25 Mayıs 2015 Pazartesi

Kaderine terk edilen Hattatlar Medresesi

25 Mayıs 2015
20 Mayıs 1915’te açılan Medresetü’l-Hattâtîn (Hattatlar Medresesi), kuruluşunun 100. yılında M. Uğur Derman’ın hazırladığı bir kitapla anılıyor. Günümüzün hattatlarının hocalarını yetiştiren medrese acaba şimdi ne durumda?
Bina, uzunca bir süre MEB Devlet Kitapları Müdürlüğü Cağaloğlu Yayınevi tarafından kullanıldı.
20 Mayıs 1915’te Cağaloğlu’nda açılan Medresetü’l-Hattâtîn (Hattatlar Medresesi) kuruluşunun 100. yılında anılıyor. Bu vesileyle M. Uğur Derman bir kitap hazırladı. Kubbealtı Neşriyat’ın yayımladığı ‘Medresetü’l-Hattâtîn 100 Yaşında’ adlı eser, medresenin kuruluş tarihiyle aynı günde, geçen hafta perşembe günü Çemberlitaş’taki Kubbealtı Vakfı’nda tanıtıldı. Uğur Derman’ın konuşmasından sonra, fiyatı o güne özel 125 TL yerine, 75 TL’ye indirilen kitabın imza törenine geçildi.

Çiçek Derman, Mehmed Özçay, Irvin Cemil Schick, Ali Toy, Savaş Çevik, Faruk Taşkale, Alparslan Babaoğlu, Fuat Başar, Beşir Ayvazoğlu, Roni Margulies, Gürcan Mavili, Ömer Faruk Şerifoğlu, Ali Rıza Özcan, Yusuf Çağlar gibi camiadan daha pek çok ismin katıldığı toplantı ve imza töreninde hocanın önünde uzun bir kuyruk oluştu, öğrencileri, dostları kendisini yalnız bırakmadı. Biz de payımıza düşenleri alıp aklımızda sorularla vakıftan ayrıldık...

Acaba ‘Hattatlar Medresesi’ şimdi ne halde? 1929 kapandıktan sonra neler yaşadı, neler gördü, geçirdi? Her toplantıda büyük bir gururla ifade edilen “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözüne layık bir şekilde korunuyor mu, değerlendiriliyor mu? Daha birçok soruyla birlikte yolumuzu Çemberlitaş’tan Cağaloğlu’na çevirdik ve mektebin önüne geldik. Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye inerken, İran Konsolosluğu’nun bitiminde Babıali Yokuşu’nun hemen başında sol kolda kalan Medresetü’l-Hattâtîn şimdi ne durumda biliyor musunuz? Boş, bomboş, kaderine terk edilmiş...

Kapatıldıktan sonra 1950’li yıllarda Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü’ne tahsis edilen bina, uzunca bir süre MEB Devlet Kitapları Müdürlüğü Cağaloğlu Yayınevi tarafından kullanılmıştı, şimdi akıbeti meçhul… Artık dünyanın gözü önünde olan ve sanat merkezi olma yolunda hızla ilerleyen İstanbul’a doğru dürüst bir hat müzesi yapılamamışken, depolarda çürüyen hatlar korunamamışken Medresetü’l-Hattâtîn binasının fark edilmesini beklemek gereksiz bir romantizm oluyor bu durumda. Kuruluşunun 100. yılında böyle bir mektebin restore edilip tekrar açılması ya da müzeye dönüştürülmesi ‘ecdadımız’ diye haykıranlara elbette daha çok yakışırdı.

Üç kez kapatılmak istendi
Kubbealtı Neşriyat’ın yayımladığı kitapta, medresenin 27 Kasım 1923’te yaptığı ikinci mezuniyet töreninde çekilen bu tarihi kare de yer alıyor. Süleymaniye’deki Evkaf Müzesi’nde yapılan törende, hocalarla birlikte mezun olan 22 öğrenci görülüyor.
M. Uğur Derman kitabı, hocası Süheyl Ünver’in arşivi ve hafızasının üzerinden, yılların birikimi ile Ömer Faruk Şerifoğlu, Mehmed Özçay, Muhammed Yaman, Erdoğan Aldoğan, Talip Mert’in yeni bulduğu bilgi ve belgelerle kısa sürede hazırlamış. 223 sayfalık eserde, Medresetü’l-Hattâtîn’in uzun tarihini bulacaksınız. Biz burada, üç kez kapanma tehlikesi geçiren, iki icazet töreni yapabilen ve Ramazan’da açtığı hat sergileriyle çok beğenildiği, dönemin yayınlarından anlaşılan medreseden kısaca bahsedeceğiz.

Arif Hikmet Bey’in müdür olarak tayin edildiği Medresetü’l-Hattâtîn, 20 Mayıs 1915’te açılıyor. Sami Efendi, Kamil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Necmeddin Okyay gibi isimlerin hoca olduğu medreseden, bugünün hattatlarına, üstadlarına hocalık yapan pek çok isim mezun oluyor. Halim Özyazıcı, Şevket Efendi, Süheyl Ünver, Hamid Kamil Bey, Macid Ayral o isimler arasında.
Medreseye 15 yaşından küçük talebe kabul edilmiyor. Devam zorunluluğu ise yok, öğrencinin yeteneğine ve hocanın takdirine bırakılmış bu durum. Medrese Ramazan’da tatil ediliyor, ama boş kalmıyor. 1916’dan itibaren Ramazan ayında, binanın zemin katında hat sergileri açılıyor.

Medresetü’l-Hattâtîn ilk mezunlarını 14 Ekim 1918’de veriyor. O on üç kişi arasında medresenin ebru hocası Necmeddin Okyay ve Mustafa Halim Özyazıcı ön sırada. 22 öğrencinin mezun olduğu ikinci mezuniyet töreni 27 Kasım 1923’te Süleymaniye’deki Evkaf Müzesi’nde yapılıyor. Yukarıda görülen büyük fotoğraf o zaman çekilmiş. Süheyl Ünver’in kızı Gülbün Mesara’nın arşivinde bulunan bu karede kimler yok ki… Oturanlar (soldan sağa): Reisü’l Hattatin Hacı Kamil Efendi, Ferid Bey, Hulusi Efendi, Müze Müdürü Ressam Ali Sami Bey, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, Tahirzade Hüseyin Bey, Hacı Nuri Bey, Müzehhib Baha Efendi, Mecmeddin Efendi, Kemaleddin Bey. Ayaktakilerin hepsi ise yeni mezunlar. Aralarında Eyüplü Cemal Efendi, Süheyl Ünver, Müzehhib Hamid Bey, Neyzen Sami Bey, Macid Bey, Sadık Bey yer alıyor. Okulu birincilikle bitiren Hamid Bey, Süheyl Bey ve Macid Bey’e altın saat hediye edilmiş. Bu tarihten sonra da okul mezun vermiş, fakat bir daha icazet töreni yapılamamış.

Medresetü’l-Hattâtîn, üç kere kapanma tehlikesi geçiriyor. İlki 1921’de. Sebebi, devletin bütçesini zorladığı iddia ediliyor, bu bilginin doğru olmadığı hocalar tarafından kısa sürede ispatlanıyor. İkinci kapatılma tehlikesi 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe girince yaşanıyor. Dönemin müzeler müdürü Halil Edhem ve hocaların gayretiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler sonucunda adı Hattat Mektebi yapılarak bu girişim de önleniyor. 1928’deki Harf İnkılabı ile ise bu tarihi mektep tarihe karışıyor.

Uğur Derman kitapta, medreseyle ilgili anılarına da yer vermiş. 48 yıl önce Süheyl Ünver ile birlikte medresenin üst katına çıkmışlar. Ünver, bu anlamlı ziyarette Derman’a medresedeki hocalarının ders verirken oturduğu yerleri tek tek göstermiş, bir başka gün de oturma düzeninin krokisini defterine çizmiş. Kitapta bu krokiye yer veriliyor. Medresenin tarihini ve hocalarını iki ayrı bölümde anlatan eserde dikkat çeken belgelerden biri de maaş bordroları. 1917 tarihli bordroda, Divan-ı Hümayun’dan selis ve nesih muallimi Hacı Kamil Efendi’ye 480 kuruş, odacı Şaban Ağa’ya 250 kuruş takdir edilmiş.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


20 Mayıs 2015 Çarşamba

Gelmemeniz önemle rica olunur!

20 Mayıs 2015
 Önümüzdeki hafta sonu Beyoğlu’nda sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Davetiyesinde ‘Gelmemeniz önemle rica olunur!’ yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan şimdiden özür dileriz!



İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki ‘Casa Garibaldi’ binası bugünlerde çok hareketli. Bina, bir yandan restore ediliyor, diğer tarafta birileri resim asacak uygun duvar arıyor, İstanbul Arkeoloji Müzeleri de en altta kazı çalışmaları yürütüyor. 1863 yılında inşa edilen bina, tarihinde böyle bir telaş görmemiştir. Sadede gelirsek, İtalyan Birliği’nin kurulmasını sağlayan Giuseppe Garibaldi’ye kadar uzanan bir tarihi bulunan İtalyan İşçi Derneği​‘nin merkez binası, İtalya Başkonsolosluğu’nun da teşvikiyle 1 Mart 2012’de restorasyona girmişti. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB) desteğiyle yapılan ve bu yıl sonunda tamamlanması planlanan çalışmalardan sonra Beyoğlu, yeni bir kültür merkezi kazanacak. Önümüzdeki hafta sonu yani 22-23 Mayıs’ta ise tarihi binada sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Evet, tam restorasyonun, kazının ortasında bir sergi!.. Şantiyede uyulması gereken güvenlik kuralları nedeniyle sergi ziyarete açılamıyor ve süresi iki günle sınırlı tutuluyor. Sadece bazı basın mensuplarının gezmesine izin veriliyor.

‘Dünyanın ilk ziyaretçisiz sergisi’ unvanını kapan “Giovanni Paola Pannini’nin İzinde”, geçmişin unutulmuşluğunu protesto edecek. Serginin küratörlüğünü, Galeri Diani’nin sahibi ve yöneticisi Telga Mendi Südor ile Casa Garibaldi’nin restorasyon çalışmalarının koordinasyonunu yürüten sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı yapıyor. Türkiye ile İtalya arasında kültürel bir köprü vazifesi de görecek olan sergide, her iki ülkede sergiler açan Gülseren ve Teoman Südor ile Giancarlo Caneva’nın eserlerinin yanı sıra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun hiç bilinmeyen ve yeni restore edilen iki tablosu ile birlikte Eren Eyüboğlu, Gülseren Hale Sontaş, Yusuf Katipoğlu, Ursula Katipoğlu, Aydın Ayan, Francesco Borzani, Feyza Alasya ve Kaan Kayımoğlu’nun eserleri sergilenecek. Sergi alanı, 17. yüzyılda mekân resimleri yapan ve sergiye adını veren Giovanni Paolo Pannini’nin resimlerindeki sergileme tekniğinden yola çıkılarak düzenlenecek.
Davetiyesinde “Gelmemeniz önemle rica olunur!” yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan, bu teknik hata için şimdiden özür dileriz!

‘Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor’
Sedat Bornovalı ve Telga Mendi Südor
Casa Garibaldi'nin inşaatını Eriş İnşaat yürütüyor. Restorasyon müellifi İsmail Büyükseçgin, tasarımda ise Protoype Mimarlık'tan Hakan Aldoğan ve Burcu Gülmen, iç mimar Jale Kulin'le birlikte çalışıyor. Pınar Günay, Ömer Arslan ve İlhan Hot'tan oluşan çekirdek ekibi ile projeyi hayata geçiren Dr. Sedat Bornovalı, “Binanın restorasyon projesi 1 Mart 2012'de başladı ama uzun süre belgeleme ve planlama çalışmaları sürdü. Restorasyon fiilen bir senedir sürüyor. Çalışmaların yıl sonundan önce bitmesini umuyoruz. Casa Garibaldi'nin, resmi olarak müze olmasa da hem etkinliklerin düzenleneceği hem de etkinlik olmadığı zamanlarda bile keyifle gezilecek ve incelenecek bir kültür merkezi olmasını istiyoruz. İçeride sergilenecek tarihi koleksiyonlarla da mekânın ilgi çekmesini planlıyoruz. Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor.” diyor.

Sadece basın mensuplarının gezebildiği sergiden kareler...

Sedat Bornovalı, Telga Mendi Südor ve ben.
Gökçin Çelikiz ve ben.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

19 Mayıs 2015 Salı

Anadolu’nun arkeolojik tarihi değişiyor mu?

Eberhard Zangger... Fotoğraf: Hüseyin Sarı, Zaman
19 Mayıs 2015
 “Truva'nın altında şimdiye kadar ortaya çıkarılandan 100 kat daha büyük bir kasaba ve bu kasabanın bağlı olduğu bugüne kadar bilinmeyen Luvi uygarlığı bulunuyor.” Bu iddia, merkezi İsviçre'de bulunan ve Nisan 2014'te kurulan Luvi Araştırmaları Vakfı Başkanı jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger'e ait. Geçen hafta İstanbul'da bulunan Zangger'in Anadolu'nun arkeoloji tarihini değiştirecek bazı iddiaları var.

Dr. Eberhard Zangger ve arkeolog Serdal Mutlu tarafından ortaklaşa hazırlanan ve Mersin Üniversitesi Kilikia Arkeolojisini Araştırma Merkezi'nin yıllık dergisi Olba'da yayınlanan akademik makale, dünyanın çok katmanlı arkeolojik sit alanlarının başında gelen Truva Antik Şehri ile ilgili bugüne kadar tespit edilmemiş bulguları ortaya çıkarıyor. Zangge, Anadolu'da Hitit dışında aslında adı Luvi olan büyük bir uygarlığın bulunduğunu, hatta Luvicenin konuşulduğu bölgenin Hititçe konuşulan bölgeden çok daha büyük olduğunu ama Avrupalı arkeologların bu bilgiyi bugüne kadar görmezden geldiğini söylüyor. Zangger'in iddiasını dayandırdığı 20 yıllık araştırmaları, 250'den fazla harita, video çekimleri ve illüstrasyonlar dünden itibaren www.luwianstudies.org'da yayınlanmaya başladı.

Zangger'in anlattığına göre, Luwian Studies Vakfı, Batı Anadolu'da MÖ 2. bin yılına tarihlendirilebilecek ve o dönemde var olan Miken veya Hitit kültürlerinin bir parçası olmayan 340 büyük yerleşim yeri tespit etmiş. Bu yerleşim yerleri, şu ana kadar varlığı henüz kabul edilmemiş olan Luvi uygarlığını oluşturan halklara ait. Yani bu şu demek oluyor: Zangger Türkiye'de yapacağı kazılarla iddiasını kanıtlarsa 200 senedir yaygın olan; bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiğine dair inanç çökecek. 

Sizi tanıyabilir miyiz, vakıf ne zaman, niye kuruldu?
Ben jeoloğum, uzmanlık alanım arkeolojik kazılar. Alman'ım. İlk kazı projemi 1982'de Yunanistan'da yaptım. Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yayımlanan, arkeolojide alan konstrüksiyonu konusunda bir kitap hazırladım. O yıllarda Kaliforniya'da Stanford Üniversitesi'ndeydim. Sonra Cambrige Üniversitesi'ne tayin oldum. Yine Yunanistan'da bir kazıya başladık. Bronz çağına ait bir sarayın olduğu yeri kazdık. 1990'lardaki bu çalışmam da alanımızdaki en önemli metodolojileri ortaya koydu. Disiplinler arası bir çalışmaydı. Jeofizikçiler, toprak bilimciler, bitki uzmanları vardı. Farklı disiplinlerden insanlar bu projede bir arada çalıştılar ve bu araştırma sırasında, biz bir suni kap keşfettik. El yapımı bir kaptı. Nestua sarayı buradaydı. Troya Savaşı'nda savaşmış krallardan birinin sarayıdır. Bölgede bir liman havzası keşfettik. Bugün tamamen doldurulmuş burası, yeşil alan… Şunu demek istiyorum. 18 sene boyunca Yunanistan'da çalıştım ve şunu anladım; benzer keşifler Türkiye'de de yapılmalı. Özellikle de Troya'da. Çünkü Yunanistan'daki liman havzası kalıntılarının benzerlerini Troya'da görmüştüm.

Bu haritayı onun için mi çizdiniz?
Biz Troya'nın böyle gözüktüğünü hayal ediyoruz. Bugüne kadar kazılar sadece sarayın olduğu yerde gerçekleşti. Ama orada keşfedilenden 100 kat daha büyük bir kasaba var. Ben bunun çok büyük keşif olduğunu düşünmüştüm. Ama kariyerimde ilerlememe engel olan bir çalışma oldu. Stanford ve Cambrigde kariyerimin zirvesindeydim. Ne zaman ki Türkiye ile ilgili çalışmaya odaklandım birdenbire düştüm. O günden beri insanlar çılgın olduğumu düşünüyor.


Araştırmanızın arkasındaki tez, iddia nedir tam olarak?
Benim bu haritayı yapmamım sebebi; şu anda kazı yapan Türk arkeologlarına bu alanı düşünmeye teşvik etmek. Şehrin asıl kalıntıları 5 metre altta gömülü. Ege'deki Bronz çağı ile ilgili birkaç kitap basılmıştır. Bunların hepsi bin sayfalık kitaplardır. Ama hiçbiri buradaki diğer medeniyetlerden bahsetmez. Biz bu bölgeyi inceledik. Troya savaşından kalan arkeoloji bölgelerini çıkardık. Bunlar zaten halihazırda yayınlara girmiş olan alanlardı. 340 alan olduğunu gördük. Bunların var olduğu biliniyor, ama haritasını ilk biz hazırladık. Yani bizim teorimize göre haritanın böyle gözükmesi gerekiyor. Araştırmalarımız gösteriyor ki, Luviler bugüne kadar tanınmayan bir medeniyetmiş.

Bahsettiğiniz kazıları yapmak bugüne kadar başka kimsenin aklına gelmemiş mi?
Türk arkeologların yaptığı birtakım kazılar var, Türkiye'nin batısında, Bronz Çağı kazıların sayısı 22'dir… Ama şöyle bir sorun var, arkeologlar genellikle çok dar bir döneme odaklanıyor. Mesela höyükler en yukardan başlanıyor kazılmaya, temele kadar iniliyor. 1080 yılında Bizans Manastırı'na denk gelince duruyorlar. Hemen manastır koruma altına alınıyor, kimse araştırmaya devam etmek için duvarları sökmek istemiyor. Halbuki onun altında 15 metre daha var. Yani bütün dönemleri kapsayacak şekilde dikey kazı yapılmıyor. Bizim yapmak istediğimiz bu yerlerden beşini seçmek ve beşe beş metre kazıya başlamak. Ama en altına kadar inmek.

O beş yer neresi?
340 alan var demiştim, 20 tane en favori bölge belirledim. Çandarlı, Kadıkalesi, orada zaten Bizans Manastırı var. Ben onun altına inmek istiyorum. Bir de daha içeride Beyköy var. Uzmanlık alanım tam olarak bu bölgelerde kaç metreye kadar inilmesi gerektiğini iyi bilmem.

Kaç metre?
Kadıkalesi 15 metre inilmesi gerekiyor. Ama bölgeden bölgeye değişir. Yunanistan'daki araştırmalarda bu mesafelere inildi, ama Anadolu'da yapılmadı. Nesilden nesle bütün Yunan arkeologlar, dikey kazıyı yapabilmek için eğitildiler.

Türklerin dışında Avrupalı arkeologlar ilgilenmemiş mi sizin gibi konuyla?
Aslında bu sistem 1920 senesinde kuruldu. Bu sistemi kuran kişi de Arthur Evens, Girit'te Minos kazısını yapan kişi. 1920 senesinde Yunanistan ile Türkiye savaş halindeydi. O zaman burada çalışan akademisyenler Yunan âşığı akademisyenlerdi. Avrupalılardı. Ve o insanlar, bir şekilde diğer insanların Anadolu medeniyetlerine odaklanmasını istemediler. Troya 1870'te keşfedilen ilk alan. Ama orada başka bir uygarlık olduğu kayıtlara geçmedi. Yunanlılar buradaki bu bilgileri ders kitaplarına sokmuyorlar. Fakat dilbilimciler Luvi diliyle ilgili çok araştırmalar yapmışlar, kitaplar yazmışlar. Kazılar söz konusu olunca karşımıza çıkan resim bu. Zaten dilbilimciler, kendilerinin arkeologlardan hep daha ileride olduğunu söylüyorlar ve arkeologlardan artık şu haritayı oluşturmasını istiyorlardı. Bizim sektörümüzde herkes bilir; ne zaman Türkiye'ye yüzünüzü dönseniz aynen eski arkeologların başına gelen sizin de başınıza gelir, tıpkı benim başıma geldiği gibi.

Eski arkeologlar kim, ne geldi başlarına?
Anadolu arkeologlarının öncüsü olan isimlerden bahsediyorum. Heinrich Schliemann 1870'te Troya'yı keşfetti. Hugo Winckler, 1906'da Hattuşaş'ın ilk kazılarını yaptı. Emil Forrer, Hattuşaş belgelerine bakarak bölgede 8 dil konuşulduğunu keşfetti. Helmuth Bossert, Luvi dilini keşfetti. James Mellaart da Çatalhöyük'ü buldu. Ve bütün bu arkeologların ortak yönü, Türkiye üzerinde çalışmaya başladıklarında arkeoloji camiasında dışlandılar. İş izinleri iptal edildi. Hititler'in ilk kazılarını Hugo Winckler yapmıştı, çok zor bir hayatı oldu. Hiçbir zaman iş bulamadı. 49 yaşında da öldü zaten. Hitit kazıları resmi kazı olarak bile kabul edilmedi. Emil Forrer da Winckler'in belgeleri üzerinde çalıştı, o da hiçbir zaman Almanya'da iş bulamadı. 40 yaşındayken Güney Amerika'ya taşındı. James Mellaart neolitik çağ ile ilgili çalıştı, onun da iş izni iptal edildi. Bizim vakıf, buradaki boşluğu doldurmak üzere kuruldu. Bugünden itibaren web sitemizde tüm araştırmalarımızı kamuoyuna açıyoruz.

Sizin başınıza ne geldi?
Ben 1999'da artık kariyerim daha ilerleyemediği için bir iletişim ajansı kurdum. Bilim ile ilgili iletişim konularında çalışıyoruz. İletişimde kazandığım becerileri, daha önce yaptığım çalışmaları yaymak üzere kullanıyorum. Çünkü anladım ki, aslında bilimde bir şeyler keşfetmek daha kolay, ama bunu başarılı bir şekilde duyurmak olağanüstü zor.

Avrupalı arkeologları eleştiriyorsunuz, siz de bir Avrupalısınız. Sizin onlardan farkınız nedir?
Ben daha farklı bir zihniyetle yetiştirildim. Liseye gitmedim, pratik bir işte çalıştım. Konservatör olarak. Ondan sonra diplomamı aldım ve üniversiteye gittim. Klasik bir eğitimim olmadı. Arkeolog değil de jeolog olduğum için, Avrupalı arkeologların yaşadığı şekilde benim beynim yıkanmadı.

Peki eleştirdiğiniz Avrupalı arkeologlar araştırmalarınızdan haberdar mı?
Evet biliyorlar, çünkü zaten ben bunların bir kısmını 1990'larda yayınlamıştım, deli olduğumu düşünüyorlar. 1999'da Troya'da helikopterle jeofizik araştırması yapmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'na başvurdum. Şehrin üzerinde uçuş yapacak ve sistematik bir şekilde  x-ray ile toprağı inceleyecektim. Fakat Bakanlık izin vermedi.

Neden vermedi?
Çünkü o zamanın Troya kazısının başında olan Manfred Korffman buna karşıydı. Şimdiki bakanla iki sene evvel görüştük. Bakan diyor ki müsteşar ile görüşün. Müsteşar diyor ki, antik çağ müdürlüğü ile görüşün, o da benim yardımcım ile görüşsün…

Nihayetinde tezinizi kanıtlarsanız ne olacak?
200 senedir yaygın inanç nedir? Bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiği, işte o inanç çökecek.

Türklerle Yunanlılar her şey için kavga ediyor, bir kavga sebebi daha mı çıkacak?
20 sene Yunanistan'da çalıştım, orada tanıdığım arkeologlar var. Deneyimlerime göre Yunanlılar bu bilgileri, daha kolay kabul edecek, bu konuda çok daha açık görüşlüler. Çünkü onlar kanıtlara o kadar yakınlar ki, bütün bunları içgüdüsel olarak zaten biliyorlar. İddiaları daha ziyade Avrupalı diğer arkeologlar açısından sorun teşkil edecek.  

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


9 Mayıs 2015 Cumartesi

‘Müzayedelerde egolar yarışır’

9 Mayıs 2015
2006’da kurulan Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde 4 özel koleksiyon satılacak. Şirketin sahibi Aziz Karadeniz’e göre son on yılda müzayede sektörü büyüdü ve ‘müzayede’nin anlamı da farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı, fakat durum koleksiyonerler cehpesinde farklı.
Beyaz Müzayede'nin sahibi Aziz Karadeniz, “Müzayedelerde sahip olma tutkusu ve egolar yar ışır. Ama bu, koleksiyonerin sanatla ilgisi olmad ığı anlam na gelmez.” diyor. (Fotoğraf: Oğuzhan Köse, Zaman)
Çok uzak değil, on yıl önce Müzayedeler bir ilkbaharda, bir de sonbaharda yapılırdı. Artık her hafta ikişer müzayede var. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Dudak uçuklatan, iştah kabartan fiyatlar konuşuluyor, paralar havada uçuyor. Türkiye’de düzenli olarak müzayede yapan 10-15 firmadan söz edilebilir. Toplam satışın yüzde 60’tan fazlası ise iki şirketin elinde: Beyaz Müzayede (Aziz Karadeniz), Antik AŞ (Turgay Artam). Çağdaş ve klasik resimler, antikalar, Osmanlı’dan kalan tombaklar, seramikler ve kitapların yanı sıra hat, ferman, hilye-i şerif, tarihî Kur’an-ı Kerim’ler bu müzayedelerin en gözde eserleri. Buna rağmen Türkiye’deki sanat piyasasının büyüklüğü, dünya ortalamasının çok gerisinde. Hatta Türkiye ekonomisinde sanatın yeri çok küçük. Beyaz Müzayede’nin sahibi Aziz Karadeniz’in ifadesiyle “Boğaz’da iki yalı fiyatı anca eder.”

    Türkiye’deki sanat piyasasının toplam büyüklüğü 100 milyon doların altında. Dünyada önde gelen sanat fuarı Art Basel’de sadece dört günde 3-5 milyar dolar satış oluyor. Dünyadaki müzayede cirosu 25 milyar dolar, Türkiye’deki müzayede cirosu ise 40 milyon dolar civarında. Böylesine hareketli ve sıcak paranın döndüğü sektör, aynı zamanda çok eleştiriliyor. Eserlere bu kadar parayı kim, niye veriyor, sanat dünyası ve sanatçının bu işte kârı ne? Sanat sadece bir yatırım aracı mı? Sanatın kendisi kimsenin umurunda değil mi? Bu ve benzeri konular epeydir tartışılıyor.

     2006 yılında kurulan Beyaz Müzayede, piyasayı hareketlendiren birkaç şirketten biri. Her müzayedesinde 7 bin müşterisine katalog gönderiyor. Müzayede günü, salondaki müşteriler hariç, 10 kişi de telefon başında uzaktan katılan müşterilere cevap veriyor. Aziz Karadeniz’e göre son on yılda Türkiye’de müzayede sektörü büyüdü ve anlamı farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı. Eskiden ‘müzayedeye düşmek’ deyimi vardı, artık ‘müzayedeye çıkmak’ deniyor. ‘Osmanlı ve İslam eserleri’, ‘çağdaş sanat’ ve ‘klasik eserler’ gibi temalı müzayedeler 2005’ten sonra yapılmaya başlanmış. Müzayedede ‘yeni eser’ satma fikri yine son yıllarda yerleşmiş. Karadeniz, “Her çağdaş sanat müzayedemize ortalama 2 bin 500 eser başvurur. Biz maksimum 250 eseri satışa koyarız. Seçim yaparız. Dünyada gelişmiş piyasalarda müzayedeye girebilmek kariyer açısından önemlidir. Sadece bunun için özel eser yapan sanatçılar vardır. Bizde de artık bu olay kanıksandı. Müzayedelerimize koleksiyonerlerden olduğu gibi galerilerden ve sanatçılarından da eser geliyor.” diyor.   

‘İSVİÇRE BANKALARININ SANAT BÖLÜMÜ VAR’
Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde dört özel koleksiyon satılacak. Onca para ve emek harcanarak oluşturulan koleksiyonlar birdenbire gözden çıkarılabiliyor. Eser al, eser sat, fuar gez, sanatçı takip et, koleksiyon yap, sonra hepsini birden sat… Bu ve benzeri durumlar, koleksiyonerlerin yatırımcı yönünü ön plana çıkarıyor. Aziz Karadeniz, eserlerin yatırım aracı olarak pazarlanmasına karşı. Fakat İsviçre bankalarının sanat departmanlarının olduğunu hatırlatmayı da unutmuyor.

Sanatla ilgilenmeye koleksiyonerlikle başlayan Karadeniz, ‘sanatın kendisi kimsenin umurunda değil’ eleştirisine doğal olarak katılmıyor. Tutkuyla resim alan çok koleksiyoner var ona göre. Eskiden, galeriler, resim satın alma ve izleme merkeziydi. Galeri duvarlarında saatlerce resim seyreden koleksiyoner görmüşlüğümüz vardır. Şimdi müzayede şirketleri öne geçmiş durumda. Fakat müzayedelerin modern insanın ruhunu okşayan başka bir yönü daha var. “Müzayedelerde sahip olma tutkusu ve egolar yarışır. Ama bu, koleksiyonerin sanatla ilgisi olmadığı anlamına gelmez.” diyor, Karadeniz.

IV. Mustafa’nın fermanı satılacak
Beyaz Müzayede yarın Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde saat 14.30’da ve 12 Mayıs Salı akşamı 18.30’da 4 özel koleksiyonu satışa çıkaracak. İki gün sürecek bu müzayede sezonun son müzayedesi sayılır. Koleksiyonlardan biri tamamen hat, hilye-i şerif ve fermanlardan oluşuyor. Çok kısa bir süre tahtta kalan Osmanlı Padişahı IV. Mustafa’nın fermanı müzayedenin en nadide eserleri arasında. Açılış fiyatı 45 bin TL. Müzayedede satışa sunulacak diğer eserler arasında Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Hikmet Onat, Avni Lifij, Sami Yetik, Feyhaman Duran, Lepold Levy, Üsküdarlı Cevat, Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Cemal Tollu, Mehmet Ali Laga, İbrahim Safi gibi Osmanlı ve Cumhuriyet resminin önemli ressamlarının eserlerinin yanı sıra Leonardo De Mango, Fausto Zonaro ve Fabius Brest gibi oryantalist ressamların resimleri yer alıyor. (www. www.beyazart.com)



HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ