30 Mayıs 2013 Perşembe

Yılda 400 bin TL, işgaliye parası ödeyen sanat kurumu

30 Mayıs 2013  
Sultan Abdülhamid zamanında, sanatın icra edildiği ev olarak kurulan, 40 yıldan bu yana da Kadıköy İskele Meydanı'ndaki binada sanatçı yetiştiren İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nın (Darülelhan) başı dertte. İBB, ‘restore edeceğiz, buradan çıkın' diyor. Henüz yer bulamayan üniversite yönetimi, yıllık diyetini ağır ödüyor.
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müdürü Sıddık Yarman. FOTOĞRAF: SEVİNÇ ÖZARSLAN





İstiklal Gazetesi başmuharriri İsmail Müştak, 4 Şubat 1925'te yaptığı haberine şöyle yazmış: “Darülelhan (bugünkü adıyla Kadıköy'deki İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı), muavenet ve muzaharata muhtaçtır, her şeyden evvel bu sanat müessesesine ihtiyacıyla mütenasip bir bina bulunması lazımdır.” 87 yıl önce yazılan bu haber, hâlâ geçerliliğini koruyor.

Osmanlı döneminde, İstanbul'da kurulan (1914) ilk müzik okulu Darülelhan'ın, uzun yıllardır konuşulan, hatta öğrenciler ve hocalar arasında artık efsaneleşen tirajikomik bir yer bulamama hikayesi var. Bu hikaye son 6 yıldır da çetrefilli bir duruma dönüşmüş. Kadıköy iskele meydanındaki konservatuar binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) ait olduğu için 2006 yılında alınan mahkeme kararıyla, kurumun buradan taşınması istenmiş. Fakat yer bulunamadığı için üniversite rektörlüğü o gün bugündür İBB'ye ‘ecrimisil' adı verilen, yıllık 400 bin TL işgaliye parası ödüyor. Yani 40 yıldan beri aynı mekanda sanatçı yetiştiren, ülkemizin en köklü sanat kurumlarından biri, belediye binasını işgal ettiği için her yıl tazminata mahkum. Bir çeşit ceza ödüyor. 

Cağaloğlu, Çemberlitaş, Taksim ve son olarak da Beşiktaş'ta olan kurumun merkezi 40 yıl önce Kadıköy'e taşınmış. Haldun Taner Tiyatrosu'yla sırt sırta olan bina, eskiden sebze hali imiş. Tiyatronun olduğu yer ise itfaiye. İBB, ‘burası artık çok eskidi, restore edeceğiz' diyerek binanın boşaltılmasını istiyor. Konservatuar yönetimi de buradan çıkmak istiyor. Birinci sınıftan doktoraya kadar her yıl 1000'i aşkın öğrencinin eğitim gördüğü, 5 bin metrekarelik bina onlara da küçük geliyor. İçi de hakikaten bakımsız ve kötü durumda. Küçücük dar koridorlar, her yanı dökülen duvarlar, derslikler köklü bir sanat kurumuna yakışır bir görüntü değil. Ancak İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müdürü Sıddık Yarman, buradan taşınmayı isteseler de merkezden uzaklaşmaktan yana olmadıklarını ifade ediyor. Yarman, “İstanbul gibi büyük kültür sanat merkezinde, 30 senedir, birçok sözler verilmesine rağmen konservatuara layık bir yer bulanamadı. Bahsettiğimiz rakamlarda öyle çok büyük değil. 10 milyon dolarlık bir yatırım yeterli. 10 bin metrekare kapalı bir alan istiyoruz.” diyor ve isteklerini anlatıyor.
 Aslında Maltepe ve Sultangazi belediyesi, konservatuara bir yer tahsis etmiş. Yakın zamanda Maltepe Belediyesi ile resmi olarak mutabakata varılmış. Fakat Yarman, konservatuar merkezinin şehrin merkezinde olmasını, belediyelerin destekleriyle Maltepe ve Sultangazi'de şubeler açmak istediklerini söylüyor. Son düşünceleri şöyle: “Biz aslında binamızı seviyoruz. Keşke tamamen bize verseler burayı. Tiyatrolar madem özelleştiriliyor, Haldun Taner Tiyatrosu'nun da bize bağlanması kadar doğal bir şey olamaz. Hem tiyatro, hem konser salonu, hem derslik olarak kullanacağımız alan artar. Burasını vermezlerse, biliyorsunuz şimdi Haydarpaşa projesi yapılıyor. Marmaray'ın tamamlanmasıyla beraber Haydarpaşa artık tren garı olarak kullanılmayacak. Restore edecekler ve içinde kongre merkezi, otel, üniversite, kültür merkezi olacak bir proje düşünülüyor sanırım. Biz o projenin bir parçası olmak istiyoruz. Diyoruz ki, konservatuar merkezli, bir kültür sanat bölgesi olmalı Kadıköy. Garın arkasındaki Et Balık Kurumu da şu anda boş ve büyük bir bina. 10 bin metrekarelik bir alanı var. Et Balık Kurumu'nu çalışmak için istedik fakat vermediler. Yine aynı civardaki Dikimevi olabilir.”

Dünyanın neresine giderseniz gidin her şehrin konservatuarı o şehrin en güzel sarayının içinde. Almanya'da, Amerika'da, Macaristan'da ve daha pek çok ülkede durum böyle. Yarman, “Konservatuarın yeri Dolmabahçe, Beylerbeyi, Küçüksu Kasrı olmalıydı. Avrupa'da olup da sarayda olmayan hiçbir konservatuar görmedim. Bu anlayış Osmanlı zamanında varmış da şimdi neden yok? Okulumuzda birçok olay özveriyle yürüyor. Ben dostlarımdan maddi destek alarak birçok etkinliği yürütmek zorunda kalıyorum. Bunlar çok ciddi sorunlar. Kimseye yakışmayan bir şey.” diye haklı olarak soruyor. Konservatuarın sadece yer problemi yok. Koskoca İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda Steinway konser piyanosu, arp vs. daha yeni alınmış. Diğer eksikleri varın sizin düşünün.

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müdürü Prof. Dr. Sıddık Yarman:
“Konservatuarımızda görev yapan Meral Yapalı, Ova Sünder ikisi de piyanisttir. İkisi de Balkan göçmendir, çok dirayetli insanlardır ve çok uzun zamandır konservatuarı yönetmişlerdir. Meral Yapalı, 67 yaşında emekli olunca beni yönetici yaptılar. Sanat, toplumun bilimden önce sahip çıkması gereken en temel unsurlarından biridir. Sanatçılar öncüdür. Toplumu yönlendirir. Öncüler olmazsa toplum bir yere varamaz, naylonlaşır, plastikleşir. Sanat bunun için gereklidir. Hedef koyan, ufkumuzu açan sanatçılar lazım. Üretmeyen bir toplumun sanatçıya ihtiyacı olmaz. Sanatçının aşağılandığı toplum geri toplumlardır. Sanatçılar gelişmiş toplumlarda ön alırlar. Kültürün, üretimin, düşünce hayatının, bilimsel araştırmaların, uygulamanın olduğu yerde sanatçılar ön alırlar. Sanatçılarla ve üreticiler, araştırmacılar yani toplumun hizmet kesimi birlikte hareket ederler. Sanatçılar önde koşmak zorunda. İşte Osmanlı bunu görmüş ve Darülelhan'ı kurmuş.

Osmanlı sanata önem verip Darülelhan'ı kuruyor, Cumhuriyet döneminden sonra, İstanbul,  Ankara konservatuarları kuruluyor, daha sonra bu konservatuarlar üniversitelere bağlanıyor. Fakat ne hikmetse ülkemizin öncü sanatçılarını yetiştiren, bütün klasik müzik orkestralarına, Türk halk ve klasik müzik korolarına, senfonik orkestralara, operalara, tiyatrolara, dizi filmlere eleman yetiştiren sanat kurumuna bir türlü yer bulunamıyor. Ben buna akıl erdiremiyorum. Benim bildiğim 30-40 senedir bu mesele konuşulur. Osmanlı, sanata, müziğe, güzel sanatlara çok ehemmiyet vermiştir. İlk Türk müzisyenleri burada yetişti. Klasik Türk müziği korosu, Türk halk müziği korusu burada kuruldu. Şu anda tanıdığınız birçok isim buradan mezun.

Gerek üniversite yönetiminin bir parçası olarak, gerek bir İstanbullu olarak, gerek sanatın içinden gelen, bilim ve sanata önem veren ailede büyüyen biri olarak bunları sorguluyorum. Biz aile olarak bilim sanatı kendi imkanlarımızla çok desteklemişizdir. İstanbul'da sanatseverler vardır. Sanayiden gelen ailelerin kurduğu kültür sanat vakıfları vardır ama bu aileler konservatuarın alt yapısından sonuna kadar yararlanıp kayda değer bir katkıda bulunmamışlardır, bunu da sorguluyorum. Sonuç itibariyle siz kütür sanatı destekliyor, bu alana yatırım yapıyorsunuz ama Türkiye'nin sanatçılarını yetiştiren, önünü açan bu nadide kurumun sürekliliğini temin etmiyorsunuz.

Bahsettiğimiz rakamlarda öyle çok büyük değil. Düzgün bir konservatuar için 10 milyon dolarlık bir yatırım yeterli. 10 bin metrekare kapalı bir alan istiyoruz. Son 30 yılı kastederek söylüyorum, sanata inanmışlık yok. Bu kadar zengin bir kültüre sahip imparatorluktan geliyoruz, bu topraklar mümbit topraklar… Peki böylesine zengin bir kültürü inşa eden bu insanların torunları nerede diye sorduğumda cevabını net bir şekilde alamıyorum. Cevabını bilseydik İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nın yeri Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ya da Küçüksu Kasrı olurdu. Bugün, Almanya'ya, Amerika'ya, Macaristan'a gidin. Her şehrin konservatuarı o şehrin en güzel sarayının içindedir. Avrupa'da olup da sarayda olmayan hiçbir konservatuar görmedim. Kültür sanat binaları bulundukları şehrin en güzel yeriydi. Bu anlayış Osmanlı'da varmış da şimdi neden yok?

“YURT DIŞINDA ORKESTRALAR GETİRİYORUM, VAKIFLAR KURUYORUM DİYEN İNSANLARIN BİZİM SORUNLARIMIZA BİGANE KALIYOR !”

Maltepe Belediyesi, Küçükyalı civarında, eski Ulusoy'un çıkışında bize bir yer tahsis etti. Metroya yakın bir yer. Resmi anlaşmalarını imzaladık. Fakat Maltepe, merkeze uzak. Konservatuar, aslında belediyelerin de desteğini alarak şubeler açmalıdır. Aynı teklifi Sultangazi Belediyesi'nden de aldık. Orayla görüşmelerimiz devam ediyor. Sanatı halka indirgemek zorundayız. Ama yine de köklü eğitimimiz şehir merkezinde olmalı. Maltepe ve Sultangazi'de şubemizi açabiliriz. Fakat merkezden ayrılmak istemiyoruz. Belediye ‘bu bina benim, eski bina restore edeceğiz, çıkın' diyorlar. Bize de küçük geliyor. 5 bin metrekareden daha az bir yer burası. Her yıl 1000'i aşkın öğrenci eğitim görüyor mekanda. Birinci sınıftan başlıyoruz doktoraya kadar öğrenci var. Ben düşünürüm, memleketimi seviyorum, İstanbulluyum diyenlerin buraya bigane kalmasını ciddi eksiklik olarak görüyorum. Türk sanatını çok seviyorum, yurt dışından orkestralar getiriyorum, vakıflar kuruyorum diyen insanların bu kurumun sorunlarına bigane kalmasını kabul edemiyorum. Okulumuzda birçok olay özveriyle yürüyor. Ben dostlarımdan maddi destek alarak birçok etkinliği yürütmek zorunda kalıyorum. Bunlar çok ciddi sorunlar. Kimseye yakışmayan bir şey.

“SANAT PROJELERİNE YENİ PARA AYIRIYORUZ”


Ben aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Birim Koordinatörü'yüm.  İstanbul Üniversitesi'nin tüm proje fonlarını yönlendiriyorum. 50 milyon dolar paramız var senede. TÜBİTAK'tan sonra ülkemizin en büyük bilim fonudur. Bütün üniversitelere yayarak değerlendiriyoruz bu parayı. Sanat projelerine destek vermeye başladık. Birçok konservatuar hocası ciddi finans destekleri alıyor. Şu anda yürüttüğümüz 10 küsur projemiz var. Stüdyolar kurduk, hocalarımızın elektronik müzikle beste yapmasını sağlayacak altyapılar oluşturduk. İstanbul Üniversitesi Senfoni Orkestrası'na bir kayıt stüdyosu kurduk. Bütün konser kayıtlarını orada kaydediyoruz.



“SINAVLARI ODAMDAKİ PİYANODA YAPIYORUZ”

Üniversitenin arp ve piyanoları alındı. Müzik kitaplarımız eksikti, tamamladık. 10 piyano, 2 arp aldık. Arpların tanesi 100 milyar. Piyanolara 10 bin lira mertebesinde, kuyruklu piyanolarda 20 bin lira civarında. Koskoca İstanbul Üniversitesi'nde Steinway konser piyanosu hala yok. En çok tutulan, en kaliteli piyanonudur. İki tane Bösendorfe piyanomuz var. Biri benim odamda, öğrenciler orada çalışır, bütün sınavlar benim odamda yapılır. İkinci Bösendorfe piyanomuz İ.Ü Fen Fakültesi Cemil Birsel Konser Salonu'nda, konserlerde kullanıyoruz. Sınavların bizim odada yapılmasından durumu anlayın. Yurt dışındaki sadece konservatuarlarda değil diğer üniversitelerde her anfide bir tiyatro vardır.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ








25 Mayıs 2013 Cumartesi

30 yılın hasretiyle...

25 Mayıs 2013
25 Mayıs 1983’te aramızdan ayrılan Necip Fazıl Kısakürek, ölümünün 30. yılında ülke genelinde
düzenlenen çok sayıda etkinlikle anılıyor.


Necip Fazıl Kısakürek, ülkemizde geleneksel şair tipinin galiba son temsilcisiydi. Toplumun şuuraltındaki ‘şair imgesi'ne denk düşen pek çok özelliğe sahipti o. Karizmatik bir fikir adamı ve kanaat önderiydi, muhteşem bir hitabete sahipti. Dostları ve düşmanları çoktu; öfkesi vardı. Adının etrafında dalga dalga genişleyen bir efsane alıp yürümüştü. En önemlisi bir ‘dava' sahibiydi Necip Fazıl. Toplumun büyük çoğunluğunun hassasiyetleri için sesini yükseltmesini biliyordu. Kalabalıklar onun peşinden gidiyordu.

Kimi zaman da kollarını açıp, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diye haykırabiliyordu. Bütün bunların ötesinde gür sesli bir şairdi ve estetti… Bu özellikleri taşıyor olmak, bir şairin tanınması, sevilmesi, takipçilerinin bulunması ve topluma mal olması için yeterlidir. Necip Fazıl, yaşarken topluma mal olmuştu. Geniş kitleler, onu “Sultânu'ş-şuarâ” diye anıyor, alkışlıyor ve kendi kısık sesinin haykırışı olarak görüyordu. Yankısı uzun olacak bir sesti Necip Fazıl. Ölümünün 30. yılında onu anarken, hatırasının aramızda hâlâ sımsıcak ve taptaze duruyor oluşu şaşırtıcı değil.

Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'te aramızdan ayrıldı. Ölümünün 30. yıldönümünde ona gösterilen teveccüh, zihinlerdeki “şair imgesi”ne duyulan hasret. İstanbul'dan Kahramanmaraş'a ülkenin hemen her yerinde düzenlenen anma etkinlikleri, nitelikçe ne kadar yeterlidir ve zihinlerdeki Necip Fazıl algısını nasıl tazeler bilinmez fakat 30 yıl sonra şaire duyulan hasreti dile getirmesi bakımından çok şey ifade ediyor. İşte Necip Fazıl etkinliklerinden bazıları:

ANADOLU, NECİP FAZIL’I ANIYOR...

Konya

Konya’da 20 Mayıs’ta başlayan Necip Fazıl’ı anma etkinlikleri kapsamında bugün Kılıçarslan Gençlik Merkezi’nde film gösterimleri var. Mevlana Kültür Merkezi Veled Salonu’nda saat 20.00’de “Üstad Benim Hayatım” adlı belgesel gösterilecek. Meram Belediye Tiyatrosu, Konevi Kültür Merkezi’nde bugün saat 21.00’de “Bir Adam Yaratmak” oyununu sahneleyecek. Ankara Devlet Tiyatrosu, Ereğli Belediye Kültür Merkezi’nde bugün saat 21.00’de ‘Necip Fazıl’ın Oyunları ve Oyunlarından Replikler’ başlıklı bir program sunacak.

İstanbul
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, bugün saat 20.00’de Harbiye’deki Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Necip Fazıl’ın ‘Para’ adlı oyununu sahneliyor. Pendik, Esenler ve Bağcılar belediyeleri de şairi anıyor.

Kahramanmaraş
23 Mayıs’ta başlayan Uluslararası Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu’nun bugün son günü. Cahit Zarifoğlu Konferans Salonu’nda 09.00’da başlayacak programda Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Öztürk, “Necip Fazıl’da Büyük Doğu Düşüncesi”, Dr. Mustafa Kök “Necip Fazıl’ın Felsefeyle Hesaplaşması Üzerine Bir Deneme”, Oğuzhan Uzun “Necip Fazıl Kısakürek’in Otel Odaları Şiirinden Hareketle Türk Edebiyatında Duvar Sembolü”, Serdar Yakar “Maraş’ta Kısakürek Ailesi ve Üstad’ın Maraş Sevgisi”, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Erşahin “Necip Fazıl’a Göre İdeal Şair Tipi ve Yunus Emre” başlıklı birer konuşma yapacak. Senem Ayşe Konferans Salonu’nda ise Şahap Bulak, Yrd. Doç. Dr. M.Fetih Yanardağ ve Pınar Çakır şairi anlatacak.

Çorum
Hitit Üniversitesi’nde yarın eğitimci-yazar Muzaffer Doğan ve yazar Necmettin Türünay’ın katılımlarıyla “Kaldırımlardan Sakarya’ya Necip Fazıl Kısakürek” paneli düzenlenecek. Panel, saat 14.30’da Anitta Hotel’in Hattuşili Salon’unda başlayacak.

Sakarya
Sakarya Valiliği’nin düzenlediği anma etkinlikleri mayıs başından beri devam ediyor. kullarda yazar ve şairler Necip Fazıl’ı anlattı. Şairin 8.000 eseri öğrencilere hediye edildi. Etkinlikler bugün, Sakarya Nehri kıyısında Necip Fazıl anısına düzenlenen şiir okuma etkinliği ile sona eriyor. Alifuatpaşa’daki II. Bayezit Köprüsü’nün yanında Cihat Zafer ve Süeda Çil, saat 20.30’da başlayacak programda Necip Fazıl’ın şiirlerini seslendirecek.

Manisa
27 Mayıs Pazartesi günü saat 10.00’da başlayacak Necip Fazıl Kısakürek’i anma programı Manisa Belediyesi Kültür Merkezi Lale Salonu’nda yapılacak. ‘Necip Fazıl Kısakürek Şiirlerinin Okuma Yarışma Finali’ni, Prof. Dr. Mehmet Çelik’in katıldığı “Necip Fazıl’ı Anlamak” konferansı takip edecek.

Bursa
Bursa Kent Konseyi, Şairler ve Yazarlar Çalışma Grubu, bugün saat 13.00’te Koza Salon’da Necip Fazıl’ı anma ve İstanbul’un fethi konulu şiir dinletisi düzenliyor.

DERGİLERDE NECİP FAZIL

Edebiyat dergileri mayıs sayısında Necip Fazıl’ı kapağına taşıdı. Necip Fazıl özel sayısı niteliğinde çıkan Türk Edebiyatı dergisinde Prof. Dr. Ali Birinci’nin şairin hayatıyla ilgili bazı yanlış bilgileri düzelttiği yazısı önemliydi. Prof. Dr. Alaattin Karaca ile yapılan söyleşi de gözden kaçmamalı. Türk Dili Dergisi ise mayıs sayısında Necip Fazıl’a ‘Özel Bölüm’ ayırdı. Bu bölümde Hasan Akay, Mehmet Aycı, Necip Tosun, Turan Karataş, Mehmet Narlı, Nevzat Gözaydın, İbrahim Demirci, Erdoğan Boz, İbrahim Eryiğit, Emre Pekyürek yazılarıyla şairin eserlerini farklı yönlerden değerlendiriyor. Murat Soyak, Necip Fazıl için Çerağ adlı şiir kaleme almış. Bahtiyar Aslan’ın Necip Fazıl üzerine Prof. Dr. Orhan Okay ile yaptığı bir söyleşiye de yer veriyor dergi. Ayrıca 11 şair ve yazar ile Necip Fazıl ve eseri hakkında yapılmış bir de soruşturma var Türk Dili’nde. Karabatak dergisi de mayıs-haziran sayısında Necip Fazıl’a geniş yer ayırmış. M.Fatih Andı, Hasan Akay, Fikret Turan, Zeynep Kevser Şerefoğlu, Turgay Anar ve Hümeyra Hancıoğlu, yazılarıyla şairi anan isimler. Ay Vakti dergisi, Muzaffer Doğan, Şeref Akbaba, Ahmet Sezgin ve Salih Uçak’ın yazılarıyla anıyor Üstad’ı. İstanbul Birnokta dergisinde Mehmet Kurtoğlu’nun “Kendi Putunu Yıkan Adam Necip Fazıl” başlıklı yazısı yer alıyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ









22 Mayıs 2013 Çarşamba

Müteferrika’nın anısına Osmanlı usulü kâğıt üretilecek

22 Mayıs 2013
Osmanlı’nın ilk kâğıthanelerinden biri 266 yıl önce Yalova’nın Elmalık köyünde açıldı. Yalova Belediyesi, İbrahim Müteferrika’nın kurduğu Yalakabad Kâğıthanesi’nin anısına, 25 Mayıs Cumartesi günü bir müze açıyor. İlk matbaacımızın adını taşıyan ve hazırlıkları iki yıldır süren müzede, budanan ağaç dalları, eskimiş elbiseler ve kâğıtlar kullanılarak geleneksel yöntemle kâğıt üretilecek.
İbrahim Müteferrika Kâğıt Müzesi’ni ziyaret edenler, müzenin sorumluları Aytekin Vural ve Bahri Deniz eğitiminde kâğıt üretebilecek. FOTOĞRAF: SEVİNÇ ÖZARSLAN


Osmanlı döneminde, paçavralar, eskimiş ipler ve halatlar su içinde parçalanır, geceleri kireçli suya batırılır, gündüzleri de çimen üstüne serilerek beyazlatılırmış. Bunca emeğin sebebi kâğıt üretmek... İşlemler bu kadarla sınırlı kalmıyor. Paçavralar veya halatlar, 7 gün soğuk suda bırakılıyor ki üzerlerindeki kireç temizlensin. Daha sonra taş havanlarda tahta tokmaklarla dövme işlemi başlıyor. Malzeme iyice yumuşayınca kamıştan yapılmış ince eleklere alınarak kurutuluyor. Kabaca tarif ettiğimiz kâğıt üretme işlemi böylesine meşakkatli bir uğraş o dönemlerde. Tıpatıp aynısı olmasa da benzer bir sistem, 25 Mayıs Cumartesi günü saat 14.00'te Yalova'da açılacak İbrahim Müteferrika Kâğıt Müzesi'ne kuruldu. Ziyaretçiler, iki yıldır hazırlıkları devam eden müzeyi gezdikten sonra isterlerse müze sorumluları Aytekin Vural ve Bahri Deniz denetimindeki atölyede geleneksel yöntemle kâğıt üretebilecekler.

Aytekin Vural, “Kâğıdın tarihini merak edenler internetten istediğini öğrenebilir ama kâğıt yapamazlar. Tanıtım panolarının duvarlara monte edildiği müzecilik anlayışı artık ziyaretçileri sıkıyor. Yaşayan müzecilik anlayışını hayata geçirmek istedik.” diyor. Böyle bir müzenin Yalova'ya kurulmasının nedenini anlamak için Osmanlı tarihine bakmak gerekiyor. İlk matbaacımız İbrahim Müteferrika (1674-1727), İstanbul'da matbaayı açtıktan sonra matbaasının kâğıt ihtiyacını karşılamak üzere 1745'te Yalova'nın Elmalık köyüne, o zamanki adıyla Hırka Deresi kıyısına Yalakabad Kâğıthanesi'ni kuruyor. O dönemdeki kâğıt üretimi, işte bu müzede canlandırılacak.

Osmanlı tarihinde aslında birçok kâğıthane var. Bursa, Denizli, Amasya ve İstanbul'da kurulmuş fakat bu kâğıthanelerde üretim yapıldığına dair kesin bir belge yok. Avrupalı tüccarlardan çok büyük miktarlarda kâğıt alındığı biliniyor. Özellikle İtalya ve İspanya'dan getiriliyor kâğıtlar. Aytekin Vural, Osmanlı Devlet Arşivleri'nde Yalakabad Kâğıthanesi'nde üretim yapıldığını kanıtlayan birçok belge bulduklarını söylüyor.

İBRAHİM MÜTEFERRİKA KONUŞUYOR!
İbrahim Müteferrika Kâğıt Müzesi, Yalova'nın merkezine çok yakın. Hacı Mehmet ovasındaki Raif Dinçkök Kültür Merkezi'nin içinde. Ünlü mimarlardan Emre Arolat'ın tasarladığı kültür merkezi, dışarıdan bakıldığında paslı bir binayı andırıyor. Çevre tarafından da öyle biliniyor, etrafı
çevrilmiş inşaatı devam eden bir bina olduğu zannediliyor. Aslında paslı değil. Hatta tasarım ödülü almış. Arolat, özel bir çelik kullandığı için binanın dış cephesi birkaç sene içinde kendi kendine yeşile dönüşecek.

Müzenin girişinde sizi öncelikle konuşan bir İbrahim Müteferrika heykeli karşılıyor ve kendini anlatıyor. Vural, müzeye çok ciddi bir kâğıt bağışı aldıklarını anlatıyor. Kütahya'dan Diyarbakır'a ülkemizin dört bir yanından tarihi kâğıt yağıyor müzeye. Bugüne kadar 7 bin kâğıdın kaydını yaptıklarını söyleyen Vural, “Envanter çalışmalarımız devam ediyor, bu anlamda insanlara ulaşılması gerektiğini gördük.” diyor.

Yalova Belediyesi İbrahim Müteferrika'nın bastığı 17 eserden ancak 5'ini müzayedelerden bulabilmiş. Bunlar, Tarih-i Naima, iki cilt Ferheng-i Şuuri, iki cilt de Tarih-i Seyyah. Ziyaretçiler, bu kitapları müzede görebilecek. Diğer 12 kitap Osmanlı Arşivleri'nde mevcut olduğu için dijital çekimleri yapılmış. İsteyen, bu kitapları da dijital ortamda okuyabilecek. Müzede kurulan butonlu bir sistem sayesinde bir ‘tık' ile Vankulu Lügatı ya da Cihannüma karşınıza çıkıveriyor. Belediye Başkanı Yakup Bilgin Koçal’ın hayali olan müzede bunların dışında nadir kitaplar koleksiyonu, 1798'de Avrupa'da ilk kâğıt üreten makinenin maketi, yazı takımları, 1800'lü yıllara ait divitler, tapular, karneler, eski diplomalar ve daha pek çok nesne var.



Üçüncü kâğıt müzesi de geliyor

İbrahim Müteferrika Kâğıt Müzesi, ülkemizde bu alanda bir yıl içinde açılan ikinci müze olacak. İlki Aralık 2012’de İzmir Bornova’da eski bir levanten köşkünde kurulan Ege Üniversitesi Kâğıt ve Kitap Sanatları Müzesi. Üçüncüsü ise Şubat 2014’te Kocaeli’nde açılacak olan Seka Kâğıt Müzesi olacak. 13 bin metrekare alana kurulan bu müze, 2005’te Sümer Holding ile birleştirildiği için kapanan Cumhuriyet tarihinin ilk sanayi kuruluşlarından Seka Kâğıt Fabrikası’nın anısına yapılıyor. Çalışmaları hızla devam eden müzenin Avrupa’nın en büyük kâğıt müzesi olması planlanıyor.

YALOVA KAĞIT MÜZESİNDEN KARELER







Osmanlı’da kâğıt yapımını gösteren bir minyatür. (Mühr-ü Müşteri, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Halet Efendi 349.)A
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ








9 Mayıs 2013 Perşembe

‘Çoktan gelmeliydiniz şimdilerde bir avuç kaldık’

9 Mayıs 2013 
UNESCO’ya göre 6 bin 700 dil yakın gelecekte yok olacak. Bunların önemli bir kısmını Türk dilleri oluşturuyor. Tofaca konuşan Sibiryalı Marta Kongarayeva, 2007’de köyüne gelen Amerikalı dil araştırmacısına ‘bir avuç kaldık’ demişti. Ankaralı bir grup akademisyen ‘Tehlikedeki Diller Projesi’yle onun serzenişini gündeme taşıyor.
Tehlikeli Diller Projesi kapsamında çıkan Tehlikedeki Diller Dergisi’ni Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk (sağdan üçüncü) yönetiyor. Projede pek çok akademisyenin emeği var. FOTOĞRAF: ZAMAN, MEVLÜT KARABULUT


Başlıktaki söz, Sibirya'nın köylerinden birinde yaşayan 1930 doğumlu Marta Kongarayeva'ya ait. 73 yaşındaki kadın, Türk dilleri ailesinden Tofaca konuşuyor. Amerikalı araştırmacı K. David Harrison, 2007'de kendisiyle görüşmüş ve onun bu serzenişine ‘Diller Ölünce' adlı kitabında yer vermiş. 2002 yılında Tofacayı sadece 837 kişi konuşuyordu. Bugün kaç kişi kaldığı bilinmiyor, daha az olduğu büyük ihtimal. UNESCO'nun yaptığı araştırmaya göre yeryüzündeki dil çeşitliliği giderek azalıyor ve yaklaşık 6 bin 700 dilin büyük bir bölümü yakın gelecekte yok olacak. Aynı araştırmaya göre uluslararası literatürde ‘tehlikedeki diller' olarak adlandırılan bu dillerin arasında Türk dilleri önemli bir yer tutuyor.
UNESCO'nun yaptığı araştırmanın vahametini fark eden Ankaralı bir grup akademisyen, ölüp gidecek olan Türk dillerine dikkat çekmek amacıyla Tehlikedeki Türk Dilleri (www.tehlikedekidiller.com) adıyla sanal bir dergi hazırladı. Yaz ve kış dönemi olmak üzere yılda iki kez yayımlanan derginin ilk sayısı 2012 kış mevsiminde çıktı. İkinci sayı ise önümüzdeki ay sonunda araştırmacıların ve meraklıların ilgisine sunulacak.

Uluslararası hakemli derginin yayın kurulunda Hacettepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk ve Prof. Dr. Nalan Büyükkantarcıoğlu, Başkent Üniversitesi'nden Doç. Dr. Süer Eker, Frankfurt Goethe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Marcel Erdal ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi'nden Doç. Dr. Eyüp Bacanlı yer alıyor. Dergide yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan ya da yok olma riski altında bulunan Türk dillerine yönelik özgün makalelere yer veriliyor. Kaybolan sadece Türk dilleri değil, insanlığın ortak kültür mirası. Dolayısıyla diğer dillerle ilgili araştırmalar da derginin gündeminde. İlk sayı “Türk Dillerinin Akrabaları/Komşuları” kapağıyla yayımlandı. Yeni sayıda Nogaylar, Nogayca ve Nogay kültürü ele alınıyor. Ayrıca Rusya'da ve Gürcistan'da dil politikaları, Teleütlerin durumu, Karaçayların müzik kültürü gibi konular var.

Tehlikedeki Türk Dilleri, sanal bir dergi projesinden ibaret değil. Yaklaşık 45 bölümden oluşan, dört cilt halinde Tehlikedeki Türk Dilleri El Kitabı da hazırlanıyor. Bir dilin yok olması kültürün yok olmasıyla aynı manaya geliyor. Yüzyıllar öncesinden gelen bilgi, birikim ve miras heder oluyor. Şavk, bu kitapla Türk kültürünün diğer kültürlere karşı direnme gücünü harekete geçirmeyi hedeflediklerini anlatıyor ve Türk dillerine dünyanın dikkatini çekmek amacıyla her iki kitabı Türkçe ve İngilizce olarak yayımlayacaklarını söylüyor. Kitap 31 Aralık 2013'te çıkmış olacak. www.tehlikedekidiller.com sitesinde derginin ara yüzü şeklindeki Son Sesler/Las Voice bölümünde, kaybolan dillere ait türküleri dinleyebiliyor, araştırmaya konu olan köylerdeki hayatı anlatan videoları izleyebiliyorsunuz.

Halaçlardan molla Nasrettin fıkraları Son Sesler sayfasının Yazılar bölümünde 33 Halaçça fıkra yer alıyor. Bunlar, Prof. Dr. Gerhard Doerfer ve ekibince 1969 ve 1972 yıllarında İran’da, Horasan ve Halaç bölgesine yapılan gezilerdeki derlemelerden alınmış ve Prof. Dr. Sultan Tulu tarafından yayıma hazırlanmış. Sitede fıkralar hem Halaçça hem de Türkçe olarak yayımlanıyor. Fıkraların benzerleri muhakkak ki Türkiye Türkçesinde veya diğer lehçelerde de var, ancak karşılaştırma işi Nasrettin Hoca uzmanlarına bırakılmış.

Türkiye’de 15 dil tehlike altında

Rusya’da konuşulan Tatarca dışındaki tüm Türk dilleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu biliniyor. Aşağı yukarı bu dillerin sayısı 131. Bunların içinde özellikle Çulım Türkleri ile Baraba Tatarlarının dilleri yok oldu olacak. Ülkemizde 15 dil tehlike altında. Kapadokya Yunancası, Aramice ve Ubıh dilleri çoktan yok olmuş.

Tehlikedeki Türk Dilleri dergisinin yaptığı araştırmaya göre risk altındaki dillerin bazıları: Ahıska Türkçesi, Başkurtça, Çuvaşça, Hakasça, Kırım Tatarcası, Nogayca, Tuvaca, Yakutça.

Kritik eşikteki diller: Afşar Dili, Çalkanca, Dolganca, Gagauzca, Halaçça, Kumandı Türkçesi, Pamir Kırgızcası, Sibirya Tatarcası, Şorca, Telengitçe, Teleütçe, Tofaca, Tuba Dili

Ölüm derecesindekiler: Çulım Türkçesi, Dayı Dili, Duha Dili, Horasan Türkçesi, Fuyü Kırgızcası, Kırımçakça, Karayca, Lopnor Türkçesi, Salarca, Sarı Uygurca, Sungur Türkçesi, Truhmence,
Urumca. Ölü diller: Kumanca ve Soyatça.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



6 Mayıs 2013 Pazartesi

Osmanlı bina kitabelerini kayıt altına alıyorlar

6 Mayıs 2013
Japon profesör Kayoko Hayashi ve Prof. Dr. Hatice Aynur, beş yıldır ‘Osmanlı Bina Kitabeleri’ adlı bir internet projesi hazırlıyor. Amaçları, son yıllarda hızla artan kitabe yayınlarına rağmen kapsayıcı ve tutarlı bir veri tabanının eksikliğini gidermek. Bugüne kadar medyadan uzak duran Hayashi ve Aynur, hem projelerini hem de nasıl buluştuklarını anlattı.
Bugüne kadar 5 bin 200’e yakın kitabe www.ottomaninscriptions.com’a aktarılmış. Fakat kullanıcılar 477’sinin kimlik kartını okuyabiliyor. FOTOĞRAF: SEVİNÇ ÖZARSLAN
Japonya nere, Türkiye nere… Aramızda 9 bin kilometre var. Uçakla yolculuk 11 saat sürüyor. Bize oldukça uzak ve gidilmesi meşakkatli bir coğrafya. Fakat Japonlarla gönül bağımız çok eski. Yine de Tokyo'nun bir mahallesinde doğup büyümüş bir Japon'un Osmanlı uzmanı olmasını, doktora tezini Fatih dönemi vakfiyeleri üzerine yazmasını, ülkesinde Osmanlıca öğretmesini, bu da yetmiyormuş gibi Üsküdar'ı avucunun içi kadar iyi bilmesini, camileri; isimlerine, sokaklarına hatta kitabelerine kadar ayrıntılı anlatmasını şaşkınlıkla karşılamayalım da ne yapalım!

Üstelik eşi de dilimizi çok iyi konuşan bir Türkolog, kaybolan Türk lehçesi eynü/aynu dili uzmanı. Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Kayoko Hayashi, elbette sıradan bir Japon değil. Bir tarihçi. Uzmanlık alanı Osmanlı tarihi. Özellikle de kitabeler. Bir haftadır İstanbul'da olan ve dün memleketine dönen Hayashi, yılda birkaç kez ülkemize geliyor, İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hatice Aynur ile beş yıl önce başladıkları projeleriyle ilgili görüşmelerini halledip geri dönüyor.

Hayashi'nin bu kez Üsküdar Topbaşı Caddesi'ndeki,  Çinili Camii'nin biraz sağında kalan Atik Valide Camii'nin kitabesi üzerine bir randevusu vardı. Aynur, kitabelerin eksik bilgilerini tamamlamanın her zaman kolay olmadığını, bazı kurumların kendilerine zorluk çıkardığını söylüyor. Böyle zamanlarda devreye Kayoko Hanım giriyor. Aynur, “Caminin eski kitabesi kayıp, onu bulmak için kaç kere gittik ama olmadı. Kayoko Hanım'ın dün yaptığı görüşmeden sonra kitabenin 10 yıl önce çalındığını öğrendik.” diyor.

Osmanlı Bina Kitabeleri adlı internet projesi www.ottomaninscriptions.com, son yıllarda hızla artan kitabe yayınlarına rağmen kapsayıcı ve tutarlı bir veri tabanının eksikliğini gidermek amacıyla 2009'da hayata geçirildi. Proje, Osmanlı döneminde inşa edilen tarihi yapılara konulan bütün kitabeleri içeriyor. Hatice Aynur ve Kayoko Hayashi dışında Chicago Üniversitesi Tarih bölümünden Doç. Dr. Hakan Karateke de projenin içinde. Aynur, 1998'de Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi Türkoloji bölümüne hoca olarak gidince Hayashi ile tanışmış ve ortak ilgileri olduğunu fark edince kitabelere odaklanmışlar. Projenin ilk beş yılında İstanbul, Edirne ve Bursa kitabeleri kayıt altına alınmış. Daha sonra bütün dünyadaki Osmanlı dönemi kitabeleri siteye eklenecek.

Bugüne kadar 5 bin 200'e yakın kitabe siteye aktarılmış. Ancak biz şu anda 477'sinin kimlik
kartını okuyabiliyoruz. Sitedeki kitabelerin yüzde 82'si İstanbul'dan derlenmiş, bunların da 900'den fazlası çeşme ve sebil, 700'e yakını cami ve 200 kadarı ise tekke, kütüphane, hamam, karakol, nişantaşı ve benzeri binalara ait. Sadece Topkapı Sarayı koleksiyonundan 200 kadar kitabe var.
Osmanlı Bina Kitabeleri sitesinin altyapısı Japonya'da hazırlanıyor. Fotoğraf çekimleri ülkemizde yapıldıktan sonra Japonya'ya gönderiliyor, okunmayan kitabeler bilgisayar ortamında okunur hale getiriliyor. Sonra kimlik kartı ekleniyor. Kimlik kartı çok önemli. İki dakikada hazırlanan bir şey değil. Diyelim ki, Bostancıbaşı Derbendi Menzil Çeşmesi'nin önündesiniz, kitabesini okumak istediniz, Osmanlıcanız yok. www.ottomaninscriptions.com'a tıklamanız yeterli. Kitabenin konulduğu yapıyı kim, hangi tarihte, kimin adına ya da niye yaptırmış, üzerindeki hat'ın türü, tarih beytinin ebced hesabı, binanın yerini gösteren Google haritası… Yani kitabenin dünden bugüne kadar geçirdiği bütün aşamalar kaynaklar taranarak tespit ediliyor. Hem araştırmacıların hem meraklıların işine yarayacak bu çalışmada Japon tarihçisinin emeğinin olması ve 9 bin km uzaktan gelip açılmayan kapıları açması ne kadar manidar! Aynur ve Hayashi'nin, tarihini, kültürünü seven, sahip çıkan okurlardan bir ricası var: “Etrafınızda gördüğünüz kitabelerin fotoğraflarını bize gönderin.”

SELANİK'TEKİ TOPÇU KIŞLA CAMİİ
Osmanlı Bina Kitabeleri projesinin insanlarda bilinç uyandıran bir yanı olduğu muhakkak. Sitedeki çalışmayı fark edip katkıda bulunanlar çok. Ekip, önce Bostancı’da oturan bir kültür meraklısından mail almış. Evinin yakınlarındaki Bostancıbaşı Derbendi Menzil Çeşmesi’nin kitabesinin siteye eklenmesini istemiş. İkinci mail Büyükada’daki Meziki Oteli’yle ilgili. Birkaç sene önce açılan otelin bahçesinde de bir kitabe mevcut. Hatice Aynur, 1866-67 tarihli bir sıbyan mektebi olduğunu belirlemiş. Üçüncüsü 30 Mart 2013’te Selanikli bir belediye görevlisinin gönderdiği, “Bu binayı restore edeceğiz. Üzerindeki kitabeyi okur musunuz?” başlıklı mail. Askerî alandaki binanın, Osmanlı döneminde Topçu Kışla Camii olduğu biliniyor. Kitabesinde yazdığına göre 1836 doğumlu Selanik Valisi Hasan Fehmi Paşa eşi Feride Hanım için yaptırmış ve kitabesine ‘bu cami eşimin namı hatırlansın/ unutulmasın’ diye yazdırmış.
Caminin kitabesi

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ