamızda önemli bir isim çünkü.

Son dönemdeki sinemayla, filmlerimizle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Son yıllarda film izleme konusunda çok çekimserim. Son derece seçiciyim. İçinde manevi bir esinti yoksa, aşkın bir gaye işlenmiyorsa ilgilenmiyorum filmlerle. Dünyada ve Türkiye'de yapılan filmler ve modern sanat dünyanın şiddetini, acısını, bunalımını zehir haline getirip insanların gözüne sokuyor. İnsanları mutsuzluğa sürüklüyor. Karanlığa boğuyor. İnsanları nihilizme, yeise, küfre götüren bu tür realizmin ya da natüralizmin benim için hiçbir değeri yok. Sanat her çağda ve özellikle bugün, umut vermeli. Varoluşa, aşkın gayelerine işaret edebilmeli. Gerçek umut da, gerçek gaye de inançtan beslenir. Allah'a ve ahirete inançtan…

En son hangi filmi izlediniz?
En son çok gecikmeli olarak Mahmut Fazıl Coşkun'un Uzak İhtimal filmini izledim. Belki bir sene ya da 8-10 ay önce.

Merak ettiğiniz başka bir film olmadı mı bu sürede?
Şöyle yapıyorum. Bilim Sanat Vakfı'nda sinema dersi yapan bir grup genç var. Filmlerin konularını kabaca gençlere anlattırıyorum. Eğer ilgimi çeken bir şey olursa ‘Çocuklar bir bilgisayar alın gelin.' diyorum. Getirip bana izlettiriyorlar, eksik olmasınlar.

İlginizi çeken başka hangi filmler oldu?
On yılda ciddiye aldığım filmlerin sayısı çok az. Ahmet Uluçay'ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Kaderin gücünü anlatan Uzak İhtimal şiirli, güzel bir film. Semih Kaplanoğlu'nun üçlemesi tabii ki. Bir de hidayet hikâyesi olarak okuduğum, aslında kendisi toplumcu olan Yavuz Turgul'un Gönül Yarası.

Neden hidayet filmi?
Kadere inanmayan, kader aleyhinde konuşan, ders veren bir adamın kaderi kabul etmesi var Gönül Yarası'nda. Bu bal gibi hidayettir benim için. Bir yerden başka bir yere varmaktır.

Son olarak ödülle ilgili söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Sağ olsunlar, layık görmüşler. Bu ödül beni duygulandırdı. Sinemadaki eski günlere, 1960'lı yıllara geri götürdü. Doğrusu böyle bir ödül beklemiyordum. Biz tamamen dışlandığımız dönemlerden geçtik. Çalışma hayatımız boyunca dışlanmaya alıştık. O bakımdan beklediğim bir şey değil. Bu işler ödül meselesinde kalmamalı.

‘Ödül meselesinde kalmamalı' derken…
Ödüller iyi. Fakat Türk sinemasını besleyecek gelenekler üzerinde kuramsal bir şeyler yapılmalı. Genç nesiller, kendi tarihlerinden, medeniyetlerinden gelen sanat, gelenek ve klasiklerle bağlantı kurmadan ortaya bir şey koyamazlar. Düşünme, tefekkür konusunda eksik bir toplumuz. Düşünce ve sanat yönünden zayıf bir noktadayız. Ama birçok gençle irtibat halindeyim. Yepyeni bir elit yetişiyor. Beni hayata bağlayan ve gelecekten umutlandıran şey bu.

Ayşe Şasa ve Safa Önal’ın senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı, başrollerinde Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın oynadığı 1966 tarihli “Ah Güzel İstanbul”, festivalin açılışında gösterilecek.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ 

19 Mart 2013 Salı

"Mimar Sinan mezarında fırıl fırıl dönüyordur"

19 Mart 2013 
Yazar, şair mimar Cengiz Bektaş:
 "Mimar Sinan mezarında fırıl fırıl dönüyordur"

Cengiz Bektaş, Kuzguncuk'taki evinin önünde. Fotoğraf. Sevinç Özarslan
80 yaşına varmış Antalyalı bir usta, bir zamanlar Anadolu’da evlerin nasıl yapıldığını anlatıyor: “Bir kişi ev yaptırmaya karar verdi mi, sora araya bulduğu ustanın evine bir çuvalbuğday yollarmış. Usta böylece o kişinin kendisine bir ev yaptırmak istediğini anlarmış. O işi yapmaya gönlü varsa, yapabilecek durumdaysa, alıkoyarmış buğday çuvalını. Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlarmış. Usta iyiden iyiye tanırmış işvereni. Hali vakti yerinde mi, kaç çocuğu var, başka olacak mı? İşveren de ustaya istediği evle ilgili düşündüklerini aktarırmış… Kimi isteklerini de, daha önceden bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek aktarırmış: ‘Bak şöyle bir şey istiyorum.’ ya da ‘Şuna benzesin ama şurası da şöyle olsun.”

Bugün bize ne kadar uzak bir zarafet, öyle değil mi? Dünyanın gözbebeği İstanbul’un ortasına silüeti bozan ucube gökdelenler inşa edilirken mimarların bile fikri sorulmuyor. Günümüzün yaşayan en ünlü mimarlarından, şair, yazar Cengiz Bektaş, yeni yayımlanan Türk Evi” kitabında (YEM Yayın) anlatıyor yukarıdaki hikâyeyi.

İçinde doğup büyüdüğü coğrafyanın ev kültürünü tanıyabilmek için Balkanlar’da, Adalar’da ve Anadolu’da yaptığı sayısız araştırma-inceleme gezilerinin bir sonucu olan kitaptaki ev örneklerini Bektaş, bizzat fotoğraflayarak, hikâyelerini yazıp çizerek, çoğunu ölçüp biçerek tespit etmiş. Bu nedenle TOKİ’nin, yeşil Bursa’nın ortasına tokat gibi yapıştırdığı gökdelenleri de, ‘kanser hücreleri’ diye tarif ettiği Foça’daki 2. konutları da görmeye dayanamadığından bahsediyor. “Bu konutları bize düşman olan bile öldürseniz yapmaz. Biz yapıyoruz ama. Tek derdimiz para kazanmak. Onun için bu kitap önemli. Çünkü biz böyle bir kültürden geliyoruz.” diyor.

Türk evleri kadim zamanlardan gelen birikimin ve Osmanlı’dan kalan yüksek yaşama kültürünün eseri. Bektaş’ın anlattığına göre Türk evinin mimari yapısı aile terbiyesi üzerine kurulu ve bugünkü bütün konutlardan daha ekonomik, oldukça da esnek. Her odası 24 saat kullanılabiliyor. “Oda değil, evdir zaten onlar. Türk evinin bir odasında hiç dışarı  çıkmadan yaşayabilirsiniz. Yatak serili ise çocuk pat diye odanın kapısından girince annesini babasını göremiyor. Çocukla yüz göz olmuyorlar. Halbuki benim kuşağımda bile bütün arkadaşlarım, önce anne babalarını çıplak görmüşlerdir... Sonra yatakların konulduğu bir yüklük ve banyo vardır. Bir Müslüman, Rum evi satın aldığı zaman ilk yaptığı değişiklik banyodur. Sonra gelen komşuya hemen kahve pişirmek için bir taş dolap görürsünüz. Yanında ocak vardır. İsterse yemeği ısıtabilir. Aynı yerde oturur, yatar, kalkar, dışarıya çıkmadan gününü burada geçirebilir.” diyor ve soruyor: “Halbuki bugün öyle mi? Yatak odanıza giriyorsunuz, 8 saat uyuyup, sonra da kapıyı çekip çıkıyorsunuz. 16 saat oda boş duruyor.”

Cengiz Bektaş, kültürümüze Balkanlar’da, Avrupa’da da nasıl sahip çıkamadığımızı, ayakta uyuduğumuzu 7-8 yıl önce bir konferans için gittiği Makedonya’da yaşadığı olayı örnek vererek açıklıyor. Kürsüye kendisinden önce bir profesör çıkıp konuşmaktadır. “Müslümanların evi çok süslüdür, Hıristiyanların evi yalın ve sadedir...” cümleleriyle. Bunu anlatırken de Ohri kıyısında bir evi gösterir. Sonra sıra Bektaş’ta... Biri Ohri gölünün kıyısında, diğeri Safranbolu’da iki evin fotoğrafını gösterir salona ve “Sayın profesör bu iki evin nerede olduğunu söyleyebilir mi?” diye sorar. ‘Elbette Ohri’ der her ikisine de. Oysa iki ev arasında 1400 km vardır.

BİR MİMAR BU ŞEHİRDE NASIL YAŞAR?
35 sene önce Ankara’dan İstanbul’a bile isteye taşınmaya karar verdiğinde tek amacı vardır Cengiz Bektaş’ın; şimdi de yaşadığı Kuzguncuk’ta komşuluk ilişkilerini canlandırmak. Aslında çocukluğu İstanbul’da geçmiştir, kültürümüzün özelliklerini bilerek büyümüştür. İnsanoğlu topraktan ne kadar koparsa insanlığından da o kadar uzaklaşıyor ona göre. “Yirmi sekizinci katta oturan insan on ikinci katta oturanla komşuluk yapabilir mi?” diye soruyor haklı olarak.

Türk evleri komşuluk ilişkilerini gözeterek de inşa edilmiş. Böylesine ince ayrıntıların peşine düşen bir mimar ve aynı zamanda şair olan Bektaş’a “O zaman şehirleri gezerken ızdırap duyuyor olmalısınız?” diye soruyoruz: “Elbette” diyor: “Her gün daha fazla. Eskiden bu memlekette bir hukukçu nasıl yaşar diye düşünüyordum, şimdi bir mimar nasıl yaşar diye dünüyorum. Mimar Sinan mezarında fırıl fırıl dönüyordur herhalde. Hiçbir şey anlamamışlar diyordur.”

45 YIL ÖNCE YAPTIĞI BİNAYA DAVA AÇACAK 

“Bundan 40-45 yıl önce Ankara Kavaklıdere Caddesi’nde bir bina yapmıştım. TBMM’ye aşağıdan giriş vardır, hemen onun karşısında. Gerçekten ilginç binadır, o zamana göre ileri bir teknoloji kullanılarak inşa edildi. Spor bakanlığı olarak kullanıldı, şimdi vergi dairesi. Bu binanın cephesine Ankara Belediyesi, Osmanlı ve Selçuklu motifi işleyecekmiş! Herhalde örgü örüp üzerine asarlar. Yasal olarak bana sormaları lazım ama sormadılar bile. Ankara Mimarlar Odası olarak hep birlikte yakında dava açacağız.”

CENGİZ BEKTAŞ'IN ARAŞTIRMASINA KONU OLAN TÜRK EVLERİ 










HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

16 Mart 2013 Cumartesi

Tarihî Türk müziği nota arşivi açılıyor

16 Mart 2013  
Osmanlı döneminden kalan elyazma nota külliyatının da yer aldığı TRT’nin tarihi Türk müziği arşivi, internet ortamında kullanıma açılıyor. Beş yılda dijital ortama aktarılan 12 bin 548 notanın bulunduğu www.trtkulliyat.com adresinin tanıtımı bugün İstanbul Radyosu’nda yapılacak. Tanıtımda 40 adet orijinal nota da sergilenecek.
TRT Müzik Dairesi Başkanı Deniz Çakmakoğlu, “Elimizdeki notaların ve belgelerin tamamı 165 bin 16 sayfa. Hepsi çok değerli.” diyor. FOTOĞRAF: SEVINÇ ÖZARSLAN
   Türk müziğinde notanın yaygın ve etkili şekilde kullanılışı Sultan III. Selim döneminde başlıyor. 19. yüzyıl başında, III. Sultan Selim’in isteğiyle Ermeni asıllı müzisyen Hamparsum Limonciyan, kendi adıyla anılacak Hamparsum nota sistemini geliştirdi. Böylece iki yüzyıl boyunca Türk müziğinde binlerce eserin kaybolması önlendi. 19. yüzyıldan kalan bu notaların bir kısmı uzun yıllardır TRT Müzik Dairesi Başkanlığı’nın arşivlerinde saklıydı. 2008’den bu yana Müzik Dairesi Başkanlığı, İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin ortak yürüttüğü çalışma sonucu, 12 bin 548 nota dijital ortama aktarıldı.

Hamparsum nota sistemi ile yazılmış çeşitli elyazma külliyat, Batı ve halk müziği notaları, Türk operetleri, kantolar, köçekçe takımları ve fasıl dizileri, bugünden itibaren internet ortamında kullanıma açılıyor. İstanbul Radyosu’nda bugün saat 15.00’te tanıtımı yapılacak www.trtkulliyat.com adresindeki nota sayısı zamanla 70 bine çıkacak. Muallim İsmail Hakkı Bey, Leon Hancıyan, Dr. Hamit Hüsnü Kayacan, Astikzade Bogos, Refik Fersan, Şerif İçli ve Vecihe Daryal’ın yazdığı arşivdeki 748 adet külliyatın bir kısmı, sanatçıların mirasçıları TRT Müzik Dairesi Başkanlığı’na hibe ettiği, bazıları da kurum tarafından satın alındığı için bugüne kadar korunabilmiş.

   Sitenin tanıtıldığı programda, elyazması nota külliyatından seçilen ve İstanbul Radyosu stüdyosunda kaydedilen, bugüne kadar hiç duyulmamış eserleri içeren 18 dakikalık “Geçmişin Ruh İzleri” adlı albümün icrası gerçekleştirilecek. Ayrıca orijinal elyazması eserlerden oluşan 40’a yakın nota sergilenecek. Maksat, o dönemin ruhunu yansıtmak. Albümdeki eserler, Hamparsum notalarından günümüz notalarına çevrilerek icra edilmiş. Türk müziği tarihini aydınlatan bu eserlere siteden ulaşmak ücretsiz olmayacak. Siteyi incelemek ücretsiz fakat notaların çıktısını alıp kullanmak isteyen meraklıların siteye üye olmaları gerekiyor. Makam, bestekâr adı ve forma göre arama yapılabilen sitede bir nota sayfasının bedeli 25 kuruş. Osmanlı öncesi ve sonrasındaki nota yazım sistemlerini anlatan web sitesi 10 dilde yayın yapacak.

BELGELERİN TAMAMI 165 BİN SAYFA

TRT Müzik Dairesi Başkanı Deniz Çakmakoğlu başkanlığında yürütülen “Geçmişten Geleceğe Güçlü Bağlar İçin Arşivini Koru, Geleceğe Aktar” adlı proje, İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nilgün Doğrusöz, TRT sanatçısı Vahit Anadol, Osmanlı Arşivi Daire Başkanı Önder Bayır ve daha pek çok ismin emeğiyle hayata geçirildi. Çakmakoğlu, “Elimizdeki notaların ve belgelerin tamamı 165 bin 16 sayfa. Hepsi çok değerli. Belgeleri saklamak yerine tarihe ışık tutmak amacıyla dijital ortama aktardık. Arşivimizi koruyup geleceğe aktarmak hepimizin görevi.” diyor.



MESUT CEMİL BEY ANLATIYOR
Sitedeki önemli bölümlerden biri Sesli ve Görsel Yayınlar Arşivi. İsmail Hakkı Bey’in Acem Kürdi Saz Semai’sini ya da Kemani Rıza Bey’in Tahir Buselik Peşrevini bu bölümde dinleyebiliyorsunuz. Dikkat çeken videolardan arasında tambur ve viyolansel sanatçısı Mesut Cemil Bey’in (1902-1963) yaptığı bir radyo sohbeti var. Sanatçı bu sohbette, Ali Rıfat Bey’in 10 binin üzerindeki elyazması külliyatının nasıl hibe edildiğini anlatıyor.




HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


14 Mart 2013 Perşembe

İbrahim Safi’nin ‘Türk Bestekârları’ İTÜ’ye bağışlandı

14 Mart 2013  
Ressam İbrahim Safi’nin 90 eserden oluşan ‘Türk Musikisi Bestekârları’ serisinden 12 tablo önceki gün ressam-koleksiyoner Ahmet Fazıl Aksoy tarafından İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’na bağışlandı. 70 eserin halen Yapı Kredi Bankası’nın koleksiyonunda olduğunu söyleyen Aksoy, “Onların ait olduğu yer burası. Orada depoda duruyor. Bu eserler konservatuarın duvarına daha çok yakışır.” diyor.
İTÜ Ercüment Berker Kütüphanesi’nde sergilenen portreler arasında Hoca Meragi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Dede İsmail Hamami, Hacı Sadullah Ağa gibi bestekarlar var. (Koleksiyon: Ahmet Fazıl Aksoy.) Fotoğraf: Sevinç Özarslan


Türk resminin önemli isimlerinden İbrahim Safi’nin (1898-1983) henüz 18 yaşındayken, altı ay gibi kısa bir zamanda yaptığı ‘Türk Musikisi Bestekarları’ serisinden 12 eser, Ahmet Fazıl Aksoy tarafından İTÜ Türk Devlet Konservatuarı’na bağışlandı. Önceki gün konservatuarın içindeki Ercüment Berker Kütüphanesi’nde sergilenmeye başlayan eserler aslında 90 tabloluk serinin çok az bir bölümü. Aksoy, bu eserlerin 70’inin halen Yapı Kredi Bankası koleksiyonunda olduğunu söylüyor. Kendisinde bulunan 20 eserin kimini hediye ettiği, kimini de satmak zorunda kaldığı için sayı 12’ye düşmüş.

Sergilenen portreler, Hoca Meragi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Dede İsmail Hamami, Hacı Sadullah Ağa, Kantemiroğlu, Tanburi İzak, Nasibin Mehmet Bey, Zeki Mehmed Ağa, Şakir Ağa, Halim Ağa, Leyla Hanım (yanda) ve Küçük Müezzin Çelebi gibi Türk müziğine emeği geçen bestekârlara ait. Aksoy, bu tabloların en çok Türk müziği konservatuarına yakışacağını düşündüğü için bağışlamaya karar verdiğini ifade ediyor ve ekliyor: “Diğer 70 eserin de ait olduğu yer burası. Yapı Kredi Bankası da Türk Musikisi Bestekarları Koleksiyonu’nu İTÜ’ye bağışlayabilir ama pek sanmıyorum. Orada depoda duruyor. Bu eserler konservatuarın duvarlarına daha çok yakışır. O bestekarların her biri bu kurumun hocası sayılır.”

    1949 yılında Samsun’da doğan Ahmet Fazıl Aksoy, İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nden mezun. 1980’de avukatlığı bırakıp ressam olmaya karar vermiş, halen resim yapmaya devam ediyor. 30’lu yaşlarından bu yana da Türk ressamların koleksiyonunu yapıyor. Aksoy’un, İbrahim Safi’ye karşı ayrı bir sevgisi var. Özellikle sanatçının ‘Türk Musikisi Bestekarları’ serisini çok sevmiş ve 15-20 yıldır peşini kovalamış, bulabildiklerini satın almış.

    Bir anlamda sanatçıya vefa borcunu ödemek için eserlerini bağışladığını anlatıyor Aksoy: “Resme başladığım ilk yıllarda İbrahim Safi’nin bana çok emeği geçti. Bu eserleri nasıl koruyacağım üzerinde çok düşündüm. Hiçbirini ayırmaya kıyamadım. Satsam dağılıp gidecekti. İlk düşüncem Taksim Metrosu’na ya da Galata Mevlevihanesi’ne vermekti. Sonunda burada karar kıldım. İbrahim Safi gibi bir ressamın müzesi yok, vârisleri de olmadığı için kimse sahiplenmiyor. Bu şekilde küçük bir müzesi oldu. Ben de vefa borcumu ödemiş oldum. Böylece hem öğrenciler faydalanacak hem de İbrahim Safi ismi onurlanacak.”

RESİMLE MÜZİK BULUŞTU
    Serginin açılışında İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca, Türk Müziği Konservatuarı Müdürü Adnan Koç’un yanı sıra kanun sanatçısı Erol Deran da katıldı. İbrahim Safi ile bizzat tanışan Deran bir anısını anlattı: “1979’da Beyoğlu’ndaki Olgunlaşma Enstitüsü’nde bir sergi açılmıştı. Ben de gittim. Kendisiyle biraz konuştum fakat öyle pek bir yüz vermedi, enteresan biriydi. Sonra zaman zaman ressam arkadaşlarıyla birlikte tabiata çıkıp resim yaptığını öğrendim. Ve bu arkadaşların biriyle konuştuğumda İbrahim Safi’yi bana ‘Ben bir resmi ancak yapmışken o iki tane bitirmişti.’ diye anlattı. Safi, çok çalışkan ve çok özgür fırçası olan bir ressamdı. Güzel sanatların iki dalı; resim ve müziğin tuvalde buluşması çok güzel.”

100. sergisinin açılışından bir sün sonra vefat etti

1898 Nahçivan doğumlu İbrahim Safi, Moskova Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu fakat 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla öğrenimi yarıda kaldı. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Kafkasya’da savaşan orduyla Türkiye’ye geldi. 1918’de ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’ne girdi, Namık İsmail atölyesinde çalıştı. 1923’te mezun oldu.

Namık İsmail’in yanındaki çalışmalarını 1930’a kadar sürdürdü. İlk sergisini 1946’da İstanbul’da açtı. 1955’ten sonra İsviçre, Münih, Köln, Frankfurt, Bonn, Viyana, Roma, Paris, Marsilya, Atina olmak üzere yurtdışında 10 yıl süreyle araştırmalar yaptı. Çok üreten bir sanatçı olarak tanındı. 1983’te İstanbul Odakule’de düzenlenen 100. sergisinin açılışından bir gün sonra vefat etti.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



12 Mart 2013 Salı

‘Artık kitap karıştıran okurlar istiyoruz’


12 Mart 2013
 Dişinden tırnağından artırarak kitaba yatırım yapan, bir eserin peşinde aylarca koşan okurlar artık nadir bulunuyor. Sahaflar değişen okur profilinden rahatsız. Çekirdek yiyen, kitabevine tüküren müşteriye tepki için camlara yazı asarak gerçek okur arayışına çıkanlar var.


Beyoğlu Aslıhan Pasajı’ndaki sahaflar, kitap kurtları kadar ‘Aşk-ı Memnu’nun kitabı çıktı mı?’ diye soran iki farklı okur kitlesinin uğrak mekânı. Fotoğraf Zaman, Mühenna Kahveci.



“Bu dükkânda telefonla konuşmak, kabuklu kabuksuz yemiş yemek, sigara içmek, yerlere tükürmek, bağırıp çağırmak, başkasının ve bu dükkânın eşyasını veya kitabını aşırmak, dakikada 40 kelimeden fazla konuşmak, kitaplara kötü muamelede bulunmak yasak!..”

Beyoğlu Aslıhan Pasajı’nda sahaflık yapan Sedat Yardımcı, 70 metrekarelik dükkanının içine böyle bir uyarıyı mecburen asmış. Çünkü on yıldan beri tüküren, fındık fıstık yiyen, bir sahaf dükkanının ortasında çığırarak telefonda iş bağlayan insanlarla çok karşılaşmış. Yardımcı, isyanını zamanla dükkanın dışına taşırdığını söylüyor. İki ay önce kapısına iliştirdiği not şöyle: “Lütfen ders kitabı ve ders için kitap sormayınız. Eskisi gibi kitap karıştıran okurlar istiyoruz artık.”

Kitaba meraklı insanlar eskiden sahaflara gider, saatlerce tozlu rafların arasında vakit geçirir, ya yeni bir kitap keşfeder ya da uzun zamandır kovaladığı o nadide kitaba ulaşırdı. En önemlisi, gerçek bir okur, dişinden tırnağından mutlaka artırır, bütçesinin bir kısmını istikrarlı olarak kitaba yatırırdı. Yardımcı, günümüz okur kitlesinin bu profilin çok uzağında olduğunu gördüğü için üzgün. Bir o kadar da kızgın. Nasihat, öneri ya da mecburiyet dışında gelip kitap alan, karıştıran okur sayısının azlığından yakınıyor ve ekliyor: “Benim bu uyarıyı asmamdaki amaç sadece bir serzeniş değil. ‘Sahaf nedir?’ diye okurları düşündürmek, sorgulatmak istiyorum.” Müşterilerine ‘Ders kitabı satmıyoruz’ cümlesini kurmaktan bıkan sadece o değil. Pasajın eskilerinden Sıtkı Altuner, ‘Harry Potter var mı?’ diye popüler kitapları soranları, “Çok şükür yok!” diyerek gönderiyor dükkandan. Ders kitabı soranları ise kendi deyişiyle kovalıyor.

Sıtkı Altuner
Eski sahaflardan Halil Bingöl farklı görüşte. Kapıya gelen her kim olursa olsun, sabırla cevap vermek gerek ona göre. ‘Sahaf’ın TDK’daki anlamı belli, ‘genellikle kullanılmış ve eski kitap alıp satan kitapçı’ demek. Antika değerindeki nadir kitaplar bulunur sahaflarda. Ancak imajlarının böyle olmasında yıllardan beri ders kitabı satan Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nın ve son yıllarda iyice ders kitabına yoğunlaşan Kadıköy’ün ünlü sahaf pasajı Akmar’ın emeği büyük (!). Akmar’ın kurucuları arasında yer alan Müteferrika Sahaf’ın sahibi Lütfi Seymen, 1994’te pasajdan malum nedenle kaçtığını söylüyor. Şimdi Akmar’ın karşısında küçük bir dükkanı var. Ona göre sorunun temelini ‘ben de sahafım’ diyen herkesin sahaflığa soyunması oluşturuyor.

Halil Bingöl
Eski yazıyı bilmeyen, kitapları tanımayanların sahaf olmasının gelip dayandığı nokta bu. ‘Sahaf’ın gerçek anlamını yitirmesi ise 12 Eylül’le başlıyor. Seymen’in ifade ettiği gibi, “12 Eylül’den sonra her şey gibi sahaflık da travma geçirdi. Sahaflar Çarşısı’yla başladı bu bozulma. Şimdi okurların zihin dünyasına iyice yerleşti. Sahaflar Çarşısı Derneği’nin başkanı bile ders kitabı satıyor. Ders kitaplarının kâr marjı yüksek, satış garantisi var. Durum ortada.” Kadıköy’ün sahaflarından Barış Bingöl ‘Ders kitabı var mı?’ sorusunu artık kanıksamış. “Sadece ders kitabı değil, çok satan kitapların daha ucuzlarını bizde bulabileceklerine inanan okurlara cevap vermekten de yorulduk.” diyor. Bingöl de diğer sahaflar gibi dertli: “Okurlar artık ikinci el kitap satanlarla sahafın farkını öğrenmeli. İkinci el kitapçılar, piyasada hâlâ baskısı olan bir eseri daha ucuza satan ya da yayınevlerinden stok fazlası kitapları toptan alıp ucuza satanlara deniyor. Sahaf ise işin ilminin derdinde...”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ