31 Aralık 2013 Salı

‘Topkapı’daki el yazmaları herkesin istifadesine açılmalı’

31 Temmuz 2013
Önceki gün Zaman’da yayımlanan “Topkapı Sarayı’ndaki el yazmaları çürüyor” başlıklı haber, kamuoyunda geniş yankı uyandırdı.Gazeteye ulaşan araştırmacılar, tarihçiler, bilim adamları ve vatandaşlar, paha biçilmez elyazması eserlerin durumu karşısında üzüntülerini ifade etti. Haber, Topkapı Sarayı Müzesi’nde sorunun sadece çürüyen elyazmaları olmadığını da gündeme getirdi. Ortaya çıkan fotoğrafları ve arşivlerin vaziyetini değerlendiren tarihçiler, başka önemli sorunları da gündeme getirdi. Saray arşivlerinde görülen durumun yılların ihmali olduğuna dikkat çeken hocalar, yeni yönetimin arşivleri tasnif edip elyazmalarını dijital ortama aktararak bir an önce araştırmacıların hizmetine açması gerektiğini ifade ediyor. Tarihçilere göre arşivler teftiş edilerek mevcut durum ortaya konulmalı ve personel artırımıyla değerli hazine bir an önce herkesin istifadesine açılmalı.

Arşivin durumu eskiden beri biliniyor

Prof. Dr. Feridun Emecen (Tarihçi):
“Topkapı Sarayı arşivlerinin pek uygun bir vaziyette olmadığı zaten öteden beri bilinen bir husus. Evrakın daha iyi olarak saklanması için üzerinde biraz hassasiyetle durulması lazım. Arşivdeki arkadaşlar evraklara hassas yaklaşıyorlar ama depolama şartlarının müsait olmaması onları aşan, devleti alakadar eden bir konu. Devlet iradesini ortaya koyup arşivdeki malzemenin durumunu teftiş etmeli. Başbakanlık Devlet Osmanlı Arşivi’nde çok iyi bir restoratör grubu var. Onlar Topkapı Sarayı’ndaki belgelerin durumunun ne olduğunu hemen anlarlar. Fakat Topkapı Sarayı’ndaki belgelerin Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ne gitmesini de doğru bulmuyorum. Bana göre Kağıthane’ye taşınan arşiv için iyi bir bina yapılmadı. Her iki tarafta da sorunlu ülke olarak maalesef arşivi koruma ve kollama problemimizi çözemedik.”

Belgelere ulaşamıyorum

Bülent Arı (TBMM Müzecilik ve Tanıtım Bşk.):
“Topkapı Sarayı’ndaki arşivi kullanmaktan uzağız. Ben diplomasi tarihi çalışıyorum. Belgelerin çoğu Topkapı Sarayı arşivinde ama oradan belge almak o kadar zor ki! O kadar problem çıkabiliyor ki, en sonunda İllallah deyip bırakıyoruz. Bunlara bir çözüm bulunması lazım. Oradaki belgeler, kitapları kurumların değil milletin malı. Bu algı artık değiştirilmeli. Devlet şimdi güzel bir şey yaptı. Bütün elyazma eserleri belli bölgelerde topluyorlar. İstanbul, Ankara, Konya ve Bursa’da Elyazmaları Kütüphaneleri açıldı. O bölgedeki bütün eserler buralara aktarılıyor. Buralarda koruma, iklimlendirme imkanları daha iyi. Topkapı Sarayı’ndaki belgelerin Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde toplanması, burada dijitale aktarılması lazım ama kurum taassubuyla verilmiyor bunlar. İlber Ortaylı Topkapı Sarayı’na 7 sene başkanlık yaptı, bütün bunlar onun sorumluluğunda aslında. Konunun hassasiyetini bildikleri halde üzerine düşmediler. Mesela biz kurum olarak Dolmabahçe Sarayı’ndaki Osmanlı belgelerini Başbakanlık Devlet Arşivleri’ne devrettik, 160 bin defter dijitale aktarılıyor. Bizim gönlümüz rahat. Orada iyi korunacaklar ve çok daha fazla kişiye ulaşacak belgeler.”

Kulluk etmediğiniz zaman size kitap vermezler

Teyfur Erdoğdu (Tarihçi): 
“Topkapı Sarayı’ndaki kütüphane çalışanlarının nasıl olduğunu siz bilemezsiniz… Onlara arz-ı ubudiyet (kulluk) etmediğiniz zaman size kitap da vermiyorlar. Kendi hakimiyetlerini hissettirmek için kitapları göstermez, yok sayar, ‘bulunamamıştır’ ya da ‘çürük’ diye size göstermezler. Orada kemikleşmiş bir yapı var. Yaklaşık 30-40 yıldır bu yapı değişmeden devam ediyor. Bu arşiv ve kütüphanede çalışanlar aynı zamanda araştırmacılık ve tarihçilik yapma heveslisidirler. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın bize söylediği bir ilke vardır: ‘Arşivci ya da kütüphaneci kendisi araştırmacı ya da tarihçi olmamalıdır. Çünkü araya kıskançlık ilişkileri girer, bazı belgeleri ve önemli kitapları gizlemeye kendine hasretmeye meyledebilir.’ Topkapı’da yıllardır bunlar oluyor. Aynı şey Arkeoloji Müzeleri’nde de oluyor. Yönetimdeki müdürün kemikleşmiş bu bürokrasiyle arasındaki sorunları çözmesi kolay değildir. Bu durumda yeni bir yöneticinin bu krizleri çözebilmesi için yapması gereken şey eleman artırımına gitmektir, bu oldu fakat hadiselerin yavaş ilerlemesi tarihçiler açısından memnuniyet uyandırıcı değil. Daha hızlı çözümler bulunmasını biz tarihçiler olarak yeni yönetimden bekliyoruz. Ama esas mesuliyet, uzun yıllar Topkapı Sarayı’nda başında bulunmasına rağmen bu hususta ciddi bir adım atmayan eski yönetimdir. Hatta hem yönetim krizine hem de Osmanlı Arşivi’yle çözüme odaklı atılan adımların tersine dönmesine sebep olmuştur.”

Topkapı Sarayı’nda müzminleşmiş problemler var
 

Doç. Dr. Erhan Afyoncu (Tarihçi): 
“Topkapı Sarayı’nın kütüphanesi ile arşivinde yıllardan beri araştırmacıların yaşadığı bir problem var. Kütüphane taşındı, arşivin daha farklı bir sorunu vardı. Eskiden beri müzminleşmiş problemlerin yeni yönetim tarafından çözüleceğine inanıyoruz. Elyazmaları Kütüphanesi çok uzun süredir kapalıydı. Ne zaman kapandığını dahi hatırlamıyorum. Şimdi açılacak olması önemli. Kültür Bakanlığı’nın kalifiye personel vermesi lazım. Mevcut personelin Topkapı Sarayı Müdürü Haluk Dursun’a karşı direnmesi söz konusu.”

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ


2013’te kültür-sanatın en iyileri

31 Aralık 2013
2013 her açıdan unutulmayacak bir yıl olarak kayıtlara geçti. Fakat kültür-sanat adına verimli ve hareketli bir seneyi geride bıraktığımız söylenebilir. Yıl içerisinde birbirinden iyi filmler-tiyatrolar izledik, sergiler gezdik, kitaplar okuduk ve müzikler dinledik. Bu ‘iyilerin’ yanı sıra 2013, sinema, müzik ve tiyatro dünyasından pek çok ustanın aramızdan ayrıldığı bir yıl oldu. Biliyoruz ki her liste biraz eksiktir lakin 2013’ün bu son gününde, geriye dönüp yılın en iyilerini “işin” uzmanlarına sorduk.
Hüsn-i Hat sergisi, Ayasofya Müzesi.


 Hüsn-i Hat ve Mukaddes Miras sergilerini 1 milyon 200 bin kişi gezdi

Bu yıl hiç kuşkusuz en dikkate değer kültür sanat olayı, ikisi de Sultanahmet’te açılan Hüsn-i Hat ve Mukaddes Miras sergilerini toplam 1 milyon 200 bin sanatseverin ziyaret etmesiydi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle düzenlediği Ayasofya Müzesi’ndeki Hüsn-i Hat sergisini, bir haftada 400 bin kişi ziyaret edince serginin kapanış tarihi 2 Mayıs’a kadar uzatıldı.

İslam Kültür ve Sanat Platformu’nun Sultanahmet Medresesi’nde açtığı 99 adet elyazması Mushaf-ı Şerif’ten oluşan “Mukaddes Miras” sergisini ise bugüne kadar 200 bin kişi gezdi. Bugüne kadar diyoruz çünkü sergi, 2 Eylül’de İstanbul’da kapandıktan sonra 14 şehri gezdi. Sergilerden devam edecek olursak, açtığı her sergi dünyada büyük ses getiren Hint asıllı sanatçı Anish Kapoor’un heykel çalışmalarını ilk kez İstanbul’da sergilemesi de önemliydi. Sabancı Müzesi’nde 10 Eylül’de açılan ve şimdiye kadar 97 bin kişinin ziyaret ettiği ‘Anish Kapoor İstanbul’da’ sergisi 2 Şubat’a kadar uzatıldı. 20 Eylül-20 Ekim arasında açık kalan ve bu yıl ilk defa ücretsiz olan 13. İstanbul Bienali’ni ise 337 bin 429 sanatsever gördü.

Kültür Bakanlığı’nın son yıllarda üzerinde ısrarla durduğu en önemli kültür olayı, yıllar önce Türkiye’den yurtdışına kaçırılan tarihî eserlerin geri getirilmesi. Bu ısrar, bu yıl da meyvelerini verdi. 2013’te, Almanya’dan Kanatlı Denizatı Broşu (1), Avustralya’dan sikke grubu (23), İngiltere’den Osmanlı mezar taşları (4) ve son olarak Aksaray Ulucamii Minber Kapısı Kanatları (2) olmak üzere toplam 30 tarihî eser Türkiye’ye getirildi.

Türk edebiyatına Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kar, Benim Adım Kırmızı, Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap gibi eserler kazandıran, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk’un, İletişim’den YKY’ye transfer olması, bu yıl yayın dünyasında en çok konuşulan olaylardan biriydi. Yılın son ayında herkesi sevindiren kültür sanat olayı ise 1999’da ülkesinden sürgün edilmek zorunda bırakılan ve gittiği Fransa’da vefat eden sanatçı Ahmet Kaya’ya, müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nün verilmesiydi.

Büyük ustaları yitirdik

2013’te sinema, müzik ve tiyatro dünyası ustalarını yitirdi. Geride bıraktığımız yıl, kayıplarıyla da hatıralarda önemli yer tutacak. İşte 2013’ün kayıpları...
Tiyatro/Sinema: Tuncel Kurtiz, Nejat Uygur, Zafer
Önen, Tekin Akmansoy, Metin Serezli, Dinçer
Çekmez, Macide Tanır, Tomris Oğuzalp, Tuncay
Özinel, Savaş Akova, İsmet Hürmüzlü, Osman
Gidişoğlu, Dinçer Çekmez, Yaşar Güner, Şahin
Gök, Çetin Akcan, Alev Sururi, Gül Yalaz.
Edebiyat/Düşünce: Metin Kaçan, Turgut Özakman,
Güzin Dino, Mustafa Miyasoğlu, Nevzat
Köseoğlu, Leyla Erbil, Sedat Umran, Ahmet
Erhan, Aytunç Altındal, İsmet Kür, Sait Maden.
Müzik: Müslüm Gürses, Adnan Şenses,
Şenay Yüzbaşıoğlu, Ferdi Özbeğen, Nigar
Uluerer. Resim: Burhan Doğançay.

En İyi Tiyatro Oyunları (Hüseyin Sorgun'un seçtikleri)

1- Sessizlik (İstanbul Devlet Tiyatrosu)
2- Örümcek Kadının Öpücüğü (Sahne Hal)
3- Küskün Müzikali (Emek Sahnesi)
4- Kim Korkar Hain Kurttan (Oyun Atölyesi)
5- Oda ve Adam (Moda Sahnesi)
6- Yeraltından Notlar (Seyyar Sahne)
7- Çehov Makinası (İstanbul Devlet Tiyatrosu)
8- Para (İstanbul Şehir Tiyatrosu)
9- Müziksiz Evin Konukları (Tiyatro Kare)
10- Hıdırellez (İstanbul Şehir Tiyatrosu)

En İyi Filmler (Nedim Hazar'ın seçtikleri)

1- Pi’nin Yaşamı (Yönetmen: Ang Lee)
2- Yerçekimi (Yönetmen: Alfonso Cuaron)
3- Zerre (Yönetmen: Erdem Tepegöz)
4- Düşler Diyarı (Yönetmen: Benh Zeitlin)
5- Çocuklar / Djeca (Yönetmen: Aida Begic)
6- Kelebeğin Rüyası (Yönetmen: Yılmaz Erdoğan)
7- Yozgat Blues (Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun)
8- Hayat Avcısı / The Imposter (Yön.: Bart Layton)
9- World War Z (Yönetmen: Marc Forster)
10- Samsara (Yönetmen: Ron Fricke)

En İyi Kitaplar (Can Bahadır Yüce'nin seçtikleri)

1- Kafka: Karar Yılları (I), Kafka: Kavrama Yılları (II) –
Reiner Stach (Sel)
2- Kendi Ruhumuzu Ararken – M. Fethullah Gülen (Nil)
3- Ölümle Baş Başa – Peter Nadas (Can)
4- Beni Sorarsan – Gülten Akın (YKY)
5- Mel’un - Selim İleri (Everest)
6- Hayat Düzeyleri – Julian Barnes (Ayrıntı)
7- Heba – Hasan Ali Toptaş (İletişim)
8- Sinan Çağı – Gülru Necipoğlu (Bilgi Ünv.)
9- İrade, Hareket, İsyan - Nurettin Topçu’nun
Entelektüel Biyografisi - Mehmet Birgül (Dergâh)

En İyi Albümler (Ali Pektaş'ın seçtikleri)

1- Mabel Matiz - Yaşım Çocuk
2- Emre Aydın - Eylül Geldi Sonra
3- Rubato- Bir
4- Birsen Tezer - İki Cihan
5- Melis Danışmend- Biraz Gülmek İstiyorum
6- Nilüfer - 13 Düet
7- Çiğdem Erken-İstanbul Kızı
8- Aynur Doğan - Hevra
9- Duman - Darmaduman
10- Model - Levla’nın Hikâyesi

En İyi Sergiler (Jülide Güngör'ün seçtikleri)

1- Erol Akyavaş Retrospektif / İstanbul Modern / 29 Mayıs 2013 – 1 Aralık 2013
2- Milyonluk Manzara / Tütün Deposu / 12 - 30 Temmuz 2013
3- Yıldız Moran - Zamansız Fotoğraflar / Pera Müzesi / 27 Kasım 2013 - 19 Ocak 2014
4- Anish Kapoor İstanbul’da / Sakıp Sabancı Müzesi / 10 Eylül 2013 – 5 Ocak 2014
5- Haset, Husumet, Rezalet / ARTER / 24 Ocak – 7 Nisan 2013
6- Hüsamettin Koçan Retrospektif / İş Sanat Kibele Galerisi / 13 Şubat - 30 Mart 2013
7- Bir Daha Asla: Geçmişle Yüzleşme ve Özür / Depo / 25 Ekim - 15 Aralık 2013
8- Duvar Resminden Korkuyorlar / SALT Beyoğlu / 31 Ocak – 21 Nisan 2013
9- Mat Collishaw - Hayalet Görüntü / ARTER / 2 Mayıs – 11 Ağustos 2013
10- Sarkis – İkiz / Galeri Manâ / 10 - 24 Eylül 2013

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

30 Aralık 2013 Pazartesi

Geleneksel sanatlar bugüne ne söylüyor?

30 Aralık 2013
Hattat Hüseyin Kutlu, Geleceğin Ustaları Yarışması’nın ödül töreninde yaptığı konuşmasında, “Klasik sanatlarımız bugün sadece kutsi hatıra olarak yaşatılmamalı, nostalji olmanın ötesine götürmek zorundayız.” diyerek bu sanatların neden güncelliğini yitirdiği üzerine bir tartışma başlattı.
Fussılat Suresi 31. âyet-i kerîme: "Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da doğrulukta devam edenler, onları, melekler, ölümleri anında: "Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin." Hattat Hüseyin Kutlu 
 
Geleneksel Sanatlar Derneği, bu yıl ilk defa düzenlediği Geleceğin Ustaları yarışmanın sonuçları 16 Kasım 2013’te Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle açıklandı. Hat, tezhip, minyatür, çini, kaatı, kalemişi ve cilt sanatında gelecek vaat eden sanatçılara ödülleri verildi. Ödül töreninde, hat sanatının jürisinde de yer alan hattat Hüseyin Kutlu, önemli bir konuşma yaptı. Dedi ki:

“Geleneksel sanatlarımızı biz geçmişte bıraktık, bugün hâlâ geçmişi yaşıyoruz. Bu sanatlarımızı günümüze ışık tutan, günümüzün meselelerini ele alan ve yorumlayan hale getirmedikçe bize dur durak olmamalı. Bunlarla yetinmememiz lazım. Yani bu sanatlarımız sadece bir güzel kutsi hatıra olarak yaşatılmamalı, bir nostalji olmanın ötesine götürmek zorundayız. Minyatürümüzden hat’a, ebrumuzdan cilt sanatına bütün sanatlarımız doğduğu, geliştiği ve yaşadığı dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik hadiseleri yorumlayan, yol gösteren bir görev ifa ediyordu. Bugün ise tamamen ayrı bir yerde, ayrı bir dünya… Sadece gönlümüzü ferahlatan, bizi rahatlatan bir kutsi hatıra olarak duruyor. Buna benim gönlüm razı olmuyor. Burada rektörlerimiz, kültür müdürlerimiz var. Onlardan yol gösterici olmalarını ve imkanlar hazırlamalarını rica ediyorum.” 

Hakikaten öyle. Geleneksel sanatlar bugün duvarları süsleyen kutsi bir hatıra, nostalji olmanın ötesine gidemedi. Kendini güncelleyemedi. Son yıllarda hat sanatının ihya olduğunu dile getirenler var, fakat burada kastedilen şey para. Hat sanatı artık iyi para ediyor, müzayedelere çıkıyor, özel koleksiyonlarda yer buluyor. Fakat, eskiden sosyal, siyasal ve ekonomik hayatı yönlendiren, fikir beyan eden İslam sanatları artık bunların gerisinde duruyor, suya sabuna dokunmadan yaşayıp gidiyor. Biz de karşısında durup iç geçiriyoruz.

Bu sanatların bazı temsilcileri de eksikliğin farkında olduklarını ama ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemediklerini söylüyor. Sanat ve estetik konularında yazan, güncel ve geleneksel sanatlarda fikir sahibi olan yazar, eleştirmen ve galeri sahiplerine neden bu noktaya gelindiğini ve bu sorunun aşılabilmesi için neler yapılabileceğini sorduk.

Teknolojinin bütün imkanlarını kullanmak gerekir

Beşir Ayvazoğlu (Yazar): Hat, tezhip, minyatür, ebru vb. kitap sanatlarıdır ve tezyinî nitelik taşırlar. Elbette bu zengin mirası koruyup yaşatarak gelecek nesillere aktaracağız. Bu sanatlarla hayatımızı az çok tezyin ederek tatmin olabiliriz, ama kendimizi dünyaya anlatamayız. Arkasındaki medeniyet hayatiyetini çoktan yitirdiği ve gelişme imkânları tüketildiği için kaçınılmaz bir biçimde anakronik olan eski sanatların diliyle modern dünyanın dili birbirine tercüme edilemez. Daha da önemlisi, hat, tezhip, minyatür ve ebru ile kavga etmek, eleştirmek, yeni tekliflerde bulunmak, yeni dünyalar kurmak kolay değil. Modern resmin bile kendi sınırlarına gelip dayandığı, bu yüzden sanatçıların “güncel sanat” adını altında yeni yeni yollar aradıkları bir çağa minyatürle ayak uydurabilir miyiz? Belki… Ama bunun için yaratıcı bir zekâya sahip olmak, eskinin içinde yeni olanı, hayatiyet taşıyanı bulup çıkarabilmek, dünyada sanat adına nelerin yapılıp edildiğini dikkatle takip etmek ve modern teknolojinin bütün imkânlarını kullanmak gerekir. Sinema, tiyatro, video, fotoğraf… hepsi önemli. Başka bir yol bilmiyorum. Geçmişi hâlâ sırtımızda ağır bir yük gibi taşıyoruz; bu da adımlarımızı yavaşlatıyor. Ya bu yükü bir enerji kaynağı haline getirmenin yollarını bulacağız yahut sırtımızdan atıp hafifleyerek adımlarımızı hızlandıracağız. Başka yol bilmiyorum.

İslam sanatları hayatımız içinde şekillenebilir

Hüseyin Kutlu (Hattat): Ben aslında geleneksel sanatlar yerine bu sanatlara Kuran’ı Kerim kaynaklı sanatlar ya da İslam kimlikli sanatları demeyi tercih ederim. Çünkü bu sanatları gerçek kaynağından koparıp kimliksiz hale getirdiğimiz zaman ruhsuz bir şey olur, görsel sanat olur. Peki İslam sanatları bu duruma nasıl geldi? Aslında sanatçılar bu duruma geldi. Bütün İslam alemi seküler olduk. Günümüzün Müslümanı inancını içine gömmüş, vicdani ve kalbi çerçevenin içine almış, ama onu ne ekonomisine, ne siyasetine, ne de sosyal hayatına hiçbir şeye yansıtmamak üzere çok muhafaza altında tutan ve din denilen şeyi de bundan ibaret kabul eden bir anlayışa sahip.

Efendimiz Mekke’den Kuba’ya ya da Medine’ye geldiğinde ilk işi cami yapmaktı. Çünkü yaşam biçimi o cami etrafında şekilleniyor. Osmanlı’nın külliye fikri de buradan geliyor. Beş vakit camiyle irtibat var, hayat o caminin, külliyenin etrafında dönüp dolaşıyor. Cami ve insan o kadar iç içe ki… Dünya ile icap ettiği kadar irtibatlı. Bu tam bir Müslüman anlayışı, Müslümanca yaşam biçimi. Dini hücrelerine kadar yerleştirmiş, kendini, dünyasını, işlerini, duygularını, düşüncelerini hep ona göre dizayn etmiştir.

Şimdi Süleymaniye, Sultanahmet gibi büyük camilere bakalım. Hepsi muazzam çinilerle, kalemişiyle donatılmış. İyi de bugünkü Müslüman’a bu sanat lüzumsuz. Niye, çünkü camiye girecek pat küt, pat küt namaz kılıp hemen çıkacak. Etrafına bakmayacak bile, bir an evvel çıkıp gitme derdinde. Kim izleyecek o sanatı. Cami, Müslüman’ı her bakımdan tatmin edecek bir müesseseydi. Filpayelerin dibindeki o kürsülerin birinde bakıyorsun hendese dersi veriliyor, diğerinde sohbet ediliyor, bir başkasında tefsir öğretiliyordu. Müslüman böyle yaşıyor, böyle yaşaması gerekiyor. Mimari de bu anlayışla gelişti. Kadim zamanlarda İslam medeniyetinin günlük yaşamda karşılığı vardı, fakat bugünkü Müslüman’da karşılığı yok. Tıpkı bu sanatlarda olduğu gibi. Çünkü bunları biz görsel sanatlar yaptık. Kimi süs eşyası olarak görüyor, kimi hava atmak için, kimi de yatırım için değer veriyor. “Hilye-i şerife bakıyorum, çok keyif alıyorum” diyor bir koleksiyoner mesela.

Şimdi camiler yapılıyor. Çarpuk çurpuk, süsleri, yazıları bu işin ticaretini yapan, hiçbir şeyden anlamayan, ucuz iş yapanlara teslim ediliyor. Ayet yanlış yazılıyor, renkler lunapark gibi. ‘Niye yaptırdın?’ diye soruyorsunuz. ‘Bomboş mu olacaktı’ diye cevap veriyor. İmama, müezzine ‘Burada ne yazıyor diye soruyorsun, ‘Okuyamıyoruz’ diyor. Madem okuyamıyorsunuz niye yazdınız? E işte süs. Bakın Allah’ın kelamı ne duruma düşüyor. Dekoratif bir malzeme. Ucuz olsun diye camiyi baştan aşağı fayans yaptıranlar var. Temizliği kolay oluyor, toz tutmuyor diye savunuyor bu fikrini. Peki ‘sen evinin misafir odasını, salonunu fayans yapıyor musun?’ ‘Hayır, olur mu ya.’ ‘Peki nereye fayans döşüyorsun’ ‘Tuvalet, banyo’. Bakın kendi ağzıyla söylüyor. Bunu yapan, söyleyen Müslüman. Yani anlatılacak çok şey var. Ben teğet geçiyorum.
İbare: Sakın İncitme Bir Cânı, yıkarsın arş-ı Rahmânı. Formu: Müdevver, Hattat: Hüseyin Kutlu, Tür:Celî Sülüs, Tarih: 1434 / 2012 - 2013, Malzeme:Deri baskı, Seri No: 2340

Hadi levhalara gelelim. Bugün hat sanatı para eder konuma geldi. Hattat yazıyor, para kazanacak. Yazdıran niye yazdırıyor, salonuna astıracak, hava atacak. Yani hep şova dönük. Kaç kişi okuyor o hattı, ne yazıyor orada, manasını kaç kişi merak ediyor, kaç kişi okuduğunu anlıyor ve ona göre amel ediyor. Şov meraklısı olduğumuz için bu sanatlarımız öldü.

Kurslarda ise geleneksel sanatların sadece işçiliği öğretiliyor. Kuran’ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın kelamıdır. Bu ilahi kelamı sayısız meleklerinin içerisinde dört büyük meleğin serdarı olan Cibril ile gönderiyor. Günümüz Müslümanı bundan gafil, bugünün hattatı da, sanatkarları da hepsi gafil. Kime gönderiyor Cenab-ı Hak? 124 enbiyanın serdarına gönderiyor. Kuran’ın indiği gece bin aydan daha hayırlı oluyor. Hat sanatı bundan dolayı var. Ne rastgele yazılmalı, ne rastgele okunmalı, ne rastgele tefsir edilmeli, ne rastgele ahkam çıkarmalı. Bunların hepsinin ilmi oluşmuş. Bunun adı Kuran medeniyetidir. Bir medeniyet oluşuyor. O aşk, o nur o feyiz, o bereket…

“Allah’ın mescitlerini ahirete ve Allah’a inananlar imar eder.” Mimar Sinan’ı coşturan bu ayettir. Bir mabet medeniyeti oluşturuyor bu ayet. Nihayetinde dört duvar çevirip kılarsınız namazınızı ama değil, hayır medeniyet bu değil. ‘İşte yaz yahu, okunacak kadar.’ diyor adam. Olmaz, olamaz böyle bir anlayış. Bir ayakkabı için bir hafta gezenler var, ‘yahu hoşuma giden bir şey bulamadım’ diyorlar. Bir ayakkabı alırken tatmin olmuyorsunuz da, Allah’ın kelamını okurken yazarken niye rastgele iş yapıyorsunuz.

Ziya Gökalp’ın “İslam ümmetindenim Garp medeniyetimden” safsatasını çok benimsedik ve bunu çok makul da bulduk. Yalnız Türkiye değil, bütün İslam alemi böyle. Müslümanız ama Batı medeniyetine mensubuz. Bu anlayış, ölümcül bir şeydir. Bu, İslam’ın bir medeniyeti olmadığını inkar anlamına gelir. “Müslümanım ama bizim medeniyetimiz yok, e şimdi medeniyet dediğin Batı. O halde kendimi bir medeniyete yaslamam lazım mantığı anlayışı hakim. Ya da İslam medeniyeti bir zamanlar vardı ama tarihe mal oldu, nostalji. O halde yeni bir medeniyete mensup olmam lazım.” Bu düşünceyi ben katiyetle kabul etmiyorum. Reddediyorum. İslam’ın bir medeniyet olduğunu ve bu medeniyetin şimdi, şu çağda yaşanılır, yaşatılır olduğunu, çağdışı filan olmadığını, İslam kültürünün ve sanatlarının hayatımızın içinde olabilecek şekilde kullanılabileceğini ve bizim onlara göre hayatımızı düzenleyebileceğimizi düşünüyorum ve inanıyorum. Bu saf bir hayal değil. Bunların hepsinin gerekçelerini anlatabilirim, projelendirebilirim. Bu kadar ayağı yere basan bir konudur. Ama bugünkü Müslüman camianın böyle bir davası yok. Müslümanların bir medeniyet projesi yok.
Celî sülüs 'Kelime-i Tevhid. Hattat Hüseyin Kutlu.
Peki ne yapacağız? Bir kere bu sanatlarımızın daha önce ifade ettiğim gibi hem öğreten hem öğrenmek isteyen hem de merakı olanlar için söylüyorum; bunun İslami ve Kurani bir ruhu olduğunu unutmadan icra etmek lazım. Bu irtibat kesilirse ruhsuz görsel bir sanat olur İslam sanatları. Edep, adab, usul yerleştirilmesi ve bunu modellerinin oluşturulması lazım. Ben İSMEK’lere hasım oldum sırf bu yüzden. Her yerde eleştiririm bu kursları. Onlar da benim dilimden kurtulmak için her yere çağırarak idare etmeye çalışırlar güya. İSMEK’lerdeki geleneksel sanat kurslarına karşıyım. İşin edebi adabı hiçbir şeyi yok. Şekli de bozuk. Öğreten bilmiyor ki… Eski harflerle bir şey yazmayı hat sanatı zannediyorlar. Belediye başkanı da öyle zannediyor, hizmet ettiklerini sanıyorlar. İslam sanatlarına en büyük zararı onlar veriyorlar. Şimdiye kadar bozulmamış yozlaşmamış sanatı yozlaştırıyorlar.

Üniversiteler bunun usülünü, adabını bir sorsun. Fakat şunu belirtmem lazım. Hiçbir güzel sanatlar fakültesinde bugüne kadar hattat yetişmedi. Yetişenler bizim talebelerimiz. Neden yok, iklim müsait değil. Hat bölümü hepsinde var. Ya hocası benim talebemdir. Bizden icazet alıp hattat olmuştur. Ben hatta şunu iddia ediyorum, Türkiye’deki bütün güzel sanatlar fakültelerinin geleneksel sanatlar bölümünde okuyan öğrencilerinden daha çok talebeyi Ali Paşa Camii’nde eğitiyorum. Kimse itiraz edemez. Eser ortada.

Hat sanatına şu anda çok talep var. Beni bırakın talebelerimin bile siparişleri 2-3 yılını dolduruyor. Geçmişten daha ileride olduğumuzu düşünenler bile var. Bunlar karşılığı olmayan bir sanatlar gibi mütaale edilemez. Bunların eğitiminin usulünce ve kendine has edebiyle verilmesi gerekir. Usul olmadan vusul olmaz. Dünyanın gündeminde bir sürü mesele var, Türkiye’nin gündeminde bir sürü mesel var. Klasik sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın nasıl bir irtibatı var bu meselelerle. Çevre ile ilgili bir hat sergisi duydunuz mu? Yok. Nasıl olabilir böyle bir şey’ Oysaki öyle bir hazine var ki… Kuran’ı Kerim’in ilgilenmediği tek bir mesele yok. Ayetlerde, hadislerde şiirlerde atasözlerinde onca söz var. Mütefekkirler, filozoflar, büyük insanlar yetişmiş, hepsi ne sözler söylenmişler. Suskun gelip gitmiş adamlar değil bu isimler. Hazine hepsi. Sen bunlardan bir şey ortaya çıkaramıyor musun? Çıkaramıyor, çünkü sanatçılarımızın kafasında böyle bir şey yok. Bilgi yok çünkü. Mesela Mevlana yılını ele alalım. Hazreti pirin 6 ciltlik Mesnevi’si var, Divanı Kebir diye dört ciltlik eseri, Fihi Mafih mevcut. Daha birçok eser. Niye bu zatı kendi sözleriyle dünyaya tanıtmayalım? Hem de sanat diliyle. Sanat bu işe yarar.

Konya Belediyesi’ne zamanında bir proje sundum: Hz. Mevlana’nın sözlerinden 40-60 söz seçelim, fakat şuna dikkat edelim. Bugün Mevlana’yı nasıl tanıyor insanlar? Hoşgörü insanı, sevelim sevilelim, ne olursan ol gel, aşk filan… Bu kadar. Neredeyse aşure çorbası gibi. Siz biliyor musunuz, Avrupa’da, İspanya’da, Amerika’da Rumilik diye bir din türedi. İslam dışı bir şey bu. Peki Mevlana böyle biri mi, değil. Biz Mevlana’nın gerçekte kim olduğunu kendi sözlerinden levhalar yaparak anlatabilirdik. Değişik tasarımlar yaparak, hem tezhipli levhalar, hem çiniye hem madene işleyerek… Namütenahi sanat imkanımız var. Bir yıl önce sundum projeyi bana 3 ay kala kabul edildi diye haber geldi. Üç ayda ancak 18 eser çıkartabildik. Biz dünya çağında bir insanımızı dahi sanatkarlar olarak tanıtamadık. Mesneviyi okumak, anlamak ve anlatabilecek kadar hazmetmiş olmak lazım. Hattat dediğin adam kalemi eline alıp harf yapan adam olmayacak. Tıpkı eskiden olduğu gibi alim olacak. Dünyadan haberi olacak. Her şeyi bilecek. Kendini yetiştirecek, seviyeli olacak. O sanatı icra edecek donanımla her bakımdan mücehhes hale getirecek. Bizim sanatçılarımız dünyada olan bitene tamamen kayıtsız. ‘Bilinen sözler, ayetler var, sipariş de var, yazalım edelim’ bu anlayış hakim. Gündemli ve konular sergiler açılmalı. Ayrıca devletin Kültür Bakanlığı vs. bu mevzuda projeleri destekleyecek bir açılım yapmalı.

Daha güncel bir olay anlatayım. Bilirsiniz hattat Hamid Aytaç, Diyarbakırlıdır. Bir-iki ay önce beni aradılar, anma töreni düzenleneceğini, konferans vermemi istediler. Ben de konferanstan ziyade, gündemli bir sergi hazırlayalım dedim. Diyarbakır’ın şu andaki en önemli meselesi Kürt-Türk meselesi. Ahmedi Hani, Cezeri gibi Kürt alimlerinde sözlerinden hat levhası yazayım, dedim. Bir ay kadar oldu, hala ses yok. Ufuk yok. Ve oraya Diyarbakır’a dünyanın bütçesi ayrıldı. Bu sanatlarımız nostalji olmasın, fonksiyonel olsun derken neyi ifade etmek istediğimi anlatabildim mi?

Bugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamaz

Hasan Bülent Kahraman (Sanat Eleştirmeni): Bugün sadece bizde değil dünyanın her yerinde bir dönemin sanatı eskimiştir ve sadece antika değeri taşımaktadır. Bu o kadar böyledir ki, mesela adeta Batı için ekmek ve su kadar önemli olan ve onun gündelik hayatını meydana getiren klasik müzik tamamlanmıştır. Sadece bir performans sanatı olarak icra edilmektedir. Kimsenin kalkıp Beethoven veya Bach gibi müzik yapması düşünülemez. Veya Barok sanat tamamlanmıştır. Yahut ortaçağ kitap tezyini bitmiştir. Çağ değişir, üreten koşullar aşılır, sona gelir, bir dönemin gözde sanatsal üretim biçimleri, yöntemleri devre dışı kalır. Bugün ortaçağ müzelerindeki vitrayları aynen yapmayı düşünenler mutlaka vardır, sağda solda ama onlar da sizin tabirinizle bir zanaatı nostaljik bir maksatla üreten insanlar olarak kabul görürler.

Bizde de çağ değişti, koşullar değişti hat, ebru, kaatı daha fazla üretilmez oldu. Burada şaşacak bir şey yok. Kaldı ki, biz büyük kültür kopuşları yaşadık. Arap alfabesi devam etseydi hat bugün farklı bir yere gelecekti. Bu muhakkaksa da Mustafa İzzet Efendi’nin veya Yesari’nin hattı hala eskinin bir mirası olarak yaşayacaktı. Üstelik 16. yüzyılın hattıyla 19. yüzyılın hattının aynı olduğunu kim söyleyebilir? Çağ değişir her şey onunla birlikte farklılaşır. Buradaki hassasiyeti anlamak mümkünse de bir noktayı daha belirteyim: Belli bir sanatın ifade imkanlarını yaratan içinde bulunulan dönemin zihinsel yapısıdır. Osmanlı sanatı belli bir dünya görüşünün içinden üretiliyordu. Hat sadece hat değildi, aynı zamanda dünyayı kavramanın ve yorumlamanın bir aracıydı. Ebru da, tezyin de aynı şeydi. Bütün bu dokunun değiştiği bir dönemde bütün o yapının aynen kalmasını istemek olanaksızdır.

Bütün bunlardan daha uzakta duran ama hepsinden daha önemli bir olguyu da şimdi dile getireyim: Bütün o eski sanatlar, halk katında icra edilse dahi, büyük kültürün ve yüksek saray zevkinin bir uzantısıydı. Halk sanatı değildi. Osmanlı müziğini, bezzazlar, kömürcüler, hamamcılar ürettiler. Halk içinde idiler ve halktılar. Ama zevkleri saray zevkiydi. Ancak 20. yüzyılda ayırdına vardığımız yüksek kültür-gündelik kültür ayrımı içinde tüm o sanatlar da yüksek kültürün ve zevkin sınırlarındaydılar. Halkın zekası ve birikimi onu ancak zenginleştirebilirdi. Bugün eğer bu yapıdan söz edemiyorsak o sanatların da eskidiğini, nostaljik değerini kabul etmek zorundayız. Peki bugün hiçbir şey yapılamaz mı?

Cevabım elbette olumsuz. Eğer yukarıda belirttiğim çerçeve doğruysa böyle bir soru zaten ortadan kalkar. Hiçbir zaman bir çağın sanatı bir başka çağın günlük, gündelik ihtiyacının yansıtıldığı alan olamaz. Bugünün meselelerini vitrayla anlatamaz, Batı da veya klasik müzikle. Hem o vitray hem de o müzik bugünün bir ruh durumunu ifadede araç olabilir ama o da kolektif hafızayla ilgili bir sonuçtur. Yani, bugünkü gerçekliği ifade için insanlar Barok müzik yazmazlar. Barok müzik ortak zevkin ve belleğin içinden süzülerek gelip bugünkü bir durumla bütünleşebilir-ancak. O da kültürün sürekliliği içindedir. Bach’ı veya Bartok’u ancak o müziğin ifade ettiği meseleyi ve zevki kavrayan kesimler dinleyebilir; sokaktaki insanın meselesi değildir bu.

Aynı şey bizim klasik sanatlarımız için de geçerlidir. Bugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamaz. Ama ebru dönüştürülebilir. Ebru bir teknik ve bir form olarak kullanılabilir fakat o da bir araçsallaştırmadır. Aynı şey hat için de geçerlidir. Dediğim gibi hat belli bir ideolojik arka plana yaslandığından bugün onu araçsallaştırdığımızda o ideolojik dokuyu yok edeceğiz. Eğer bunu kabul ediyorsak o zaman bir ‘tersim’ aracı olarak elbette her şeyi kullanabiliriz.

Buna mukabil bir sentez arayışı şarttır. Bu öteden beri Türkiye’de sorgulanmış bir sahadır. Fakat fazla ilerlememiştir. Nedeni sanıldığı gibi kültürel ihmal değildir. Zevk meselesidir. Kabul edelim ki, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gündelik kültür, popüler kültür hayatı ve zevki sıradanlaştırmaktadır. O zevkin artık klasik ve çok yüksek bir düzeye erişmiş ifade imkanlarını benimsemesi beklenemez. O zaman geriye bir tiyatro mizanseni içinde ve bir, tabiri mazur görün, bayağılık içinde eskiye yönelmek kalıyor. Bunun adı ‘kiç’tir. Geçenlerde uğradığım hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı binasının girişinde, eskiyi vurgulamak maksadıyla gerçekleştirilmiş düzenleme sadece kiç olarak nitelendirilebilir. Osmanlı asırların içinden süzdüğü bir zevkle hayata bakıyordu ve kendisini sürekli olarak geliştiriyordu. Öyle olduğu için daha 19. yüzyıl ortasında o da geleneksel/klasik sanatlarının zevkini Batı klasiğine yansıtmaya başlamıştı. Unutmayalım Şehzade Abdülmecit Efendi sanıldığı gibi yaşamıyordu. Batı tarzı resim yapıyordu ve Harem’de Beethoven dinlenip Goethe okunuyordu. Kısacası eğer zevkimizi yükseltirsek eskiyi belki hala yeniden üretemeyiz, bunu olanaksız görüyorum, ama hiç değilse onu yozlaştırmamayı öğrenebiliriz.

Geleneksel sanatlar altın dönemini yaşıyor


Faruk Taşkale (Tezhip sanatçısı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Sanatlar Bölüm Başkanı): “Sanat yaratmak değil yaratılanı yansıtmaktır.” Hat, tezhib, ebru , kalemişi, gibi geleneksel sanatlar olarak sınıflandırdığımız görsel sanatların temelinde güzel yatar. Güzel duyguları yansıtır. Hat sanatında belirli kaideler ve ölçüler vardır. Bu kaideler ve ölçüler yüzyıllar içinde belirlenmiştir. Hat sanatkarları bu kaideler ve ölçüler doğrultusunda kompozisyonlarını tasarlarlar. Bir harfi biraz daha kalınlaştırmak ya da uzatmak estetik gelmez. Dolayısıyla hat sanatkarları yazmak istedikleri metinleri en güzel yazmak şeklinde bilgi ve becerilerini en üst düzeyde kullanırlar. Farklı ama güzel tasarımlarla anlatmak istediklerini anlatırlar. Tezhib ve kalem işi sanatlarının temelinde de güzel yatar. Çiçeklerin, rumilerin ve diğer tezyini motiflerin kompozisyon içerisinde kendi içlerinde ve birbirleri ile belirli orantıları vardır. Lacivert ve altın değişen ekoller ve ihtiyaçlara rağmen vazgeçilmez ikili olarak kullanılırlar… ebru su ile boyanın dansıdır adeta. Tezhib kağıtta açan çiçeklerdir. Dolayısıyla bu sanatlar güzelin yansımasıdır. Güzele ışık tutarlar. Güzeli ruhuna yansıtan da erdemli ve adil olur. Bundan daha iyi mesaj olur mu?

Sanatkarlar farklı biçimlerde güzeli yansıtırlar. Güzeli yansıtan, temelinde güzel yatan bu sanatlar dolaylı olarak sosyo- ekonomik hayatı yansıtan, politik hayata yön veren, ışık tutan, siyasi hayatı yönlendiren sanatlardır. Tezhib benim yaşam biçimim, inançlarım, kültürel yapım ve duygularım doğrultusunda kendimi ifade etme biçimidir.Benim için adeta bir besindir. Hüznüm, mutluluğum, sıkıntım, duygularım yaptığım eserlerin içerisinde gizlidir. Aktif olarak ilgilendiğim sanat adeta bana ışık tutan, ruhumu aydınlatan bir fenerdir. Ruhu aydınlık olan insanın hayat tarzı ve düşünceleri de aydınlıktır.
Edep Ya Hu... Hat Hüseyin Gündüz, tezhib Faruk Taşkale.

Dolayısıyla geleneksel sanatlara farklı misyonlar yüklemeye gerek yoktur. Ben yaptığım sanatı duvarları süsleyen, eskinin nostaljisinde kalmış cansız resimler olarak görmüyorum. Ve böyle düşünüp hissedenlerin kendi sorunu. Sanat sınırlandırılamaz, belirli kavramların kontrolüne alınamaz. Herkes kendi sanatını icra etmekte ve kendini ifade etmekte özgürdür. Genellenemez… İsteyen toplumdaki kargaşayı ve karanlığı yansıtmak için varsın siyah zemin üzerine karışık ölçüsüz çiçekler yapsın ya da harflerin anatomisini bozup toplumdaki kaosu yansıtsın; isteyen de sorunlara çözüm bulup ışık tutsun… Zaten hayatımızda her şey, her birim, her film, her müzik sosyo-ekonomik hayata, politikaya ışık tutar oldu (!). 

Tezhib, hat, ebru, kalem işi gibi görsel sanatlar da bırakın güzele, doğruya, en büyük sanatkara yönlendirsin insanları. Kişisel olarak, günümüzde de icra edilen ve itibar gören sanatlar olduğuna göre, geleneksel sanatlar adı altında sınıflandırılmasını çok fazla tasvip etmediğim hat, tezhip, çini, ebru, kalemişi, minyatür, cilt gibi sanatlar 21. yy’da  altın dönemini yaşamaktadır. Geleneksel sanatlar çağdaş sanatlar içerisinde yerini almıştır. Çağdaş ressamlar Erol Akyavaş, Ergin İnan, Burhan Doğançay  geleneksel unsurları eserlerinde kullanarak farklılıklar yapmışlardır.

Koleksiyonerlerin koleksiyonlarına eski ve yeni müzehhep hat levhalarını, hilyeleri katmak istemeleri, müzayedelerde bu eserlerin değerlendirilmeleri, yapılan onlarca etkinlik ve bu etkinliklere katılım, yurt dışında yapılan etkinlikler bir şeylerin eskisi gibi olmadığına ve hızla farklılık gösterdiğini ve geliştiğinin göstergesidir. Sanatçıları belirli konuları işlemeleri için yönlendirmek, kontrol altında tutmak, zorlamak sanatın tekamülünü önler… Umutsuz olmadan çağdaş sanatçıların önünü açmak ve yaptıklarına tahammül göstermek sanatın gelişimine katkıda bulunacaktır. İnsanın yaratılışında var olan estetik duygunun denetiminden geçemeyen ne varsa zaten yok olmaya mahkumdur.

Nostalji olmanın ötesine geçemezler

Haldun Dostoğlu (Galeri Nev’in sahibi): Adı üzerinde "geleneksel sanatlar" denince bu tanımın içeriği ister istemez nostalji olmanın ötesine geçmekte zorlanır. Hem içerik hem de mecra (medium) olarak kullanılan ifade tarzının günümüz dinamiklerini dile getirmeye elverişli olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla nostalji olmanın ötesine geçemezler. Bu durumu handikap olarak görmemek lazım. Kullanılan dilde ifade tarzında daha da mükemmeli aramak varken günümüzü cevaplamaya çalışmamalı seklinde düşünüyorum ben. Hat, ebru katı vs gibi sanat alanlarında daha da mükemmeli aramak varken sosyal siyasi ve ekonomik meselelere cevap arama hatasına düşmemeli. Sanatçıları sanatçı adaylarını bu yönde yönlendirmemek gerekir.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

23 Aralık 2013 Pazartesi

Türk sinemasının unutulmayan sahneleri kukla oluyor

23 Aralık 2013
Vav Sanat’tan kukla sanatçısı Hakan Arısoy, Türk filmlerinin unutulmayan sahnelerinin ve tiplemelerinin kuklasını hazırlıyor. “Yeşilçam Hatıraları” adlı kukla sergisi, TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi’nin Beyoğlu’ndaki merkezinde Mart 2014’te açılacak.
Kuklaları Ümraniye’deki atölyesinde hazırlayan Hakan Arısoy, “2014, Türk sinemasının 100. yılı. Bu sergi bizden Türk sinemasına armağan olsun.” diyor. FOTOĞRAF: ZAMAN TURGUT ENGİN
Bir kahvede bütün minibüs şoförleri toplanır, masanın etrafına dizilerler. Ortaya abi konumunda Ahmet Mekin oturur. Önce Şener Şen başlar: “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza.” İlyas Salman devam eder: “Sevene can feda, sevmeyene elveda.” “Sen batan bir güneş, ben yollarda çilekeş. Şoförün bahtı kara, muavinin gönlü yara. Gaz, fren, şanzıman, halin duman, sev beni, seveyim seni. Kabahat sende değil, seni sevende...” diye devam eden ve topu topu 1 dakika 25 saniye süren bu sahne, 1982 yapımı Çiçek Abbas'tan. Şener Şen ve İlyas Salman'ın kırmızı deri ceketlerini giyip karşılıklı atışmaları, Türk sinemasının en kült sahnelerinden biri oldu. Şimdiki çocuklar bile onların birbirinden komik, ilginç repliklerini ezbere biliyor.

Yeşilçam filmleri arasında daha ne sahneler var. Köyden İndim Şehire'deki altın sayma sahnesini unutmak şöyle dursun, film adıyla günümüzün espri malzemesi olmaya devam ediyor. Zeki Alasya, Metin Akpınar Kemal Sunal ve Halit Akçatepe'nin başrolde olduğu filmde, dört kardeş köydeki arsalarında buldukları altınları saymak için bir odaya kapanırlar ve Zeki Alasya başlar saymaya… Ama bir türlü sonu gelmez bu sayma işleminin, her seferinde lafı ya balla, ya kebap muhabbeti ile ya da keklik türküsüyle kesilir, hangi sayıda kaldığını unutur gariban. Tekrar döner başa. Hababam Sınıfı'nın müfettiş sahneleri, Mahmut Hoca'nın sert bakışları, Hafize Ana'nın şen kahkahaları… Selvi Boylum Al Yazmalım, Küçükhanımefendi, Süt Kardeşler, Muhsin Bey, Kapıcılar Kralı, Arkadaş, Susuz Yaz, son dönem filmlerden Eşkıya, Babam ve Oğlum, Vizontele, Gora'dan ne çok sahne akıllarda kaldı. Artık sadece akılda kalmayacak bu sahneler, yakında TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi'ndeki yerlerini de alacaklar.

Vav Sanat'tan kukla sanatçısı Hakan Arısoy, Türk sinemasında gelmiş geçmiş en çok beğenilen ve hafızalarda kalan sahnelerin ve tiplemelerin kuklasını Ümraniye'deki atölyesinde yapıyor. Kuklalardan oluşan “Yeşilçam Hatıraları” sergisi, TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi'nin Beyoğlu'ndaki merkezinde Mart 2014'te açılacak. Şimdilik 30 ile 40 arasında film belirlediklerini ifade eden Vav Sanat'ın Genel Müdürü Vural Arısoy, sergide filmlerin hikayelerini görüntüler eşliğinde LED ekranda anlatacaklarını söylüyor.

“Yeşilçam'dan Hatıralar” sergisi TÜRVAK'ta üç ay açık kaldıktan sonra dünyayı dolaşacak. Kuklaların NewYork Metropolitan Müzesi'nde sergilenmesi için şu anda görüşmeler devam ediyor. Her hafta sonu çocuklar için TÜRVAK'ta kukla atölyesi düzenleyen Vav Sanat, yine çocuklar için Yeşilçam karakterlerinin kuklalarını da içine alan bir çocuk oyunu hazırlıyor. www.vavsanat.com

Aile boyu kukla sanatçıları
Burak Tarık tarafından dört yıl önce kurulan Vav Sanat'ın tüm kukla projelerini ve gösterilerini Hakan Arısoy ve yine kendisi gibi sanatçı olan abisi Vural, kardeşi Alp ve babası Nural Arısoy'la birlikte yürütüyorlar. Merkezi Fransa'da bulunan Milletler Arası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği (UNİMA) tarafından 2011 yılının kukla sanatçısı seçilen Hakan Arısoy, “Bu proje uzun zamandır aklımızdaydı. TÜRVAK'a sunduk, manevî desteklerini istedik. Her türlü yanımızda olacaklarını söylediler. 2014, Türk sinemasının 100. yılı. Bu sergi bizden Türk sinemasına armağan olsun.” diyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNTÜSÜ





19 Aralık 2013 Perşembe

'Her anlamda bir çöküş yaşanıyor'

19 Aralık 2013
Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün açılan sergisinin adı ‘Tekerrür’, ocakta çıkacak son romanının adı ‘Kerr’, Şubat 2014’te gösterime girecek son filmi ise ‘Ben O Değilim’. Eserleriyle “Kötülük nereye varabilir, sınırları var mıdır?” diye soran sanatçı Tayfun Pirselimoğlu, tekerrür eden savaşların, ölümlerin, yıkımların artık daha kötü bir şekilde hayatımızda olduğunu söylüyor.
Tayfun Pirselimoğlu’nun 42 eserinin yer aldığı “Tekerrür” sergisi 18 Ocak 2014'e kadar açık.


Yazar, yönetmen ve senarist Tayfun Pirselimoğlu, günümüzün en üretken sanatçılarından. Bugüne kadar 7 film çekti, roman, hikâye ve deneme türünde 9 kitap yazdı, yurtiçi ve dışında olmak üzere 7 sergi açtı. Pek çok işi de ne hikmetse hep aynı dönemlere denk geldi. Pirselimoğlu, bunu bilerek yapmadığını söylese de yine böyle mümbit bir dönem yaşıyor. Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün “Tekerrür” sergisini açtı, uzun bir süre önce tamamladığı romanı “Kerr”, Ocak 2014’te İthaki Yayınları’ndan çıkacak. Tekerrür ile aynı kökten gelen “Kerr” de tıpkı son filmi gibi sürprizli. Kayıp Şahıslar Albümü (2002, Om Yayınları) adlı kitabının ilk ve son bölümünün aynen yer aldığı romanın sadece ortası değişik. Hikâyesini merak edenler ocak ayını bekleyecek. Sanatçının son filmi “Ben O Değilim” de Şubat 2014’te gösterime girecek.

İstanbul’un nev-i şahsına münhasır galerilerinden biri olan Milli Reasürans’ta sergi vesilesiyle buluştuğumuz Pirselimoğlu, filminden ve romanından ağzımıza bir parça bal çalıp 2 yıl önce şekillenen Tekerrür sergisini anlattı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Viyana Hochschüle für Angewandte Kunst’ta (Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi) resim ve gravür eğitimi gören Pirselimoğlu, 2005’te yine aynı mekânda sergilediği, Irak Savaşı’nı anlatan “Felluce” resimleri ile, bildik bir coğrafyada ‘karanlık’ güçlerin istilasına işaret ediyordu. Burnumuzun dibindeki savaşın zehirli atmosferini soluyan ‘acayip’ figürlerin eşliğinde tuhaf, endişe verici, korkutucu bir ‘geçmiş zamanın’ tasviri ile karşı karşıyaydık. Felluce sergisi, hüzünlü bir sonu önerse de çok ümitvâr bir kapı aralıyordu. Tekerrür, Felluce’nin devamı niteliğinde fakat şimdi o askerler bu kez çok daha kalabalık, çok daha acımasız bir şekilde geliyorlar. Üstelik, sessizce gökyüzünden ipler, kanatlar vasıtasıyla iniyor ve toprağın altına geçiyorlar. Kanatların ima ettiği hafiflik-iyilik değil, sahte bir duruş ona göre. Tekerrür eden savaşlar, ölümler, yıkımlar artık daha kötü bir şekilde hayatımızda. Tüm dünyayı kapsayan, Felluce’nin sınırlarının dışına çıkan, memleketimizi de içine alan bir kötülük hali bu.

Pirselimoğlu, o niye öyle oldu, bu niye böyle oldu diye hep sorular soracağımız ve cevabını alamayacağımız, neden-sonuç ilişkisinin ortadan kalktığı dönemlerde yaşadığımızı düşünüyor. “Ben soru sormayı seviyorum. Bu halimden memnunum. Ama insanlar ferahlamak için bazı cevaplara ihtiyaç duyuyorlar.” diye ifade ediyor duygularını. Tekerrür sergisinin sorusu oldukça açık: “İnsanlığın gidişatı nereyedir, bu kötülük nereye varabilir, sonu var mıdır? Bu kadar çok insanın öldüğü bir dönem olmuş muydu?” Pirselimoğlu, “Bu sadece savaşla açıklanacak bir şey değil, her anlamda bir çöküş içindeyiz.” diyor ve ekliyor: “Mesela dostluk imtihanlarının bu kadar keskinleştiği bir zamanı hatırlamıyorum ve artık ölüm üzerinden bir eşitlenme yok. Herkesin kendi ölüsü var.”











Ben O Değilim, çok sürprizli bir film

İlk kez Roma Film Festivali’nde (8-17 Kasım 2013) gösterilen ve burada aldığı “En İyi Senaryo” ödülü ile dikkat çeken, ‘Ben O Değilim’; Edinburg, Rotterdam, Münih, Sofya, Pekin film festivallerini dolaştıktan sonra Şubat 2014’te gösterime girecek. Ercan Kesal ve Maryam Zaree’nin başrolünde oynadığı film, kimlik değiştiren bir adamın hikâyesini anlatıyor. Pirselimoğlu, “Şimdilik ancak bunu söyleyebilirim. Çok sürprizli bir film olduğu için konuştukça fazla ipucu verebilirim. Ercan Kesal, çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu yazarken Ercan tam olarak oturdu kafamda. Çok dişi bir rolde. İki karakteri bir anda oynuyor. Bu da bir oyuncu için her zaman yakalanacak bir fırsat değil. Ercan Kesal, bunu çok iyi değerlendirdi.” diyor.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

17 Aralık 2013 Salı

Bir cami vakfının 14 yıldır yaşattığı edebiyat dergisi

17 Aralık 2013
Şair ve denemeci Nazım Payam yönetiminde Elazığ’da yayımlanan ‘Bizim Külliye edebiyat dergisi, kalitesi ve istikrarı ile dikkat çeken bir yayın. 14 yıldır aralıksız okuruna ulaşan dergi, aralık-ocak-şubat sayısı ile 58. sayısını yayımladı. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2007’de ‘yılın dergisi’ seçilen Bizim Külliye’nin yayın yönetmeni Nazım Payam, dergiyi anlattı.

Bizim Külliye dergisini ne zaman, nasıl kurdunuz?

1999’un kışında bir masa etrafında bulunan üç arkadaş karar verdik. Dilimize, sanatımıza, çevremizdekilerin edebî çalışmalarına katkıyı amaçlıyorduk. Söyleyecek sözümüz vardı. Buluştuğumuzda akşamdı. Gecenin bir vaktine kadar öngörülerle hesap kitap tuttuk, konuştuk heyecanlandık. İlk işimiz matbaaya ve vergi dairesine uğramak olacaktı. Ertesi gün kültür-sanat dergisi için ödeyeceğimiz vergiyi duyunca vazgeçtik. Hani Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi”sinde geyiğini yitiren Mümin Dede’nin torunu o çocuk var ya, onun durumuna düşmüş, bütün hayallerimizi suya vermiştik. Yitikliğimizle vergi dairesinden çıkarken şehrimizin mümtaz şahsiyetlerinden biriyle karşılaştık. Hemşehrimiz, “Bu kadar tasalanmanıza gerek yok, İzzetpaşa Vakfı Başkanı ile görüşelim.” dedi. Bizim Külliye’yi Elazığ’dan yayın dünyasına kattık.

Elazığ'da 14 yıl aralıksız bir edebiyat dergisi çıkarmak kolay olmasa gerek. Nasıl başardınız bunu?

Tabii ki İzzetpaşa Vakfı’nın himayeleriyle... Türkiye’de kültür-sanat dergiciliği bir şahsın kendi kaynaklarıyla becerebileceği iş değil. İzzetpaşa Vakfı, bir cami vakfı. Yönetim kurulu tamamıyla yüksek tahsilli. İçlerinde yabancı dile hâkim olanlar var. Vakıf başkanımız Nihat Eriş inşaat mühendisi. Taleplerimizi tartışır. Fakat desteği müdahalesizdir. Artık Bizim Külliye dergisi vakfımızın kültür-sanat yayın organı. Yavuz Bülent Bakiler dergimizi ziyaretlerinin ilkinde şöyle demişti: “Bir cami vakfının Türk kültürüne, Türk edebiyatına böylesine katkı sağlaması, Bizim Külliye gibi bir derginin çıkmasına vesile olması, gerçekten beni çok duygulandırdı. Lütfen şu vakıf başkanını bana gösteriniz, başkanımızın ellerinden öpmek istiyorum!”

Anadolu’da yayımlanan dergiler genelde amatör kalıyor, profesyonel bir bakış açısı, baskı göremiyoruz. Bizim Külliye bu kalıpların dışına nasıl çıkabildi?

Sanırım önceliklerimize titizliğimiz: Sanatçılarımızı ve sanatımızı terbiyemizin besleyici unsurlarından biri olarak kabullenmemiz. İyiye, güzele teslimiyetimiz. Anlatmadan çok anlama dilini kullanma gayretimiz. Kanaatimiz şu: Edebiyat dergileri insan-ı kâmilin sorumluluğunu da üstlenebilmeli. Ayrıca farklı pencere açanlarımızın olması; mesela İstanbul’dan Vefa Taşdelen… Denizli’de, Ankara’da, Malatya’da, Muğla’da, İzmir’de, Konya’da, Kayseri’de Eskişehir ve Çorlu’da temsilcilerimiz yok, oralarda bizim danışmanlarımız var. Dergimizin şiirlerini, yazılarını, dosya konusunu defaten tartışıyoruz. Dizgi, tasarım sorumlusu Aydın Karabulut’un işinde yetkinliğini de göz ardı edemeyiz. Ben edebiyat öğretmeniydim. 2006’da derginin işlerini daha sağlıklı yürütmek için emekliye ayrıldım.

Edebiyat dergilerinin önemli bir özelliği de edebiyat dünyasına yeni kalemler kazandırmak. Bizim Külliye’nin bu konudaki iddiası nedir?

Elbette iddiamız var. Edebiyat dergileri tecrübeli kalem ve hedef kitlesi okurlarıyla kişilik edinirler. Safları sıklaştırıp sinir uçlarını belirginleştirmek ise yeni kalemlerle mümkün. Hikâyede Necati Kanter, deneme ve makalede Taner Namlı, Ahmet Faruk Güler, Süleyman Daşdağ, Beyhan Kanter; kendisine özgü eleştiri ve ironisiyle Şinasi Gülaçtı, şiirde Ömer Kazazoğlu, Seval Koçoğlu, Şerif Fatih Akkâğıt ve Mahmut Bahar; röportajda Kemal Batmaz… Kuşkusuz gelecek, bu arkadaşlarımızdan birkaçının sanatını onaylayacaktır.

Bugüne kadar kapağınıza taşıdığınız, ses getiren dosyalarınız nelerdi?

2007’de ‘Türkçe’, Edebiyatımızda Tutku’, ‘Şehir’, ‘Edebiyatımızda Şehir’ dosya konularımız Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “yılın dergisi” seçilmemize vesile olmuştu. Edebiyat, dünyayı gönül ile anlama çabasıdır. Felsefenin payına düşen ise akıl. 46. sayımızı “Felsefe-Edebiyat İlişkisi”ne ayırmıştık. ‘Romanda Tip ve Karakter’, ‘Türkü’, ‘Politika ve Edebiyat’, ‘Metafizik ve Edebiyat’, ‘Mitoloji ve Edebiyat’, ‘Gelenek ve Edebiyat’, ‘Şehir ve Şair’, ‘Şehir ve Kitap’ dosya konuları da dikkatleri dergimize çekmiştir.

Gelecek sayınızda ‘dergi edebiyatı’ konusunu ele alacaksınız. Dergi edebiyatından ne anlamalıyız?

Edebiyat dergileri yazarını da okurunu da seçiciliğe, seçkinciliğe özendirir. Dergi edebiyatı, üslubu, ilkesi, edebî türünün inceliklerinde tercihi olan, eleştiriye açık nitelik edebiyatıdır. Orada kalemler çekilir; duygu ve düşünceler okurlarıyla buluşur, muhataplarına ulaşır. Hikâye, şiir, deneme ve fikir, eleştirmenleriyle yüz yüze gelir. Dergi üzerinden gelen takdir ve tekdirlerin toplamı, müellifi iç disipline sevk eder, daha düzgün, daha özgün olmaya zorlar. Dergi edebiyatında imla tutarsızlığından, noktalama yanlışlarından, bozuk cümlelerden, standart dil ile yazılmış bir metnin arasına yöre ağzı ve argo sözler serpiştirmekten sakınılır. Fakat gündelik hayata sevk edilen tat ve talepler hemencecik fark edilmez. Dergi edebiyatının öngördüğü on yıl, yirmi yıl, belki bir asır sonrayadır. Onun şimdiye söylediği: “Haydi düşün, haydi hisset!”

 HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

14 Aralık 2013 Cumartesi

Devir, hat müzayedesi devri

14 Aralık 2013
Kuran-ı Kerim, Ali Rıza.
Hat eserleri artık iyi para ediyor. Bunun en güncel kanıtı, biri yarın olmak üzere, önümüzdeki günlerde birbiri ardına yapılacak olan üç ‘hat müzayedesi’.Antik AŞ’nin, yarın saat 14.00’te Beşiktaş’taki Shangri-La Bosphorus Otel’de düzenleyeceği müzayedenin adı “Türk Hat Sanatının Şaheserleri.” Portakal Kültür ve Sanat Evi’nin 17 Aralık Salı günü Nişantaşı’ndaki merkezinde açacağı “Osmanlı’dan Başyapıtlar” adlı sergideki eserler aynı zamanda satışa sunulacak. Maçka’daki Bali Müzayede de Ocak 2014’ün sonunda bir hat müzayedesine hazırlanıyor.

    Antik AŞ’nin sahibi Turgay Artam’ın yöneteceği yarınki müzayedede Mehmet Aziz Rufai, Yedikuleli Seyyid Abdullah, Mehmed Şevki, Kazasker Mustafa İzzet gibi hattatların Hilye-i Şerif’lerinin yanı sıra Kur’an-ı Kerim ve hat levhalarından oluşan özel bir koleksiyon yeni sahiplerini bulacak. Portakal Kültür ve Sanat Evi’nin sergileyeceği eserler arasında ise devrinin tanınmış hattatlarından İbrahim Sükuti’nin yazdığı Kur’an-ı Kerim, Galatalı Ahmed Naili’nin Delail-i Hayrat’ı, Sultan II. Abdülhamid’in şehzadelerinin de yazı hocalığını yapan Mehmed Şevki’nin Hilye-i Şerif’i, usta hattat Eğrikapılı Mehmed Rasim’in hadis-i şeriflerin yazılı olduğu Murakka’sı, Sultan II. Selim tarafından Vezir-i Azam Mehmed Paşa’ya verilen Temlikname (hak veya malların devredildiğini gösteren belge) gibi başyapıtlar var.

“HAT KOLEKSİYONU YAPAN 300-400 KİŞİ VAR”

    Eserler arasında özellikle, Galatalı Ahmed Naili’nin (ö. 1813) Delail-i Hayrat’ı değerli. Kaynaklara göre 121 adet Kur’ân-ı Kerîm’i elle yazan Ahmed Naili Efendi’nin bu şerhli Delail-i Hayrat’ı cildi, tezhîbi, Mekke-Medîne minyatürleri, Hz. Peygamber (sas) ve Dört Halîfe hilyeleriyle benzeri az bulunan önemli bir eser. Galata’daki Taş Mektep’te hocalık yapan Ahmed Naili, Kur’an-ı Kerim, Delail-i Hayrat ve birçok Şifâ-ı Şerif (Peygamberimiz’in hayatı hakkında Arapça bir eser) yazdı. 99., 100. ve 101. Kur’an-ı Kerim’leri Türk İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda yer alıyor. Naili’nin, daha önce yapılan müzayedelerde 400 bin TL’ye satılan Kur’an-ı Kerim’i, bugüne kadar Türkiye’de yapılan müzayedelerde en yüksek rakama ulaşan eserdi.

    Turgay Artam, hat eserlerine artan bu ilgiyi, son yıllarda yapılan Kur’an-ı Kerim, Hilye-i Şerif ve hat sergilerine gösterilen teveccühe bağlıyor. Türk İslam Eserleri Müzesi’nde 5 Eylül 2010-1 Şubat 2011 tarihleri arasında açık kalan “1400. Yılında Kur’an-ı Kerim” sergisini 127 bin kişi gezmişti. Yıldız Sarayı’nda Kasım 2011’de açılan Hilye-i Şerif sergisi de yine çok beğenilmiş ve ilgi görmüştü. Geçtiğimiz Ramazan ayında önce İstanbul’da daha sonra Anadolu şehirlerinde açılan ve açılmaya devam eden “Mukaddes Miras” adlı mushaf sergisini ise toplam 200 bin kişi gezdi. 3-4 senedir hat koleksiyonu yapanların sayısında ciddi bir artış olduğunu söyleyen Artam, “Bu sergiler sayesinde insanlar İslam sanatlarını sahiplenmeyi öğrendiler.” diyor ve ekliyor: “Hat eserleri, artık çok önemli bir duruma geldi. Önümüzdeki yıllarda da özel hat müzeleri açılacak ülkemizde. Şu anda 300-400 kişi hat koleksiyonu yapıyor Türkiye’de. Her kesimden koleksiyoner var. Geçen senelerde 1 milyona kadar Hilye-i Şerif sattık.”

    Koleksiyoner Bilal Sütçü ise, böyle bir ilginin kesinlikle olmadığını, geçen hafta pazar günü Alif Art’ın düzenlediği müzayedede hat levhalarının ancak yüzde 50’sinin satıldığını ve onların da çok ucuza gittiğini söylüyor. Sütçü’nün dikkat çektiği nokta önemli: “Eskiden resim koleksiyonu yapanlar -ki bunların arasında büyük sermaye sahipleri var- şimdi hatta yöneldi. Çünkü hat eserlerinin yükselen bir değer olduğunu görüyorlar ve ucuzken bu eserlere sahip olmak istiyorlar. Yoksa mütedeyyin kesimin zenginleri hatla hiç ilgilenmiyor, uyuyorlar. Geçen haftaki müzayedede Kayserili Ahmed Hilmi Efendi’nin 1812’de yazdığı, 200 yaşındaki Kur’an-ı Kerim 8 bin TL’ye satıldı. Bu çok düşük bir rakam.”

Halife Abdülmecid’in ‘Beyaz At’ı 


Portakal Sanat ve Kültür Evi’nin sergisinde, sanatçı kişiliği ile bilinen ve 1909 yılında kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ne fahri başkanlık yapan Halife Abdülmecid’e ait üç eser yer alıyor. İlk ikisi, 1888 tarihli “Beyaz At” (63,5x71 cm) adlı yağlıboya tablosu ve eskizi. Sanat tarihçileri, Halife Abdülmecid’in beyaz at figürünü, katledilerek öldürülen babası Sultan Abdülaziz’le özdeşleştirdiği şeklinde yorumluyor. 1894 tarihli üçüncü eser ise yine tuval üzerine yağlıboya ile yapılmış. Resimde sedefli rahle üzerinde duran kâse ve vazolar görülüyor.


Portakal Sanat ve Kültür Evi’nin 17 Aralık Salı günü açılacak “Osmanlı’dan Başyapıtlar” sergisinde Galatalı Ahmed Naili’nin Delail-i Hayrat’ı, usta hattat Eğrikapılı Mehmed Rasim’in hadis-i şeriflerin yazılı olduğu Murakka’sı, Sultan II. Selim tarafından Vezir-i Azam Mehmed Paşa’ya verilen Temliknamesi gibi başyapıtlar var.


HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

11 Aralık 2013 Çarşamba

Osmanlı’nın sosyal medyası kartpostallardı

11 Aralık 2013
Ay-yıldızlı forma giyen Taksim Yunan Mektebi’nin talebeleri (üstte), savaşa giden askerleri uğurlama duasına katılan üç dinin temsilcileri, Ertuğrul Mızıkası’nın şefliğine getirilen ünlü Alman şef Paul Lange’ın orkestrasıyla çekilmiş kareleri... Osmanlı dönemine ait 12 bin kartpostala sahip koleksiyoner Seyhun Binzet, bunlardan 140 tanesini bugün Schneidertempel Sanat Merkezi’nde sergiliyor.



Sosyal medyanın 2000’lerin icadı olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 1800’lerin sonu, 1900’lü yılların başlarında da sosyal medya vardı. Adı, şekli şemali, kullanım biçimi farklıydı sadece. Günümüzde hatıra olarak saklanan resimli kartpostallar o yıllarda önemli bir haberleşme aracıydı. Kartpostalların iletişim aracı olarak tercih edilmesinin nedenleri bugünü hatırlatıyor. Kartların üzerine yazılan mesajlar tıpkı 140 karakterde ifade edilebilecek kadar kısa ve özdü. Sansürlenme ihtimali de pek yoktu. Hem zarfın içine konulmayı gerektirmiyor, hem gönderene, hem posta şirketine kolaylık sağlıyordu. Bunca kolaylık bir araya gelince kartpostal medyası hızla yaygınlaşıyor. Özel fotoğraf stüdyolarında kartpostallar tasarlanıyor, buralarda Avrupa’dan siparişlerle getirilen elbiselerle özel çekimler yapılıyor, satış için kartpostal dükkanları açılıyor, kartpostal üreticiliği önemli bir meslek haline geliyor.

Osmanlı dönemine ait 12 bin kart postalı var

1964 yılında Belçika’ya kimya mühendisliği okumaya giden koleksiyoner Seyhun Binzet, Avrupa’da herkesteki koleksiyon merakını görünce kendisinde de kartpostallara karşı bir ilgi uyanıyor. Doğma büyüme Kadıköylü olduğu için önce Kadıköy’den Avrupa’ya postalanan kartpostallar ilgisini çekiyor. Bir yandan okuyup bir yandan küçük eskici dükkanlarında rastladığı bu kartları topluyor. Sonra tüm Osmanlı coğrafyasından gönderilen kartpostalların peşine düşüyor. Binzet’in elinde şu anda 1850-1930’lu yıllar arasına tarihlenen 12 bin kartpostal var. Aklınıza gelebilecek her konu, kişi ile ilgili bir kartpostala rastlayabilirsiniz koleksiyonunda.

    Binzet, Fenerbahçe’deki evinin bir odasını kartpostal albümlerine ayırmış. 140 tanesini ise bugün Karaköy’deki Schneidertempel Sanat Merkezi’nde açılan “Osmanlı@ Kartpostal/Kartpostallarla Osmanlı’dan İnsan Manzaraları” sergisinde meraklılarına sunuyor. Adından anlaşılacağı gibi sergide o dönemden insan manzaraları sergileniyor. Şekerci, turşucu, ciğerci, börekçi, tesbihçi, ahtapot ve istiridye satan adamlar, lavantacı kadınlar, cura ve saz çalan müzisyenler, Mevlevi dervişleri, Yahudi mozaik işçileri, ayı oynatanlar, sünnet düğünlerinde çıkan hokkabaz grupları, Ayvalık’taki müzikli kafeler, Tatavla (Kurtuluş) kılıç kalkan ekibi, Bursa’da ipek fabrikasında çalışan kadınlar, Bitlis’te çadırda yaşayan Kürtler, Kağıthane deresinin kenarında dinlenen kadınlar da kartpostallara yansıyan manzaralar arasında.

 Sergideki bazı kartpostallara bakarken kimi zaman tarih dersi dinliyor, bazen de eğlence programı izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Ayyıldızlı forma giyen Taksim Yunan Mektebi’nin talebelerinin, Çanakkale ya da Yemen Savaşı’na giden askerleri uğurlama duasına katılan üç dinin temsilcilerinin ve V. Mehmet Reşat ile VI. Vahdettin döneminde Ertuğrul Mızıkası’nın şefliğine getirilen ünlü Alman şef Paul Lange’nin orkestrasıyla çekilmiş kareleri tarihe not düşüyorlar. Sultan Abdülhamid’in hafiye başı Fehim Paşa’nın gönlünü çalan Margarethe Fehim Paşa’nın ve Fransız halterci Doublier’in sırtını yere getirerek o dönemde destan yazan Faik Üstünidman’ın kah karnına taş koydurup, kah amuda kalkarak güç gösterisi yaparken çektirdiği fotoğraflardan basılan kartpostallar da sergiye eğlence programı havası katıyor. Binzet, “Kartpostallarım arasında elimizden çıkan topraklardaki Osmanlı eserleriyle ilgili kartpostallar var. Aslında bunları sergilemek istiyorum.” diyor.
    Küratörlüğünü Osman Köker ile Gürel Tüzün’ün, tasarımını Tan Oral’ın yaptığı sergi 19 Ocak 2014 tarihine kadar açık. (www.schneidertempel.com)

Ay yıldız formalı Taksim Yunan Okulu’nun öğrencileri.

Çanakkale ya da Yemen savaşına giden askerleri uğurlama duasına katılına üç dinin temcilcileri.

Ertuğrul Mızıkası’nın şefliğine atanan Alma ünlü şef Paul Lange ve orkestrası.

İstanbul’da bir ciğerci.
Tespih satanlar.
Lavanta satan kadınlar.

Şekerci

İzmir’de halı dokuyanlar.

Kasap

Adana’da bir ayakkabıcı.

Kağıthane deresinin kenarında dinlenen kadınlar.

Turşucu (elinde tas tutan).

Bursa’da bir ipek fabrikasında çalışan kadınlar.

Bitlis’te çadırda yaşayan Kürtler

Eskrim oynayanlar

Tatavla (Kurtuluş) kılıç kalkan ekibi.


Kartpostal satan dükkan.

Tesbih satıcıları

Börekçi


Ayvalık'ta müzikli kahve.

Ahtapot satıcısı.

Haltere meraklı bir çocuk

Halterci Faik Üstünidman.

Üsküdar’da bir Türk okulu.

Mevlevi dervişler
Sünnet düğünlerinde çıkan hokkabaz grupları.
Postacı
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ