2 Haziran 2014 Pazartesi

Neyzen Tevfik'in son öğrencisi hâlâ ders veriyor

2 Haziran 2014
'Z'lerle işi olmayan sanatkâr
Neyzen Tevfik'in son öğrencisi İlyas Çelikoğlu 90 yaşını devirdi. Küçük Ayasofya, Kapıağası Sokak'taki evinde tek başına yaşayan neyzen, hâlâ ders veriyor, öğrenci yetiştirmeye devam ediyor. Ömrü boyunca dilinden düşürmediği tek cümlesi, “Ben Z kullanmıyorum.” olan Çelikoğlu'nun hayatı ve ahlâkı hepimize örnek.
Neyzen Tevfik'in son öğrencisi İlyas Çelikoğlu, 90 yaşını devirdi. Beş yıl öncesine kadar Küçük Ayasofya Camii'nin bahçesindeki Yesevi Vakfı'nda ney dersi veren Çelikoğlu, artık öğrencilerini eve kabul ediyor. Eşi vefat ettikten sonra pek çıkmaz olmuş fakirhanesinden. Bugüne kadar birçok öğrenci yetiştirdi İlyas hoca, sayısını kendi de hatırlamıyor. Şimdilerde ise haftada sadece 5-6 kişiyle ilgilenebildiğini söylüyor, “Dudağım uyuşuyor, anca yetişebiliyorum.” diyor sorunca. Çelikoğlu, neye nasıl merak sardığını, Neyzen Tevfik ile tanışmalarını, anılarını, onunla itişip kakışmalarını bugüne kadar birkaç kez anlattı. Biz sorduk, yine anlattı. Aşağıda hem anılarını hem de onunla geçirdiğimiz, zuhurat dolu bir günü bulacaksınız.

Bir cumartesi öğleden sonra çat kapı gittik İlyas Çelikoğlu'nun evine. Onu evde bulmayı pek ummuyorduk, birkaç kez telefonla aradık ama cevap vermedi. Küçük Ayasofya'nın oralarda, sora sora Bağdat bulunur misali dolanırken son kez arama tuşuna bastık. Bu sefer açtı, hemen adresini söyledi. Kapıda karşıladı bizi hoca. Habersiz gitmemize rağmen kabul etti, ağırladı, uğurlarken yine kapıya kadar çıktı. Her zamanki gibi o yumuşacık, narin üslubu ile iki saat içinde ne hayat dersleri verdi, hiç hissettirmeden…

Küçük Ayasofya Camii'nin çok yakınında, evinde tek başına yaşayan hocanın, Allah nazarlardan saklasın; sağlığı sıhhati, aklı fikri yerinde. Bir delikanlı kadar dinç. Evi de kendisi gibi mütevazı. İki küçük oda, ancak bir kişinin sığabildiği mutfak, Neyzen Tevfik'in ve kendi fotoğraflarının asılı olduğu holden müteşekkil. Onu bulmak, tekrar görüşmek bizi heyecanlandırmış, bir o kadar da sevindirmişti. Fakat kapıdan girip salona geçtiğimizde içimizi hüzün kapladı. Perdeleri kapalı, rutubet kokulu evde öyle yalnız başına görünüyordu ki! Terk edilmiş gibiydi. Haline kalbimiz burkulmuştu… "Niye hocaya kimse sahip çıkmıyor, doğru dürüst, daha konforlu evi yok, oysa ne çok emeği geçti klasik Türk müziğine! Dede Efendi Musiki Derneği başta olmak üzere Eyüp ve Beşiktaş musiki derneklerini kurdu, yönetti, öğrencilere adadı kendini." Sorular arka arkaya geliyor, cevapsız kaldıkça yüzümüz asılıyordu.

İçimizin kalabalığı durmak bilmezken karşımızdaki kanepeye oturan hoca, bir anda Ladikli Ahmet Efendi'yi ilk ziyaret ettiği anı anlatmaya başladı. Kimdir bilmiyorduk, tasavvuf ve tarikat ehlinden mühim bir zat olduğunu, Hz. Hızır (as) ile bağlantısını, tayy-ı mekân ettiğine dair rivayetleri evinden ayrıldığımızda öğrendik. İlyas hoca, 20'li yaşlarda bir delikanlı iken 11 arkadaşı ile yola koyulup Ladikli'nin, Konya'nın bir köyündeki evine varmışlar. Kapısı penceresi kırık dökük, soğuk kış gününde sobası yanmayan bir yermiş vardıkları ev. Delikanlı İlyas'ın içinde kızgınlık, öfke.. kabarmış da kabarmış, nasıl olur böyle bir şey, nasıl olur bu hal, nasıl nasıl… derken Ladikli Ahmet Efendi, “Evlat bana acıma” diye onu usulca uyarıvermiş, sırtını sıvazlamış. Yetmiş küsur sene önce bir köyde sarf edilen bu söz, o an yüzümüze tokat gibi çarpmıştı. “Fiiliyata karışma, zuhurata tabi ol” dedikleri durum böyle bir şey olmalıydı.

Hoca kalbimizi mi okudu, yoksa yüzümüzün ifadesi mi bizi ele verdi bilemiyoruz, ama o, bu havayı dağıtmak istercesine kalktı, mutfaktan fokur fokur sesi gelen çaydan ikram etmek üzere davrandı. Biz alırız demeden, çayları doldurup, dantel örtü serili tepsisine koyup getirdi, bize asla kendisine hizmet etme izni vermedi. “Otur bakayım sen, büyük sözü dinle.” diye tatlı tatlı azarladı. “Size zahmet oluyor” diyecektik ki, “Ne zahmeti evladım, Rahmet. Ben Z kullanmıyorum.” dedi ve sustu… Zahmet, zulüm, zalim, zarar, ziyan, zengin demek istiyordu. Rahmet, Rab, Rahman, Rahim'den bahsediyordu. Çay bardaklarını yıkamamıza dahi izin vermedi. Önce davranmayalım diye, koştu kendisi yıkadı. Yıkarken arkasından, kendi aklımızca çaktırmadan fotoğraflarını çekmeye koyulduk. Elini kurularken demesin mi, ‘Telaşlanma, sakin, sakin…'

Evde onu öyle görünce, gaflette bulunup “Hocam neye devam mı?” diye sorduk, “Evet hâlâ bir şeyler üfürüyoruz.” diyecek kadar da esprili... Muhabbetimiz iki saat sürdü, zil çalınca kalkma vakti geldiğini fark ettik. Kapıdaki öğrencisiydi. Müsaade istedik, hoca ona da itiraz etti. “Ders sünnet, misafir farz.” diye. Evinden ayrıldığımızda aklımız onda kaldı, o ise çoktan derse başlamıştı…

Neyin sesini ilk duyduğu an

İlyas Çelikoğlu: Bir Ramazan günüydü. Ben Kara Kuvvetleri'nden emekliyim. Akşam eve geldim, o zaman Fatih'te Yavuz Selim'de oturuyoruz. Divanın üstüne uzanıp kalmışım. O arada kız kardeşim geldi, radyonun düğmesini çevirdi; bir ses… Ama nasıl... Beni benden aldı. O sesin peşine düştüm, soruşturmaya başladım. Sazın cinsi ne, nerden geldi, tarihçesi… Bir vesile ile Hüseyin Tolon ile tanıştım. Belediyenin konservatuvarında öğretim üyesiydi o zamanlar. Hüseyin Bey, notayı kolay öğrendiğimi görünce beni daha çok sahiplendi. Ondan sadece solfej, nazariyât dersleri aldım, neye başlayamadım. Kendisi beni bir süre sonra neyzen Emin Dede'nin talebesi Mesut Paker ile tanıştırdı. Böylece başladım ney öğrenmeye. Mesut Bey'le çalışmalarımıza devam ederken Gavsi Baykara'ya, Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâkî Dede'nin torununa da gittim. Neyzen Tevfik ile tanışması Mesut Paker'le yaklaşık dört sene beraberdik.


Neyzen Tevfik ile tanışması 

Sonra bana, "Ben sana verebildiğimi verdim, seni şimdi Tevfik Efendi'yle tanıştıracağım." dedi. Tevfik Bey deyince, pek hoşuma gitmedi. Yaşam tarzını biliyordum çünkü. Mesut Bey istemediğimi anladı ama dedi ki, "İyi insandır, söylenenlere bakma, sen onun parmaklarını al, dön."
Bir cumartesi günü beraber gittik yanına. Giderken Mesut Bey, "Tevfik Efendi soğuk şeylere meraklıdır, boş gitmeyelim." dedi. O zaman buzdolapları yok, buzcudan bir kalıp buz kestirdi. Fatih'teki Reşadiye Oteli'ne gittik. Otelin sahibi Neyzen Tevfik'in baba dostuymuş. Ona otelin beşinci katında yer vermişler. Yukarı çıktık, kapıyı tıkladı hocam, içerden kaba bir ses, güzel de bir sesi vardı "Kim o?" dedi. "Ben molla" diye cevap verdi Mesut Bey. "Git şimdi, ben yatıyorum." dedi. Mesut Bey, "Ama elimde buz var." deyince küfür etti.

Küfrü duyunca merdivenden hızla inmeye başladım. Aşağı indik. Fatih'teki Havacılar Parkı'na gidip oturduk. Buzları orada birine verip camiye gittik. Dönerken tekrar uğradık yanına. Baktık kapıyı açmış, süpürmüş etrafı. Bir kovaya su doldurmuş, ortasına büyük rakılardan bir tane koymuş, etrafına da salatalıkları dizmiş. Neyse, orada beni tanıttı ve böylece derslere başladık.

1950'den 1953'e kadar devam etti derslerimiz. Daha sonra hastalandı Tevfik Bey. Ama o arada hem meşk yapıyoruz hem takışıyoruz, çünkü herkese bir laf söyler, kulp takardı. Bir gün sırf bu nedenle kavga ettik, kovdu beni yanından. Ohhh çok şükür, dedim içimden. Çok sevindim. Ama yine de benim hocam, üzerimde hakkı var, kalktım, ver elini öpeyim dedim, helallik istedim. Vermek istemedi, gitmemi istemiyor bir yandan, ama ben yakaladım elini öptüm, Allahaısmarladık deyip ayrıldım yanından… Aradan 7-8 ay geçti. Annemin Balmumcu'daki evindeyim. Kapı çaldı, birlikte ders aldığımız Süleyman geldi. İçeri dahi girmedi, “Hoca seni bekliyor, haydi.” dedi. Ben yüksek sesle, gelmeyeceğim dedim. Annem bunu duyunca, mutfakta yıkadığı bulaşığı bırakıp elleri sabunlu yanımda bitti. Telaşlı telaşlı: “Ne diyorsun sen, o senin hocan, sende hakkı var.” diye kızdı bana. Kalktık, gittik.

Tevfik Bey, uzun uzun yüzüme baktı. "Büyüdün" dedi bana, niye büyüdüm ki dedim, gene aynıyım, gene aynı adamım dedim. Gene o “Büyüdün” dedi. Neyse başka söyleyecek bir şeyin var mı dedim, otur dedi, oturmadım. Kalktı ayağa bu sefer, kafamı tuttu, tepesinden öptü, akıllı çocuksun ama çok dik kafasın dedi. Baba-oğul gibiydik ama böyle itişe kakışa yaşayan bir baba-oğul. İzmir'e tayinim çıktı sonra. Bu arada vefat etti Neyzen Tevfik, vefatında yanında olamadım. Hiçbir zaman kötü diyemem arkasından. Güvenirim kendisine. Güvenim şöyle: Dünya malına tamah etmezdi.

Dilenen bir adam
Merkez Bankası'nda müdür muavini olan bir arkadaşım vardı, Avni Atun. O anlatmıştı: Bir gün görevden çıkmış, akşam saat beş. Adada oturuyor, oraya gidecek. Bilet almak için gişede sıraya girmiş. Sağına soluna bakınca biri şapkayı kulaklarına kadar çekmiş, mendil de sermiş önüne, dileniyor. Eğilip bakınca karşısında Neyzen Tevfik. Avni Bey, bileti alıp karşıdaki banka oturmuş, bakalım bu paraları ne yapacak diye. Beş lira atmışlar hep mendile. Miktar epey fazla. Biraz sonra mendilin ucunu bağlamış, Üsküdar'daki Afet Altun Camii'nin oraya gitmiş. Üsküdar iskelesinin arkasında büyük bir bina var, onun arkasındaki sokakta bu cami. O mendili caminin kapısında dilenen siyah çarşaflı kadına vermiş. Olduğu gibi içinden hiçbir şey almadan. Kendisi muhtaçtı, ama dünya malı umurunda değildi. Bu huyunu severdim.

Kısa bir özgeçmiş

İlyas Çelikoğlu, 10 Aralık 1923 tarihinde Beşiktaş Balmumcu'da doğdu. İlköğrenimini Feriköy İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi Sultanahmet Meslek Lisesi Makine-Model bölümünde, yükseköğrenimini Ankara Öğretmen Okulu'nda tamamladı. Sonra Kara Kuvvetleri'nde öğretmen olarak çalıştı. İstanbul ve İzmir de görev yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. 1982 yılında Caferağa Medresesi'nde başlayan ney derslerine evinde devam ediyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ