29 Ekim 2015 Perşembe

Öğrencileri için evden çıktı

29 Ekim 2015
Günümüzün en önemli minyatür sanatçılarından Cahide Keskiner (84), son dört yıldır evinden pek çıkmıyordu. Eşini ve tek evladını kaybetmenin hüznü çökmüştü üzerine. Kadıköy Mühürdar'da, aynı apartmandaki atölyesi ve evi arasında yaşıyordu. 9 Ekim'de ‘Kültürel Semboller' sergisi için Boğaz'ı geçti. Ama çok az insan o âna tanıklık etti.
Cahide Keskiner, evinde. 22 Ekim 2015. Fotoğraf: Turgut Engin, Zaman
Günümüzün en önemli minyatür sanatçılarından Cahide Keskiner ve öğrencileri, 9 Ekim'de Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde bir sergi açtı. O gün, kimse yaşanan tarihi ânın farkında değildi. Artık evden pek çıkmayan Cahide Hoca, öğrencilerini kıramamış, serginin açılışına katılmıştı. Biraz zorlanmıştı ama yine de ta Kadıköy'den kalkıp Zeytinburnu'na gelmişti. Bunda ne var, normal diye düşünebilirsiniz. Öyle değil. Keskiner, son dört yıl içinde eşini ve tek evladını kaybetti, zor günler yaşadı, çok acı çektiğini ifade ediyor. Zorunlu olmadıkça evinden çıkmıyor. Hatırlarsanız, 2013'te Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın dört yılda bir verdiği Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne minyatür dalında layık görülmüş ama ödül törenine bile katılmamıştı. O yüzden ‘Kültürel Semboller' adlı atölye sergisine gelmesi önemliydi. Biz de kendisini atölyesinde ve evinde ziyaret ettik, öğrencileriyle fotoğrafladık. “Röportaj yapmayalım. Artık çok yorgunum, bana biraz izin verin.” dediği için halini hatrını sorduk, öğrencileriyle görüştük...

Cahide Keskiner, öğrencileriyle atölyesinde. Kadıköy Mühürdar. 22 Ekim 2015. Fotoğraf: Turgut Engin
Keskiner, sergiye, 1989'da kurduğu Cahide Keskiner Minyatür Atölyesi'ne devam eden; Arzu Mert, Asiye Okumuş, Asuman Tunçel Bozyiğit, Ayla Çolak, Aynur Gürsoy, Ayşe Güres, Bahriye Balkaç, Çiğdem Mercan, Ebru Kızılırmak, Esra Altındoğan, Fisun Eroğlu, Gül Vardar Tezbora, Gülcan Pasin, Nukhet Sağıroğlu, Olcay Çetinok, Sabiha Bayhan Koç, Sıdıka Betül Başbuğ, Zehra Çekin ile birlikte katılıyor. Sergide iki eseri var: ‘Mescid-i Nebevi ve Lale' ile Ahmet Kutluhan'ın yazdığı İhlas Sûresi hattı içine yaptığı Lale. Diğer tüm eserler öğrencilerine ait. Kültürel Semboller, kültürümüzü ilgilendiren Hilye-i Şerifler, Besmele hatları, vav'lar, Kadem-i Şerif, Hz. Mevlâna, Mühr-ü Süleyman, çintemani sembollerinin yanı sıra hayat ağacı, ying yang, çift başlı kartal, zümrüd-ü anka'lar, kandil, alem, ibrik ve burç minyatürlerinden oluşuyor.

Keskiner, atölyede haftada iki gün derslere katılıyor, bildiklerini, öğrencilerine aktarıyor. 25 yıldır onu hiç bırakmayanlar var. Sabiha Koç, Zehra Çekin o isimler arasında. 1989'dan bu yana atölyede eğitmen olarak görev yapan Koç, eserlerinde uluslararası, dini ve mitolojik semboller seçtiklerini söylüyor. Zehra Çekin ise “Semboller hayatımızda önemli bir yer taşıyor ve nesilden nesle aktarılıyor. Mesela gül Hz. Muhammed'in, lale Allah'ın, kartal güç ve kudretin, nar bereket ve doğurganlığın sembolüdür. Semboller sessiz bir dil gibidir.” diyor.   
Cahide Keskiner öğrencileriyle sergi açılışında. 9 Ekim 2015
Cahide Keskiner, tezhip ve minyatüre 1953'te Süheyl Ünver ile başladı. Macit Ayral ve Şeref Akdik'ten resim dersleri aldı. 1982'de Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk Süsleme Sanatları Bölümü'nde öğretim görevlisi oldu. Yıldız Porselen'in kuruluşunda bulundu.  62 yıllık sanat hayatında 6 kişisel sergi açtı, sadece bir retrospektifi hazırlandı. Çok sevdiği öğrencisi Zehra Çekin'in 2008'de organize ettiği ‘Sanatta 50 Yıl: Cahide Keskiner Minyatürleri' retrospektifi (Beyoğlu İnsankitap Sanat Galerisi) ‘Minyatürler Kitabı' adıyla da kitaplaştı.

Keskiner'e, sohbetimiz sırasında “62 yıl geride kaldı, bir retrospektif daha düşünmüyor musunuz?” diye sorduk. Gücünün olmadığını söyledi. Koleksiyonerlerden eser toplanmasının zor ve mesai gerektirdiğini anlattı. Evet haklı. Fakat öğrencileri, dostları kapsamlı bir “Cahide Keskiner Retrospektifi” için kolları sıvayabilir. 1994'ten beri hocasının sohbetlerini kayıt altına alan Çekin, Keskiner'in aile, eğitim ve sanat hayatına dair pek çok bilgi ve belge biriktirmiş. Bir kısmını yazıya geçirmiş. Kitabı yazmak ve sergiyi hazırlamak da yine ona düşüyor. Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde açılan "Kültürel Semboller" sergisi 10 Kasım'da sona erecek. 
Yahya Kemal Beyatlı, Süheyl Ünver, Cahide Keskiner, 1958 Tıp Tarihi Enstitüsü
 
 
SERGİDE YER ALAN ESERLERDEN
Cahide Keskiner, Lale. Hat-Ahmet Kutluhan, İhlas Suresi. 30 x 40 cm
Cahide Keskiner, Mescid-i Nebevi ve Lale. 25 x 35 cm.
Asuman Tunçel Bozyiğit,Yin-Yang. 35 x 35 cm.
Ayla Çolak, Vav Kayığı.  Hat- Ahmet Kutluhan. Amentü, 47 x 65 cm.
Sıdıka Betül Başbuğ, Çiftte Vav. Hat- Ahmet Kutluhan, 35 x 50 cm.
Gül Vardar  Tezbora, Kandil. 40 x 55 cm.


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

27 Ekim 2015 Salı

Sanatçıların çoğu acı çekiyor

Arda Aydoğan, Bakırköy Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi'ndeki odasında. 16 Ekim 2016. Fotoğraf: Oğuzhan Köse, Zaman.
27 Ekim 2015
Önceki gün hayatını kaybeden opera sanatçısı Arda Aydoğan (57), kültür sanatımıza çok hizmet etti. Başta Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda (CRR) yaptığı yenilikler olmak üzere sanat yöneticiliğinde öncü oldu. CRR onun döneminde hem Türkiye'nin hem de Avrupa'nın en iyi konser salonlarından biri haline geldi. ‘Halk operası' adı altında pek çok fikri vardı. Bir kısmını gerçekleştirdi. 2004'te ‘Hoşgörü İmparatorluğu' adlı müzikal gösteriyi sahneye taşıdı. Artık çok moda olan ‘senfonik ilahiler' fikri de ona ait. Bugüne kadar 5 bin konser organize etti. Bedrettin Dalan, Recep Tayyip Erdoğan, Kadir Topbaş gibi İstanbul'un en çok konuşulan ve tartışılan belediye başkanlarıyla çalıştı. ‘Belediyecilik ve sanat' konusunda tecrübesi büyüktü. Fakat 2004'ten bu yana kimse onu değerlendiremedi. Bir ara Şişli Belediyesi'ne danışmanlık yaptı. En son iki ay önce Bakırköy Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi genel sanat yönetmenliğine getirildi. Aydoğan'ın, inşası 2013'te tamamlanan, açılışı ise kasımda yapılacak yeni sanat merkeziyle ilgili planları vardı, ömrü yetmedi. Geçen hafta, Bakırköy Adliyesi'nin arkasına düşen merkezde projelerini ve tecrübelerini konuşmuştuk. Aydoğan bu röportajı okuyamadı, umarız ‘belediyecilik ve sanat' konusunda ilerlemek isteyenler onun son röportajından faydalanır…

CRR'ye sizin emeğiniz çok oldu, nasıl başlamıştınız?
Cemal Reşit Rey Konser Salonu ile tanışmam, 1989'da dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan zamanında oldu. Dalan, evlendirme sarayı olarak planladığı salonu konser salonuna dönüştürmemi istedi. 6 ay gibi kısa bir sürede yaptık.

Neden birdenbire karar değiştirildi?
O dönemde Zubin Mehta İstanbul'a konser vermeye gelmişti. Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı'nda sahneye çıkmıştı. Biliyorsunuz kendisi önemli bir orkestra şefi. Giderken de gazeteciler,  İstanbul'u nasıl bulduğunu sormuştu ona, “Çok güzel bir şehir fakat bir konser salonunuz bile yok. Bir daha gelmem.” cevabını vermişti. Bunun üzerine harekete geçildi.

1994'ten 2004'e kadar CRR'nin başındaydınız, şimdi nasıl buluyorsunuz orayı?
CRR'yi konserlerin dışında, kendisinin de sanat ürettiği bir kurum haline getirmeye çalıştım. Bir opera kurduk. İstanbul'un ikinci opera sahnesi olarak faaliyet gösterdik. Bir dans tiyatrosu, senfoni orkestrası kurduk. Yılda 300'e yakın konser yapıyorduk. Türk müziği, caz, dünya müziği, operalar… Fakat ben ayrıldıktan sonra tüm bunlar faaliyetlerini durdurdu. Senfoni Orkestrası da çok seyrek konser veriyor.

Neden durdu?
Belediyecilikte devamlılık vardır. Halka hizmette vardır. Birinin yaptığını, ondan sonraki gelen ortaya koyduğu çalışmalarla ileriye taşır. Emek verilenleri iptal ederek ya da kötüleyerek bir yere varılmaz. Ben sanatı her zaman siyasetin üzerinde gördüm. CRR'de hem müdür hem de genel sanat yönetmeni olarak görev yaptım. Ve orasını beş yıldızlı bir müessese olarak planladım. İlk defa bir konser salonuna İSO belgesi aldık. İstanbul'un hatta Türkiye'nin tek konser salonuydu.

İstanbul'da artık pek çok konser salonu var, onları nasıl buluyorsunuz?
Belediyeler konser salonu yapıyor ama bilene sormadan inşa edildiği için bu salonların hepsi sorunlu. Birinci amaçları sanat değil, toplantı, konferans için dizayn ediliyor. Sonra ‘burada kültür sanat etkinlikleri de yapalım” deyince olmuyor. Akustikleri bozuk, sofitaları (tiyatro salonlarında kedi merdiveni denen köprülerin olduğu ve ışıkların konumlandırıldığı yer), orkestra çukurları yok. Sahne gerileri yok.

Bedrettin Dalan'dan itibaren tüm belediye başkanlarıyla çalıştınız. Sanatçılar ve politikacılar, yöneticiler genelde birbirlerini anlamıyor. Sizinki nasıl bir tecrübeydi?  Her belediye başkanı CRR'yi özel bir yere koydu, değer verdi. Sanatın halka ulaştırılması belediyelerin işi. Avrupa'da da bu böyle. Şimdi CRR'nin durumunu sorarsanız bıraktığımız seviyede değil. Biraz üzücü. Kadir (Topbaş) Bey'in sanatı sevdiğini biliyorum, sanatsal faaliyetler ekip işi. CRR Tayyip Bey dönemi de dahil, tamamen benim yönetimime bırakılmıştı. Oranın bir seyircisi oluşmuştu, şimdi halk oradan uzaklaştı… Önemli olan çok yüksek bütçeli konserler yapmak değil. Devamlılığı sağlamak.

Sizce hangi dönemde sanatçılar daha mutlu ve rahattı?
Bence, en mutlu ve rahat dönemlerini Özal zamanında yaşadılar. 1980-1990 arası maddi bakımdan da sanatçılar için iyi bir dönemdi. Sanatsal faaliyetlerin de en yüksek olduğu zamanlardı. Bir sanatçının yetişmesi çok kolay değil. Büyük zorluklar yaşanıyor. Hele Türkiye'de sanatçıların çoğu acı çekiyor. Her anlamda acı çekiyor. Eğlence sektöründen bahsetmiyorum. Mesela AKM'yi unutmamız gerekiyor galiba.

AKM yılan hikâyesine döndü sanırım…
AKM'nin bu halde olması bilinçli değildir. Kimsenin halkın sanat ihtiyacını yok etme veya cezalandırma arzusunda olduğunu zannetmiyorum. Siyasette, halk yönetiminde inat olmaz. Orası, sanatçıların ve sanatseverlerin toplandığı bir mekandı. Siz orayı yok ettiğinizde, sanat dünyamıza bir bomba atmış oluyorsunuz.

Recep Tayyip Erdoğan, AKM'nin yerine opera binası yapacaklarını söylemişti. 2013'te. Kimse inanmadı bu sözüne. Siz inandınız mı?Tabii ki inandım, çünkü ben kendisiyle çalıştım. İlk Türk operası Özsoy Operası'nın 75. yılı onun belediye başkanlığı dönemine denk gelmişti. Tekrar sahneledik. Kendisi geldi izledi, tüm sanatçıları tebrik etti. Belediye başkanlığı döneminde sanata yaklaşımı böyle değildi, –belki bence hâlâ öyledir, biraz çevresiyle ilgili sanırım- değer veren biriydi. Ama sonuca bakarsak halk, sanatçılar sanattan yoksun. Eğer istenirse AKM kısa zamanda ayağa kaldırılabilir.

Artık Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi'ndesiniz. Burası şimdilik İstanbul'un tek opera sahnesi olarak görünüyor. İstanbul Devlet Opera ve Balesi de gösterilerini burada yapacak… Kadıköy'de Süreyya Operası da var ama burası daha büyük ve profesyonel. Opera sahnelensin diye yapılmış. Akustiği çok iyi. Ünlü piyanistimiz Gülsin Onay, deneme yaptı, çok beğendi. Burası bir AVM, market ya da herhangi bir şey olabilirdi. CRR'de yaptığımız gibi burayı da uluslararası bir anlayışıyla yöneteceğiz.

Yeni prodüksiyonlar olacak mı?
Türk operası biliyorsunuz Atatürk'ün Özsoy Operası ile faaliyetlerine başladı. Atatürk'ün diyorum, çünkü onun isteğiyle yazılmış bir eserdir, Adnan Saygun'a sipariş edilmiştir, hatta çok enteresandır ki librettosunu yani metninin yazımına bizzat Atatürk de dahil olmuştur. 1920'lerden bugüne 16 yerli opera yazılmış Türkiye'de. Neredeyse Cumhuriyet'le yaşıt opera tarihimiz. Ama opera halka çok uzak bir sanatmış gibi yansıtıldı. Halbuki benim 'halk operası' dediğim bir tabirim var. Halk operası, kültürümüzü, müziği barındıran bir opera. Ben bunu şuna benzetiyorum. Almanlardan, İngilizlerden halı dokuma makinesi alıyoruz, Türk motifli halı yapıyoruz. Operada bunu başaramadık. Burada öyle bir oluşuma gideceğiz.

Neler düşünüyorsunuz mesela?
Tevfik Akbaşlı'nın Muhteşem Süleyman diye bir operası var. Çok değerli bir besteci arkadaşımız. İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenmiş ve orada kalmış bir opera. 2016'nın başında onu İstanbul'a taşıyacağız. 2004'te Hoşgörü İmparatorluğu adlı müzikli bir gösteri hazırlamıştım. 250 sanatçının rol aldığı, senfoni orkestrası, tasavvuf müziği topluluğu, azınlık koroları ve mehter takımı gibi unsurların yer aldığı bir gösteriydi. İmkanlar dahilinde onu da sahneleyebiliriz.

Leyla Gencer Opera Ve Sanat Merkezi, Avrupa yakasının tek opera salonu. 10 bin metrekare kapalı alana, 300 metrekare sahneye ve orkestra çukuruna sahip. Bakırköy Adliyesi'nin hemen arkasında, İncirli Yolu Sokak'ta. Merkez, 1000 kişilik salonu ve akustik özellikleri ile dünya sahneleriyle yarışıyor. 

İki yıldır Broadway müzikalleri, ünlü opera prodüksiyonları İstanbul'a geliyor. Cats, Jerses Boys, Notre Dame'ın Kamburu, Güzel ve Çirkin, Phantom of The Opera… Doğrusu hepsini izlediğimizde aynı soru ile ayrıldık salondan: “Neden biz böyle yapımlar hazırlayamıyoruz?”
İmkanlarımız var. Sadece bütçeler, doğru projeler ve insanlarla buluşmuyor. Bahsettiğiniz yapımlar Zorlu PSM'de gösterildi. Sanata çok büyük bir hizmet oldu orası. Devletin ve belediyelerin yapamadığı bir şeyi başardılar. Ama işletme bakımından sadece belli standartlara hizmet etmemeli, bir de Türk sanatına yatırım yapılabilir. Yurtdışı yapımlarına ayrılan o bütçelerle kendi operasını yapabilirler. Ben birkaç kez teklif götürmüştüm.

Leyla Gencer'de Phantom of The Opera gibi bir yapım izleyecek miyiz?

Zaman içinde olacak bir şey. Kasımda Serdar Yalçın'ın Folklorama diye bir eseri var, onu sahneleyeceğiz. Büyük ihtimalle Haldun Dormen yönetecek. Eskiden İstanbul Devlet Operası ve Balesi sahnelemişti ve epeyce zaman kapalı gişe oynamıştı. Halk müziği ezgilerinin çok sesli müziğe uyarlanmasından oluşan ve türkülerdeki hikâyeleri anlatan bir kolaj çalışması. Konser, opera arasında bir prodüksiyon. Belediyeler birtakım önemli bayramlarımızda etkinlikler yapıyor. Orada harcadıkları, solistlere verdikleri parayla ben üç opera çıkarırım.
ARDA AYDOĞAN'IN CENAZESİ, BUGÜN SAAT 10.00'DA CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU'NDA YAPILACAK TÖRENİN ARDINDAN, LEVENT CAMİİ'NDE ÖĞLEN VAKTİ KILINACAK CENAZE NAMAZINDAN SONRA DEFNEDİLECEK.

 HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

19 Ekim 2015 Pazartesi

Bir devrin meşhurlarından hatıralar

19 Ekim 2015
Hattat Süleyman Berk’in 2010’da Türk İslam Eserleri Müzesi’nde bulduğu “Hutut-ı Meşahir” adlı hatıra defterinin tıpkıbasımı yakında çıkıyor. Yaşar Şadi Efendi’nin 1920-23 yılları arasında tuttuğu deftere şiir karalayan, hat, ebru ve resim yapan, son bestesinin güftesini yazan kimler var kimler: Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmed Rasim, Süheyl Ünver, Halid Ziya Uşaklıgil, Refik Halid Karay, ressam Hoca Ali Rıza, Necmeddin Okyay, Fatma Aliye Hanım, Bediüzzaman Said Nursi…

Üst sıra: Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Süheyl Ünver, Refik Halid Karay. Alt sıra: Bediüzzaman Said Nursi, Hoca Ali Rıza, Halit Ziya Uşaklıgil, Fatma Aliye Hanım.

Yaşar Şadi Efendi, 1888-1923 yılları arasında yaşamış bir kültür adamı. İstanbul Fatih’te doğuyor, hukuk okuyor, Türkçe öğretmenliği yapıyor fakat daha kırkına varmadan bir hastalık sebebiyle vefat ediyor. Yahya Kemal’in şiirlerine yazdığı hiciv ve tehzil (alaya alma) yazılarıyla da tanınan Şadi Efendi, 1920-1923 yıllarında arasında “Hutut-ı Meşahir” (ünlülerin el yazılarının yer aldığı defter) adlı bir hatıra defteri tutuyor. Bu defterden anlıyoruz ki, kendisi dönemin sevilen gençlerinden. Defterini kime uzatsa kimse geri çevirmemiş. Devlet adamları, alimler, askerler, edebiyatçılar, yazarlar, şairler, hattatlar, ressamlar… Toplam 283 isimden bazıları şöyle:

Abdülmecid Efendi, Damat Ferid Paşa, Ali Emiri Efendi, Süleyman Nazif Bey, Cenap Şehabeddin, Abdülhak Hamit Tarhan, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Bediüzzaman Said Nursi, Hüseyin Cahit Yalçın, Halid Ziya Uşaklıgil, Refik Halid Karay, Ercüment Ekrem Talu, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Edhem Eldem, hattat Kemal Akdik, tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbenzer, Necmeddin Okyay, Ahmed Rasim, Hamid Aytaç, Süheyl Ünver, Fatıma Aliye Hanım, İskilipli Atıf Efendi, ressam Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ, Hasan Ali Yücel, Faruk Nazif Çamlıbel…

Yaşar Şadi Efendi’nin vefatından sonra Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne bağışlanan defterin tıpkıbasımı yakında çıkıyor. Hattat Süleyman Berk’in 2010’da müzede yaptığı araştırma sırasında rastladığı defteri Zeytinburnu Belediyesi 2016’da yayınlayacak.
Hutut-ı Meşahir'in ebrulu dış kabı ve Yaşar Şadi Efendi'nin kitabın iç kapağındaki fotoğrafı.
Elimizdeki defter iki nedenden ötürü sıradan bir hatıra defteri değil. İlki, adından anlaşılacağı üzere ünlülere atfedilen bir defter olması. İkincisi, sanat eseri niteliği taşıması. Mesela Süheyl Ünver küçük bir tezhibiyle, Necmeddin Okyay ebrusuyla, Hulusi Yazgan Efendi, Kemal Akdik, İsmail Hakkı Altunbenzer, neyzen Emin Yazıcı, Hamid Aytaç hüsn-i hatlarıyla, Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ suluboya resimleriyle hatıralara ayrı bir güzellik katmışlar. Mehmed Akif Ersoy’un deftere yazdığı diziler daha sonra Safahat’ta Hüsran adıyla yayınlanmış, fakat bazı dizeleri değiştirilerek... Defter bu açıdan edebiyat tarihimize katkı sağlıyor.

Dönemin kalemlerinden Ahmed Rasim’i defterde bestekâr yönüyle görüyoruz. ‘Size son bestelediğim uşşak şarkıyı yazayım’ notu ile şu güzel dizeleri dizmiş yazar: “Bir bahar ister gönül gülsüz, semensiz, lalesiz/Bülbülü ötmez, çemenzarı çiçeksiz, jalesiz/Böyle bi-reng u baha, böyle figansız, nalesiz/Bir hayatın belki vardır başka zevki neş’esi.”

“Hutut-ı Meşahir’deki ilk yazı o zamanlar veliahd olan Abdülmecid Efendi’ye ait. Demiş ki, “Bir leyle-i zalamın bir fecri var muhakkak/Bahşende-i ümidim, tebşir-i ‘Üsri yüsren’. Son yazı ise Amasyalı Abdizade’nin. Deftere bazen özlü sözler de yazılmış. Sadrazam Ali Rıza Paşa’nın bir sözüyle biz de noktayı koyalım: “İntikam ile ihtiras bu memleketi felakete sevkeyledi.”

Süleyman Berk (Hattat)
“Önemli bir kültür hazinesi”
Süleyman Berk: “Hutut-ı Meşahir” bir nevi hatıra defterini andıran çalışmalardır. Hatıra defterinden farkı, çok çeşitli kimselerin, kendilerine sunulan deftere el yazılarıyla o an akla gelenleri, şiirleri, özlü sözleri yazmaları veya maharetlerini aktarmalarıdır. Yaşar Şadi Efendi’nin bu defterine 2010’da “1400. Yılında Kuran-ı Kerim” sergisi hazırlıkları için bir yıl çalışma imkanı bulduğum İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi koleksiyonunda rastladım. Müze envanter defterinde, “Hutût-ı Meşâhir” ismini görünce evvelâ bunun, zamanının meşhur hattatlarının eserlerinden derlenmiş bir mecmua olabileceğini düşündüm. Defteri görünce, yine de epeyce şaşırdığımı ve sevindiğimi hatırlıyorum. Defterde, zamanının hattatları dâhil, ressamlarından, musikişinaslarından, meşâyihten, ilim adamlarından ve devlet adamlarından geniş bir kesimin kendi el yazıları ile hatıra yazıları olduğunu gördüm. Şimdiye kadar görebildiğimiz hutût-ı meşâhir mecmuaları içerisinde en kapsamlı olanı Yaşar Şâdi’nin hazırladığı bu mecmuanın olduğunu düşünüyorum. Deftere yazılan şiirlerde ve fikirlerde dönemin havasını anlamak mümkün olmaktadır. Büyük bir sabır, takip ve özenin mahsulü olan bu mecmua, döneminden kalan önemli bir kültür hazinesidir.”
Ressam Hoca Ali Rıza’nın defterdeki suluboya resmi.
Necmeddin Okyay'ın defterdeki yazılı ebrusu.
Hattat Abdülkadir Saynaç’ın defterde bulunan sayfası.
Hattat Kâmil Akdik’in defterde bulunan sülüs nesih kıt’ası.
Hattat Hâmid Aytaç’ın defterde bulunan sülüs bir yazısı.
Süheyl Ünver, Yaşar Şadi Efendi’nin ne kadar önemli bir iş yaptığını fark eden tek isim. Ünveri deftere yaptığı tezhip ve altına rik’a hattı ile düştüğü notta diyor ki:
“Sevgili vatanımızda yetişen kıymetdar zevatın yazılarını bir araya toplamakla ittisal-i atiyeye tavsif olunamayacak derecede büyük hizmetler ifa eden muhterem ve kadirşinas Yaşar Şadi Beyefendiye isminin bile bu defter-i muallada zikredilmesi münasib olmayan biri tarafından ve naçizane takdim olunmuş hatıradır. 29 Saferu’l hayr 1339”
Bediüzzaman Said Nursi deftere, "Düşmanın düşmanı dosttur nasıl ki/Düşmanın dostu düşmandır min haysu" yazmış. Üstad'ın bu sözü daha sonra 1958'de yayımlanan Tarihçe-i Hayat'ta geçiyor. 
Yahya Kemal Beyatlı'nın mecmuadaki yazısı.
Hutût-i Meşâhir’de, sağda Rafik Halid Karay solda ise
Ercümend Ekrem Talu’nun yazılarının bulunduğu sayfalar...

Mehmet Akif Ersoy’un deftere yazdığı bu diziler daha sonra Safahat’ta Hüsran adıyla, bazı dizeleri değiştirilerek yayınlanmış.

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslamı uyandırmak için haykıracaktım.
Birşeydi benim hilkatimin gayesi: feryad;
Susmak ki düşünmekti ben ondan pek uzaktım.
Haykırmadım… “Eller duyacak sus!” dedi herkes..
Ağyar uyanıkmış meğer etrafıma bakdım
Feryadımı artık boğarak, na’şını, tuttum,
Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım
Seller gibi, heyhat, taşıp kükreyecekken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden su sağır kubbede bir iz;
İnler “Sahafat”ımdaki hüsran bile sessiz!

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ





18 Ekim 2015 Pazar

Katar'dan 108 inci geldi

18 Ekim 2015,
Katar-Türkiye kültür yılı kapsamında Katar’dan İstanbul’a 108 inci geldi. Türkiye’den Katar’a ise av merakımızı anlatan 8 eser gitti. İki ülke arasında diplomatik ilişkilere, ‘inci’nin ve ‘asil uğraş’ların nasıl bir katkı sunacağını bilemiyoruz. Fakat, deposunda ve teşhirde birçok İslam eseri bulunan Katar müzelerinden, sanat eserlerinin de ülkemize gelmesini bekliyoruz.
İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, "İnci: Denizdeki Mücevher" sergisi.

2015, Katar ve Türkiye arasında kültür yılı ilan edilmişti. Yılın bitmesine iki buçuk ay kala, Katar’dan bir sergi geldi. Geçen salı günü Sultanahmet’teki Türk İslam Eserleri Müzesi’nde açılan “İnci: Denizdeki Mücevher” sergisi, dünden bugüne incinin hikâyesini anlatıyor. Katar Ulusal Müzesi ve Doha İslâm Eserleri Müzesi’nden eserler derlenerek hazırlanan sergide, Asya, Avrupa ve Körfez ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyadan 108 parça yer alıyor. İnciler, inci istiridyeleri, Avrupa kraliyet ailelerinin taçları, ünlü isimlere ait küpeler, yüzükler, broşlar, kolyeler…
Soldan Sağa: Hubert Bari, Sefa Sağlam, Mustafa Yaşar Güneş ve müze müdürü Seracettin Şahin.
Serginin açılışında iki önemli isim konuştu. Katar Müzeleri Direktörü Sefa Sağlam ve serginin küratörü Hubert Bari. (Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan Mustafa Yaşar Güneş ve müze müdürü Seracettin Şahin sergiyle ilgili genel bilgiler verdi.) Bilkent mezunu olan Sefa Sağlam, bir yıldır Katar’da yaşıyor. Müzeciliğe yeni adım atmış, fakat sanat geçmişi 1996’da New York New Museum’da başlıyor ve yönettiği pek çok sergi ile devam ediyor. Bari ise inci uzmanı.

Sefa Sağlam, incinin Katar tarihinde ve Osmanlı mücevherlerinde önemli bir yere sahip olduğunu anlattıktan sonra diyor ki; “Ortak geçmişe sahip iki ülkenin düzenlediği etkinlikler dahilinde inci sergisini İstanbul’da gerçekleştirmek kadar doğal bir sonuç olamazdı.” Bari de onunla aynı görüşte. “Türk ve İslam Eserleri Müzesi yüzyıllardır var olan inci tutkusunu ve bu olağanüstü taşın mükemmelliğini ziyaretçilerle paylaşabileceğimiz eşsiz ve çok özel bir mekân.” diyor. Evet, incinin Katar tarihinde, kültüründe önemli bir yeri olabilir. Fakat Katar’dan Türkiye’ye, Türk İslam Eserleri Müzesi’ne taşınacak ilk kültür öğesi inci miydi?
Doha İslam Eserleri Müzesi, 2008.

Katar’ın başkenti Doha’da iddialı bir İslam Eserleri Müzesi olduğu biliniyor. 2008’de açılan müze, Paris Louvre Müzesi’nin bahçesindeki piramidin mimarı 98 yaşındaki Leoh Ming Pei tarafından tasarlandı. Pei, tasarımını hayata geçirmeden önce İslam mimarisini tanımak için altı ay İslam ülkelerini dolaştı, Kahire’deki Tolunoğulları Camii avlusundaki 13. yüzyıl yapısı sebilden ilham alarak modern bir müze yaptı. İznik çinileri, hatlar, minyatürler gibi içindeki eserler bir yana, müzenin kendisi bile başlı başına bir hikâye.

Kültür yılı kapsamında ilk sergi, 15 Eylül’de aslında Doha’daki bumüzede açıldı. 6 Ocak 2016’da sona erecek olan “Av-Müslümanlar Topraklarda Asil Uğraşlar” adlı sergiye Türk İslam Eserleri Müzesi ve Topkapı Sarayı’ndan 8 eser gönderildi. Hangi eserlerin gittiğini tahmin etmek zor değil. Av malzemeleri, bir-iki elyazması, belki ava meraklı bir padişah portresi… Katar’dan buraya ise gele gele inci geldi. İki ülke arasında diplomatik ilişkilere, ‘inci’nin ve ‘asil uğraş’ların nasıl bir katkı sunacağını bilemiyoruz.Fakat, deposunda ve teşhirde birçok İslâm eseri bulunan Katar müzelerinden sanat eserlerinin de ülkemize gelmesini bekleriz…
İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, "İnci: Denizdeki Mücevher" sergisi. 
Leydi Diana’nın tacı, Elizabeth Taylor’ın küpesi
10 Ocak 2016’da sona erecek “İnci: Denizdeki Mücevher” sergisi elbette o kadar lüzumsuz değil. Başta kadınlar olmak üzere, altın ve kuyumculuk sektöründe çalışanlar sergiye oldukça ilgili. Öncelikle Avrupa Monarşisi’ne ait 6 kraliyet tacı yer alıyor sergide. Basra Körfezi’nden çıkan incilerden yapılan Leydi Diana’nın tacı, Elizabeth Taylor’ın küpesi ve yüzüğü, Marie Antoinette
zamanından inciler, Victoria çağı düğün seti, Arşidüşes Marie Valerie’nin tacı, Lady Rosebry’nin tacı, Almanya Hanover Hanedanı tacı, Fransız Cartier’nin takıları Türkiye’de ilk defa sergileniyor. ‘Kraliyet Koleksiyonu’ olarak ayrı bir alanda yer alan mücevherleri, Paris Louvre Müzesi dahil
dünyadaki başka bir koleksiyonda görmek mümkün değil. Sergideki en eski eser, 3. yüzyıldan kalma bir bilezik. En yeni eser ise Vietnam asıllı Alman sanatçı Sam Tho-Duong’a ait, 10’dan fazla ödül alan “Frozen” isimli modern bir tasarım...
Marie Valerie tacı
Hannover Hanedanı tacı

Chaumet tacı
Elizabeth Taylor'ın küpesi
Sam Tho-Duong’a ait, 10’dan fazla ödül alan Frozen isimli tasarım.

Leydi Diana'nın tacı.


Ayrıca bizim gibi inciyi tanımayan biriyseniz sergiden epey şey öğrenebilirsiniz. Mesela;


İnciyi sadece kadınların değil, erkeklerin de kullandığını...


Doğal inci ve kültür (işlenmiş,insan müdahalesiyle oluşan) incisinin arasındaki farkı.

Çin’de yılda 4 bin ton inci üretildiğini, bunun yaklaşık 1500 tonunun daha ucuz incilere kullanıldığını. (Çin'de bir inci çiftliği)
İstiridye içinde, göbek dansı yapar gibi sürekli hareket ettikleri için yuvarlak olduklarını
İnci çıkarmakta kullanılan 12 teknenin Katar’da milli hazine olarak saklandığını
Doğal inci ticaretinin 1930’larda bittiğini, işlenmiş incilerin II. Dünya Savaşı sonrası tamamen ortaya çıktığını
İnci stoklarının yüzde 70’inin Katar’da olduğunu
Milattan önce 5. yüzyıla ait en eski incinin Louvre Müzesi’nde bulunduğunu...

Beş yıl önce yapılan açık artırmada doğal bir incinin 11,5 milyon dolara satıldığını
İnci oluşumunu, kedibalığının dışkısındaki tenyaların başlattığını
Renkli incilerin de olduğunu...

Salvador Dali de takı tasarladı


Ünlü ressam Salvador Dali, 1941-1970 yılları arasında 39 parça takı tasarlamış. Dali, bu takıların yapımını önce Carlos Atemany’ye verir. Daha sonra bir başka dostu olan, Henrik Kaston’dan bu parça dahil, özel sanatsal takılar yapmayı sürdürmesini ister. Sergideki, kültür incisi ve yakuttan yapılmış dudak biçimli broşun, aktris Mae West’ten esinlendiği söyleniyor. New York 1970.
Trajik bir inci hikâyesi


Kokichi Mikimoto zamanında kurulan bir inci çiftliği. 

Basra Körfezi’nde bir yarımada ülkesi olan Katar, şimdi petrol zengini olsa da 1930’lu yıllara kadar inci ticaretiyle geçinmiş. Hatta inci ticaretini ilk Katarlılar başlatmış. Basra Körfezi’nin derinliklerinde çıkarılan inciler yok pahasına Avrupalara satılmış. Sergide Katar’daki inci dalışından görüntüler ve malzemeler yer alıyor. İlkel şartlarda yapılıyor dalgıçlık. Toka gibi basis bir şeyle burunlarını tutturuyor, ayaklarına taş bağlıyor, bellerine file bir çanta takıyorlar. 5-10 saniyede dalıyor, istiridyeleri topluyorlar. Beş bin yıl boyunca bu yöntem devam etmiş. 

Daha sonra Japon Kokichi Mikimoto’nun (1858-1954) kültür incilerini keşfetmesiyle inci ticareti Uzakdoğu’ya kaymış. Katar o yıllarda incide liderliğini sürdürüyormuş. İnciyi keşfedip dünyaya yaymışlar ama kendileri bu mücevherin nimetlerinden faydalanamamışlar. İnci onlar için şimdi sadece nostaljik bir değer…



HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ