20 Aralık 2017 Çarşamba

Fotoğraf efsanesi Magnum 70 yaşında

20 Aralık 2017 
 Her on yılda bir kutlama yapan ünlü fotoğraf ajansı Magnum Photos, 70. yılını çeşitli etkinliklerle kutluyor. Frankurt'taki Leica Gallery'de açılan "Magnum Photos At 70: Past, Present, Future" sergisi yüz yıla damga vuran olayları ve fotoğrafçılarını buluşturuyor.
 Nikos Economopoulos, Türkiye, Central Anatolia. 1988.
 2017, ünlü fotoğraf ajansı Magnum Photos'un 70. yıldönümüydü. Her on yılda bir kutlama yapan ajans bu yıl da geleneğini bozmadı. Robert Capa, Henri Cartier-Bresson, George Rodger ve David Chim Seymour tarafından 6 Şubat 1947’de kurulan ajans, 70. yaşını çeşitli etkinliklerle, sergilerle ve yayınlarla kutladı. ABD, İngiltere, Çin, Hong Kong, İzlanda, Fransa, Avusturya, Slovenya ve Almanya bu kutlamalara katıldı. Ajansın efsane fotoğraf sanatçılarının retrospektifleri, tematik sergiler yıl boyunca pek çok ülkede açıldı. 2017’nin bitimine çok az kala programlar hâlâ devam ediyor. Hatta 2018’e sarkmış durumda.

 24 Kasım’da Frankurt’taki Leica Gallery‘de açılan “Magnum Photos At 70: Past, Present, Future” sergisi, galerinin ve Alman Borsası’nın (Deutsch Börse Photography Foundation) koleksiyonundan yaklaşık 50 kareye yer veriyor. 1999’dan bu yana çağdaş fotoğrafa odaklanan Deutsch Börse Photography Foundation’ın koleksiyonunda 120’den fazla uluslararası sanatçının bin 700 eseri bulunuyor. Frankurt Leica Gallery ise Nikos Economopoulos, Philip Jones Griffiths, Elliott Erwitt, Thomas Hepker, Bruno Barbey, Henri Cartier-Bresson, Werner Bischof, Inge Morath, Rene Burri, Guy Le Querrec, Ernst Haas, Paul Fusco’nın karelerine yer açıyor. Sergide, Thomos Hoepker’in 1966’da çektiği Muhammed Ali portresi ve 11 Eylül’de ikiz kulelerin yıkılışını karşı kıyıdan belgeleyen ‘9/11’ karesi, Elliott Erwitt’in 1964’te Küba’da çektiği, elinde purosuyla Che Guevara gibi efsane fotoğrafların yanı sıra Erzurum’dan, Kars’tan, Diyarbakır’dan da kareler var.

1980’lerin ortalarından 90’lara kadar Türkiye’yi ve Balkanları fotoğraflayan Yunanistanlı fotoğraf sanatçısı Nikos Economopoulos, 1991 yılında Erzurum yakınlarında top oynayan iki Kürt çocuğuyla karşılaşır ve onları futbolcuların maça çıkmadan önceden verdiği klasik pozlardan birini verdirerek çeker. 1988’de orta Anadolu’da, beyaz elbiseli küçük bir kız çocuğu objektifine gülümser. 1990’da ise yolu Kars’ın bir köyüne düşer. Karşısında soğuktan buz kesmiş yüzleri ve endişeli gözleriyle uzaklara bakan çocuklar vardır. Economopoulus, bu fotoğrafları çekerken yaşadıklarını daha sonra ‘Kendimi orada evimdeymiş gibi hissettim.“ diyerek anlatır. Sergide yer alan bu üç kareye bakarken aklımızda ‘o çocuklar kimbilir şimdi nerede?’ sorusu vardı. Onlar da Anadolu’nun bağrından koparılmış, yerlerinden yurtlarından edilmiş miydiler acaba?

Nicos Economopoulus, Near Erzurum, Young Kurds, Turkey 1991

Economopoulos_Kars_Village_Normads_Turkey 1990

Philip Jones Griffiths’in Vientam’da, Werner Bischof’un 1951’de Kore Savaşı’nda çektiği kareler serginin etkileyici fotoğrafları arasında. Dünyanın her yerinden savaşı belgelemeye gelen, ellerinde fotoğraf makinesi bulunan gazeteciler, Magnum Photos’un 70 yıllık tarihini anlatan en güzel karelerden. Tabi ki Griffiths’in de en önemli fotoğrafları arasında.

Werner Bischof, Reporter der Weltpresse, Kaesong, Korea 1952

Robert Capa’ya özel
70. yıl kutlamaları çerçevesinde Robert Capa adına iki retrospektif sergi hazırlandı. İlki Ağustos 2017’de Slovenya’da açıldı. İkincisi ise 23 Aralık’ta Çin’de başlayacak. Xie Zilong Resim Sanat Merkezi’ndeki sergi, Capa’nın II. Dünya Savaşı’nda çektiği kareler ile birlikte ressam ve yazar dostlarının fotoğraflarına yer verecek. John Steinback, arkadaşı Robert Capa için, “Bir toplumun dehşetini bir çocuğun yüzünde gösterebilmişti.” diyerek onun fotoğrafı ve duyguyu birleştirebilen kabiliyetine dikkat çeker. Capa’nın savaş fotoğrafları bir döneme tanıklık açısından gerçekten çok kıymetli.

Ernest Hemingway, William Faulkner, Henri Matisse ve Pablo Picasso gibi isimlerle yakın dostluklar kuran Capa, onları atölyesinde ya da yaşadıkları şehirlerde fotoğraflıyor. Bu karelerin pek çoğuna aşinayız. Picasso’nun sahilde bir kadına tuttuğu güneş şemsiyeli fotoğrafını ya da Matisse’nin uzun fırçasıyla resmine yaptığı müdaheleyi gösteren kareler klasikleşti.

Magnum Photos, bugüne kadar fotoğraf sanatına ve dünya tarihine 70 yıllık bir arşiv bıraktı. New York, Londra, Paris ve Tokyo’daki ofisleri ve 15 acentasıyla tüm dünyaya fotoğraf geçerek arşivini her gün güncelliyor. Büyük bir fotoğraf kütüphanesine sahip olan www.magnumphotos.com'da yaklaşık bir milyon kare var. Magnum Photos’un 70 yıllık hikayesine bugüne kadar 92 sanatçı katkıda bulundu. Bugünkü üye sayısı ise 49. Türkiye’den Ara Güler, 1953’de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı’na katıldı ve İsmet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve fotoğraflarını çekti. Bunları Magnum Photos aracılığıyla yayınladı. En ünlüsü fotoğrafçılara çok az poz veren Picasso röportajıydı.

Günümüzde ise Emin Özmen, Magnum Photos’un aday fotoğrafçıları arasında girmeyi başardı. Geçtiğimiz temmuz ayında adaylığa kabul edilen Özmen, ajanstan 2015’te mülteci kriziyle ilgili projesi için fon almıştı. Umarız Türkiye’den birçok foto-muhabiri Magnum’un üyesi olur. Fotoğrafla tarih yazan ajansa daha nice seneler… ozarslansevinc@gmail.com





17 Aralık 2017 Pazar

‘Bu şarkıyı 1993’te yaptık, şimdi kimse üstüne alınmasın’

17 Aralık 2017
Efsanevi rock grubu Moğollar, 16 Aralık Cumartesi Almanya'nın Darmstadt şehrinde 50. yıl konserlerinden birini daha verdi. Fakat, Cahit Berkay'ın "Gari de Gari" ismiyle de bilinen ünlü bestesi bittikten sonraki 'küçük açıklama'sı, Moğollar'ın tarihinde unutulmayacak bir an oldu.
“Bu şarkıyı 1993’te yaptık, şimdi kimse üstüne alınmasın!” Evet, aynen böyle söyledi Cahit Berkay dün akşam. Pek çok insan dondu kaldı. Bahsettiği şarkı, sözü ve müziği kendisine ait olan ‘Moğollar 94’ albümünün açılış parçası Dinleyiverin Gari idi. Moğolların’ın muhalif tavrını en iyi anlatan bestelerden biri olan, “Gari de Gari” ismiyle de bilinen şarkı başlar başlamaz tüm salon eşlik etti onlara. Çünkü memleket yangın yeri; sağcısı, solcusu, Müslümanı, Kürdü, Alevisi, Ermenisi herkes dertli. Cümle alem içini döküverdi. Fakat şarkı bitince Berkay, “Küçük bir açıklama” diye söze başladı ve şöyle devam etti: “Biz bu şarkıyı 1993 sonunda yaptık, şimdi kimse üstüne alınmasın.” Peki ama bu açıklama kime ve niye? Salonda şarkıdan nem kapacak kim vardı ki?

1967’nin son aylarından kurulan ve 50 yılı geride bırakan efsanevi rock müzik grubu Moğollar, 16 Aralık cumartesi akşamı Darmstadtium Kongressaal’da gerçekten unutulmaz bir konser verdi. Onlar 50 yıl heyecanını sahnede, biz de koltuklarımızda yaşadık. Avrupa konserlerine 10 Kasım’da Köln’den başlayan grubun, Gent, Den Haag, Den Bosch, Genk, Amsterdam ve Essen’den sonraki durağı Frankfurt’a 30 km uzaklıktaki Darmstad şehri idi. Grup, Ozan Müzik Evi tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen Kültür Müzik Festivali kapsamında sahneye çıktı.

Hürşehit Köse’nin kurduğu Ozan Müzik Evi, türkülerimiz, kültürümüz adına Almanya’da güzel işler yapıyor. Amacı Anadolu kültürünü, diğer kültürlerle buluşturmak. 1997 yılından beri adım adım ilerleyerek bugüne gelmişler. Evrenin Sesi Müzik Topluluğu adlı bir gönüllüler korosu var. Gençlerden ve çocuklardan oluşan saz ekibi kurulmuş. Köse’nin çocukları Direnç ve Özge de o grubun baş solistleri olarak sahnedeydiler. Moğollar’dan önce onları dinledik. Çoğunluğu Almanlar’dan oluşan Darmstad Müzik Akademisi’nin öğrencileri ve öğretmenleri de konserin bir bölümünde onlara eşlik etti ve Pir Sultan Abdal’ın Tevhit, Ötme Bülbül, Kalenin Dibinde Bir Taş Olaydım eserlerini kemanlarıyla icra etti.

Hürşehit Köse, eşi Fatma Köse ve çocuklarıyla birlikte ailece büyük bir çaba içindeler. Dostları, sevenleri oldukça fazla. Siyasi partilerle de iyi ilişkiler kurulduğu ortadaydı. Yeşiller Partisi’nin Darmstad Meclis Üyesi Barbara Akdeniz konser boyunca onları yanız bırakmadı, plaket sunumlarına katıldı. Cahit Berkay ve Taner Öngür, sanırım Hürşehit Köse’nin uğraşları boşa gitmesin diye konser boyunca epey bi uğraştılar ama kendi geçmişlerini, 50 yıllık birikimlerini o cümleyle birlikte Almanya’ya gömdüler.

Salonda Dinleyiverin Gari şarkısını üstüne alınacak pek kimse yoktu. Darmstad Alevi Derneği Başkanı’nın tebrik mesajı gönderdiği gecenin konuklarının büyük bir kısmı Alevi’ydi. Bilakis alınmak ne kelime bayağı da memnundular. Berkay’ın ‘kimse üstüne alınması’ diye hitap ettiği tek isim Frankfurt Başkonsolosu Burak Karartı idi. Ön sıradaki yerini alan Karartı, festivalin en önemli destekçileri arasında bulunuyor. Fakat Karartı böyle bir şarkıyı niye üstüne alınsın ki! Moğollar’ı tanımıyor mu, nasıl bir müzik grubu olduğunu bilmiyor mu? 1993’te yaptığınız bir eser nedeniyle size kızacak ve mütevazı müzik festivallerini, kültürel çabaları desteklemekten vazgeçecek kadar çapı çerçevesi dar bir bürokrat mı? Özür diler gibi, böyle bir açıklama yapmanıza gerek var mıydı?

Dinleyiverin Gari’nin sözlerini hatırlayalım:

baylar bayanlar, kayacak merdiven bulamayanlar, sizlere bir manimiz var dinleyiverin gari.

Paralar oldu yeşil mani
Tanımıyor engel mani
Yok insafı imanı
Bol keriz bol enayi

Gemisini kurtaran
Fedakar ve cefakar
Kaptanın yüzdüğü deniz
Biziz abicim biziz
Yüzdürmeyin gari

Dul hakkı yetim hakkı
Palavradır palavra
Niyazidir şehitler
Sızlamaz mı o kemikler
İnilerler gari

Yeşili inekler yedi
Hazineyi yamyamlar
Memleketin içine
Ediverdiler gari

Ne şiş yansın ne kebap
Diye diye olduk harap
Kalmadı başka örecek çorap
Yarab bizim başlara
Akıl veriver gari

Şimdi eller havada
Oylar yandı tavada
Yok eksilme cakada
Cek caklı vaatlere
Tok karnımız gari

Kıl olmadan dinleyiverin gari
Hayret bir şey oluvermeyin gari
Zilleri takıverip oynayıverin gari

Görüldüğü üzere 1993’ten bugüne memlekette pek bir şey değişmedi. Fakat Moğollar için çok değişmiş. Hadi onlara fazla haksızlık yapmayalım! Türkiye’de aşağı yukarı sanatçıların durumu böyle. Kafalar bu denli kuma gömülmemişti. Sesini çıkaranlar linç ediliyor. Ötekileştiriliyor. Bazı sanatçıların da tepki biçimlerini anlamak mümkün değil. Meltem Cumbul-Semih Kaplanoğlu örneğinde olduğu gibi. Fakat Moğollar gibi her dönem tavır ve duruşlarını belli eden, siyasetçileri eleştirmekten korkmayan, toplumsal olayları bestelerine taşıyarak sistemi protesto eden bir grubun sindirilmiş olmasına inanmak istemiyor insan. Konserde bu sindirilmişliği görmek çok üzücüydü.

Grup, konserin açılışını Ağrı Dağı Efsanesi’yle yaptı. Cahit Berkay, Taner Öngür, Serhat Ersöz, Emrah Karaca neredeyse her konserlerinde olduğu gibi sırt sırta vererek, 50 yıldır neden birlikte olduklarını anlatan çok güzel karelerle müziklerini icra etti. Sonra peşi sıra Selvi Boylum Al Yazmalım, Devlerin Aşkı, Dila Hatun filmlerinin besteleri geldi. 9 yıl önce vefat eden Engin Yörükoğlu, Cem Karaca ve Barış Manço da unutulmadı ve Dağlar Dağlar, Bir Gün Belki Hayatta ve Tamirci Çırağı ile onları da andılar. 2000’li yıllardan ise sadece iki eser söylediler. Berkay’ın ‘Bir gün internette bir şiir yakaladım ve onu besteledim’ dediği Çaya Kaç Şeker ve Geri Sar…



Sıra grubun klasiklekmiş ve artık onların sloganı olmuş eserlerine geldi. Önce Dinleyiverin Gari’yi söylediler ve peşinden malum açıklama geldi. Ardından Bergamalı köylüleri desteklemek için yaptıkları Ölüler Altın Takar mı… Taner Öngür, eseri anons ederken “Bu şarkıyı 1996’da Bergama’da siyanürle mücade eden köylüler için yapmıştık. Sonra söylemekten vazgeçtik. Çünkü o şirket siyanürle altın çıkarmaya devam etti. Fakat bugün planlı ve bilinçli bir çevre felaketi yaşanıyor ülkede. HES’ler, madenler… O yüzden yeniden söylemeye başladık.” diyebildi. Karadeniz’in o güzelim derelerini yok eden HES projelerine ve Artvin’deki maden çıkarma olaylarına cılız da olsa dokunmuş oldular böylece.

Sivas Katliamı’nda öldürülen 33 şair ve yazara adanan Issızlığın Ortasında’ya sıra geldiğinde grup kimliğini hatırladı ve “Bir beste var, her konserde çalıyoruz, çalmaya da devam edeceğiz. Ta ki Sivas Katliamı’nın katilleri bulunana kadar. Unutmayacağız, unutturmayacağız.” dediler. “Bir Şey Yapmalı”da da ise yine olanlar oldu ve Taner Öngür kendini tutamayıp “Bugün bütün yöneticiler ceplerini doldurma peşinde.” diye başladığı cümlesini “Bu ne kadar sürecek? Bütün yöneticiler, yani dünyayı yöneten insanlar bence sadece kendi ceplerini düşünüyorlar genel olarak. Sadece bir ülkeden bahsetmiyorum hepsi hepsi… O yüzden tüm halklar birleşmeli ve bir şey yapmalı.” diye toparladı.

Konserin sonunda gruba, Evrenin Sesi Müzik Topluluğu eşlik etti ve Uzun İnce Bir Yoldayım’ı söyleyerek geceyi tamamladılar. Cahit Berkay, Burak Karartı’nın takdim ettiği 50. yıl plaketini “Büyükelçimize grup arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum. Böyle bir etkinliği destekleyen devletimizin bir temsilcisini burada görmekten ben çok onore oldum.” cümleleriyle teslim aldı.

Bir yanda “Önümdeki birkaç yıl için arkamdaki onlarca yılı korkaklık ederek çöpe atacak biri değilim.” cümlesini de içeren tarihi savunmasıyla Ahmet Altan, diğer yanda 50 yıllık müzik kariyerini Avrupa turnesiyle taçlandırmak için yola çıkan ve ‘ne şiş yansın ne kebap’ diyerek kendi bestelerine dahi ihanet eden Moğollar… Oysa Cahit Berkay, 2007 yılında verdiği bir röportajda şöyle demişti:

“1993’te Moğollar’ı tekrar kurduğumuzda dünya da değişmişti biz de. Ailemiz, çocuklarımız vardı, sosyal sorumluluğumuzu kavramıştık. Tepki göstermemiz gereken konular vardı. Sivas’ta yakılan aydınlara sahip çıkmalıydık. Erozyonu dert edinmiştik. Siyanürlü altıncılara, Türkiye’nin muhafazakarlaşmasına tepki vermeliydik. Eğlendirme çabası yerine, muhalif müziği seçtik. Tiraj, rating kaygısı olmadan müzik yaptık. Bizi bu mutlu etti. Müzikseverler bize sahip çıktı. Bugün Moğollar bu sayede saygı duyulan bir topluluk. Keşke Türkiye yaşanabilir, sorunsuz bir ülke olsaydı. Politik kaygı duymadan müzik yapabilseydik.”

Evet, keşke… 1993 Moğollar’ın yeniden bir araya geldiği önemli bir tarihti. Grubun bugün dahi sahip çıkmaktan vazgeçmediği Sivas Katliamı da ne yazık ki aynı yıla denk gelmişti. Ve daha birçok olay… Fakat Moğollar, dün gece müziğiyle, tavrıyla 1990’larda kalan nostaljik bir grup olduğunu kanıtladı. Mesela 2000’li yıllarda memlekette protesto edeceğiniz hiç mi bir şey olmadı? Günümüzde sizi ilgilendiren hiçbir şey yok mu? Suçları kanıtlanmadığı halde tutuklu bulunan binlerce kadın ve cezaevindeki 700 bebek de mi dikkatinizi çekmedi? Fikir özgürlüğüyle ilgilenmiyor musunuz? Yaklaşık 200 gazeteci ve yazar hapiste. Aslında Moğollar, dün geceki tavırlarıyla 12 Mart ve 1980 darbelerinde sırf söyledikleri şarkılar nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan ya da hapis yatan Cem Karaca, Selda Bağcan gibi sanatçılara da vefasızlık etmiş oldular.

Acilen bir şey yapmalı sevgili Moğollar. Biz yine sizi dinlemeye geleceğiz, şarkılarınıza eşlik edeceğiz ama Darmstad konserinizdeki açıklamalarınızı da asla unutmayacağız…



ozarslansevinc@gmail.com

3 Aralık 2017 Pazar

Sanatla geçen bir ömür: Gencay Kasapçı

3 Aralık 2017
Çağdaş Türk resminin özgün isimlerinden Gencay Kasapçı, 84 yaşında hayatını kaybetti. Dün Mersin'de toprağa verilen Kasapçı, nazar boncuklarını eserlerinde Türkiye'de ilk kullanan isimdi. Gencay Kasapçı, hayatının son üç senesine iki retrospektif sergi, bir film sığdırdı. Ardında bir de ZERO tartışması bırakıp gitti.

Gencay Kasapçı’yı 2013’te Küçükçekme Cennet Kültür Merkezi’nde açılan ilk retrospektif sergisi “Sanatla Bir Ömür’ sayesinde tanımıştım. Sergiden önce Fenerbahçe’de buluşup röportaj yapmıştık. Kasapçı o gün, 1960’lı yıllardan beri neler yaşadığını, bir buval dolusu nazar boncuğu ile İtalya’ya gitme maceralarını ve sanat hayatına dair daha pek çok olay anlatmıştı. “80 yaşında bir film bile çektim, artık her şeye hazırım.” cümlelerini sarf ettiği an gözümün önünden geçiyor.

Gencay Kasapçı, hayatının son üç senesine iki retrospektif sergi, bir film, bir de ZERO tartışması bırakıp gitti. Sanatçı, ölümünün ardından, ‘Türkiye’nin ilk ve tek ZERO sanatçısı’ olarak anılıyor. ZERO sanat akımı Türkiye’de 2015’te Sabancı Müzesi’nde açılan ‘ZERO’ sergisi vesilesiyle duyuldu. 1950’li yıllarının sonlarında Almanya’da gelişen akımın amacı 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı karamsar havayı dağıtmak, insanlara ümit olmaktı. Alman sanatçılar, Otto Piene, Heinz Mack ve Günther Uecker’in öncülük ettiği akım tüm Avrupa’yı etkilemişti. Ünü Japonya’ya kadar ulaşmıştı.


ZERO Vakfı kurucu yöneticisi Mattijs Visser‘e göre ZERO, aynı duyguları paylaşan dostların, arkadaşların bir araya gelmesinden ortaya çıkan bir sinerjiydi. Fakat 2010’lu yıllara kadar bu akım büyük bir sessizliğe gömülmüştü. 2014’te yükselişe geçti. Önce New York’taki Guggenheim Müzesi’nde, daha sonra Berlin Martin Gropius Bau Müzesi ve Amsterdam Stedelijk Müzesi’nde ard arda ZERO sergileri açılıyor. Dördüncü sergi ise, 2015’te Sakıp Sabancı Müzesi’nde “ZERO: Geleceğe Geri Sayım” adıyla gerçekleştirildi. Gencay Kasapçı da bu sergi vesilesiye tekrar gündeme gelmişti. 1950’li yıllarda eğitim için İtalya’ya gitmesi ve ZERO sanatçılarının açtığı sergilere katılması onun da adının zikredilmesine vesile oldu.

Fakat serginin açılığı ilk gün, Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer, “Gencay Kasapçı, aslında ZERO sanatçısı değil. O yıllarda İtalya’da okuduğu için akımdan etkileniyor. ZERO sanatçılarıyla ilişkisi, o çevreyle yakınlığı olmuş. Onlardan etkilenerek hareketli eserler de yapmış. Fakat anlaşılan o dönemi çok uzun sürmüyor. Türkiye’ye geldiği zaman bambaşka işler yapıyor. Ama yine de o sergilere katılmış olması bizi çok heyecanlandırdı. Çok hoş bir sürprizdi. Sağlık durumu iyi olmadığı için serginin açılışına gelemedi ama daha sonra sempozyum dizimiz olacak, kendisini orada ağırlayacağız.” diyerek şaşırtan bir açıklama yapmıştı. Kasapçı bu tür açıklamalarla, tartışmalarla uzaktan yakından pek ilgilenmedi. Fakat 26 Ekim-9 Aralık 2016 tarihleri arasında Russo Art Gallery’de açtığı “Zero 1960-2016” başlıklı belki de son sergisi ile yerini yurdunu belli etti. Kasapçı o gün, hayatının bir dönemini etkileyen ZERO akımına dair şöyle demişti:
“Ben ışık, renk ve sonsuzluk ressamıyım diyebilirim. Bu sergiye karar verildiğinde ölümü bekliyordum. O kadar yüksekti ki değerlerim… Bulunduğumuz noktayı düşündüm, geldiğimiz günü düşündüm ve tabi ki ölümü düşündüm. Bu bir süreç. Nereden geliyoruz? Ana rahminde bir noktadan geliyoruz, birçok sıfırlar yaşayarak sonuçta yine sıfıra ulaşıyoruz.”


İtalya yılları
Gencay Kasapçı, Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdikten sonra 1959’da İtalya’ya gider. Burada farklı sanat ekolleri içerisinde yer alır. Uzun sanat hayatı hep zorluklarla mücadele ederek geçen Kasapçı, tutkusu sayesinde birçok zorluğun üstesinden gelmeyi başarır. Henüz 25 yaşındayken bir bavul dolusu nazar boncuğunu İtalya’ya götürmek ister. Ama bu mümkün değildir, yasaktır. “Buna izin, verse verse bakan verir” derler. Dönemin Maliye Bakanı, Yassıada’da idam edilen Hasan Polatkan’dır. Kasapçı, randevu almak üzere bakanlığın merdivenlerinde nöbet tutar. Polatkan arabasından inince de önüne atlar. Ertesi sabah saat 09.00’da ilk randevuya adını yazdırır.

İtalya’da geçen yılları, her bakımdan verimlidir. Sanat tarihçisi Ömer Faruk Şerifoğlu, onun bu dönemini şöyle anlatıyor: “Floransa Akademisi Collaccki Atölyesi’nde fresk ve mozaik çalışmalarında bulunur ve önemli başarılara imza atar. Milano’nun minimalist akımının içinde bir Türk sanatçısı olarak değer kazanır. Eserleri o yılların avangarde galerilerinde ve ZERO grubu içindeki sergilerde yer alır ve beğeni ile karşılanır. Nazar boncuklarını eserlerinde kullanan ilk sanatçı olur. 1954’te tek model ve renkte üretilen nazar boncukları yapan fırınları bularak daha renkli cam kullanmaları için ikna eder ve üretimlerine daha sanatsal bir boyut katmalarına yardımcı olur. 1958’de nazar boncuklarını kullanarak yaptığı ve Turizm Bakanlığı’nın satın aldığı masa, Brüksel Dünya Fuarı Türkiye Pavyonu’nda teşhir edilir.”

Gencay Kasapçı’nın Roma’da yaşadığı 1960’lı yıllarda pek çok ressam, 57 yaşında ölen Japon sanatçı, düşünür Nobuya Abe’nin çevresinde toplanır. Kasapçı da o ressamlar arasındadır. Abe, sanatçılardan oluşan “Illimunation” adlı bir grup kurar ve hep birlikte sergi açarlar. Gencay Kasapçı Türkiye’ye döndüğü için sergiye katılamaz. Gruptan arkadaşı olan Mira Brtka ile 9 yıl önce İstanbul Bienali’nde karşılaşan Kasapçı, onunla bir film çeker. Yaklaşık 50 yıldır birbirinden habersiz aynı doğrultuda resim yapan iki arkadaşın hikayesini anlatan belgesel film “Different is the Same”in çekimleri, Mersin, İstanbul, Roma, Bratislava, Novi Sad’da tamamlanır.


ozarslansevinc@gmail.com




5 Ekim 2017 Perşembe

Narmanlı Han ve Hermann Hesse’nin ‘tek göz odası’

5 Ekim 2017 
 Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse, doğumunun 140. yılında anılıyor. Bugünlerde Avrupa ülkelerinde onunla ilgili pek çok anma programına, sergiye, konferansa denk geliyorsunuz. Yaşadığı her yer müze yapılmış. Hesse'nin bir yazar olarak kök salmasına vesile olan, üç yıl çalıştığı 60 metrekarelik Heckenhauer adlı sahaf, Ahmed Hamdi Tanpınar'ın Narmanlı Han'daki odasından farklı değil.
Türkiye’de Narmanlı Han tartışmalarının başladığı günlerde yolum Tübingen’e düşmüştü. Ne hanı restore eden mimar Sinan Genim’in “Ev diyorsunuz, diyorsunuz ama tek göz bir oda. Ahmet Hamdi Tanpınar burada yaşadı demek utanç verici.” açıklamasından haberim var, ne de kopan gürültüden. Aslında Tübingen’e geliş nedenim, Tübingen Modern Sanat’taki (Tübingen Kunsthalle) Şirin Neşat sergisini görmekti. Gündüz sergiyi gezip akşam geri dönecektim. Fakat oradan çıktıktan sonra şehir meydanına indim.

Tübingen Almanya’nın küçük ama güzel şehirlerinden biri. Şairler ve düşünürler şehri olarak anılıyor. Son yıllarda ise ‘Buchstadt’ (kitap şehri) olmak için çabalıyor. Almanya’nın en eski üniversitelerinden birine de ev sahipliği yapıyor. Kimilerine göre romantik bir kent Tübingen. Şehrin ortasından geçen Neckar nehrinde, Stocherkahn adı verilen sehrin sembollerinden gondollarla yapılan geziler bu romantizmin nedeni. Markplatz dedikleri meydanda gezerken, tipik Alman mimarisinin örneklerinden olan evlerden birinin kapısında şu yazıyla karşılaştım: “Hermann Hesse, 1895-1899 yılları arasında buradaki kitapçıda çalıştı.”

Bu güzel sürpriz beni epey heyecanlandırmıştı ama artık müze olan sahaf-kitapçı kapalıydı. Ertesi gün pazar olduğu için müzeyi görme şansımı kaybettiğimi düşünürken, kapıda yarın iki ile altı arasında açık olduğu yazıyordu. 1,5 Euro’ya rehberli bir tur bile vardı. Tur düzenlediklerine göre bayağı büyük bir yer diye düşünmüştüm. Fakat ücret tuhaftı. Ertesi gün müzenin kapısındaydım. İçeri girdim, uzun bir koridordan geçtim, iki-üç basamak çıktım ve 60 metrekarelik kitapçıya giriverdim. Bir anda 1800’lere gidip geri döndüm. Mekan yenilenmişti ama o dönemin atmosferi yerinde duruyordu. Her yer buram buram eski kitap ve ahşap kokuyordu. Hesse’nin dokunduğu 150 yıllık kitap rafı ve kalın ciltli kitaplar korunmuştu. Aşağıdan yukarıya dönerek çıkan sarmal merdiven yine o yıllara aitti. Ahşap zemin, kapılar, pencereler aynıydı. Yeni olanlar, yazarın ilk şiirleri, eserleri ve yazılarından alıntıların sergilendiği 5 adet camlı vitrindi. Her yerde tabi ki Hesse’nin fotoğrafları vardı. Soldaki duvara giydirilen yeşilimsi tonların hakim olduğu portresi o yılların ruhuna uygundu.

Hermann Hesse 140 yaşında

Hesse Kabinett Tübingen adıyla 2013’te açılan bu küçük müze, o güne kadar kitabevinin ikinci sahibi Carl August Sonnewald (1852-1932) ailesinin varisleri tarafından işletiliyor (ilk sahibi Johann Immanuel Heckenhauer, 1823). Son sahibi Roger Sonnewald (6. kuşak), 2011’de belediyeye giderek buranın müzeye dönüştürülmesini teklif ediyor. Sloganını ‘Kitap Şehri Tübingen-Tübingen Buchstadt’ yapmak isteyen belediye, fikri hemen kabul ediyor.

Tübingen, Hesse’nin dışında felsefeci Friedrich Hölderlin’in de yaşadığı şehir. Ayrıca kitapçının bitişiğindeki, adı Cotta Haus adlı merkezde 1810’a kadar klasik Alman edebiyatından Goethe, Schiller ve Uhr’un eserleri yayınlanıyor.



Belediye Roger Sonnewald’dan bu şirin sahaf dükkanını alabilmek için önce bağış kampanyası başlatıyor. İlk etapta 40 bin Euro toplanıyor. Sonra Porsche’e sponsor oluyor ve 100 bin Euro veriyor. Diğer sponsorlardan toplanan paralarla birlikte toplamda 190 bin Euro ödenip dükkan aileden satın alınıyor. Ama tamamı değil. Kitap satışına devam edebilmek için küçük bir bölüm bayan Sonnewald’a kalıyor. 35 metrekare. Müzeye girince göreceksiniz, bu bölüm camlı bir kapı ile ayrılmış. Müzenin adında ‘kabine’ kelimesinin geçmesinin nedeni de bu. Kabinett Almanca’da önemli eserlerin bulunduğu yan oda anlamına geliyor. Yaklaşık 300 bin Euro harcanarak restore edilen müze 2013’te açılıyor.

 “Die Jugend des Dichters der Jugend-Genç Şairlerin Gençliği” müzenin teması, girişe büyük harflerle böyle yazmışlar. Hermann Hesse çıraklık yıllarını burada geçiriyor. Bütün edebi ve felsefi okumalarını burada bitiriyor. Disiplinli bir çalışma hayatı var. Haftada altı gün, günde 11 saat çalışıyor. Görevi kitapların tozunu almak, yerlerine yerleştirmek. Muhasebeyle de ilgileniyor, faturaları tasnif ediyor. Ailesine yazdığı, müzede de sergilenen 1895 tarihli mektupta gününün nasıl geçtiğini şöyle anlatmış yazar:

“Yataktan yediye yirmi kala kalkıyorum. Yediyi geçerken bir kahve içiyorum. Dükkana yedi buçukta gidiyorum. Öğle yemeği 12 ya da 12.15’te. Bir, bir buçuk gibi tekrar işe başlıyorum. Eve dönüş yedi buçuk, sekiz gibi. Yatağa ona çeyrek kala ya da çeyrek geçe giriyorum.”



Hesse, aynı mektupta Tübingen’de kaldığı odanın planını da çizmiş, nerede ne var, neye ihtiyacı bulunuyor hepsini belirtmiş. Ayda 10 Mark kira verdiği oda, şehrin biraz dışında. Yazarın, ilk yazdığı şiirlerden Madonna’nın el yazması, ikinci kitabı ‘Eine Stunde hinter Mitternacht’ (Gece Yarısından Bir Saat Sonra) ilk baskısı ile ailesine yazdığı mektuplar müzenin özel belgeleri arasında. Kitap raflarında ise sarı levhalar üzerinde yazara ait sözler yazılmış.

Yaşadığı şehirler

Hesse, Tübingen’de sadece üç yılını geçiriyor. İz bıraktığı daha çok şehir var. Calw, Maulbronn, Basel, Gaienhofen, Berne ve Montagnola…Doğduğu şehir Cawl (Almanya), öldüğü şehir Montagnola (İsviçre), Bodensee (Almanya) ve bir süre yaşadığı şehir Ticino’daki (İtalya) evleri müze yapılmış, başka müzeler de var, adına vakıflar açılmış.

Mektupları için ise sadece bir araştırma merkezi kurulmuş. Gençlik yıllarında Hermann Hesse ile mektuplaşan Dr. Volker Michels’in öncülüğünde kurulan Offenbach’taki Hesse Editionsarchiv yazara ait büyük bir arşiv. Kronolojik olarak tasnif edilmiş 20 bin mektup, 3 bin kitap incelemesi, el yazması şiirleri, suluboya resimlerinin negatifleri (1000 adet), yüzlerce fotoğraf bulunuyor burada. Michels, Hesse konusunda uzman bir isim. Bütün çalışmalarının odak noktası o olmuş. 10 cilt olarak tasarlanan Hesse mektuplarının bir kısmını yayına hazırlamış. Müzelerin kurulma aşamasında da yer alıyor. Hermann Hesse Vakfı ise, her iki yılda bir yazar için önem arz eden bir şehirde etkinlik düzenliyor.

Hesse ile ilgili Avrupa’daki tüm kurumlar, isimler birbirleriyle bağlantılı çalışıyor. Kimse birbirinden bağımsız değil. Herkes el birliğiyle ona sahip çıkıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Narmanlı Han’da üç değil, 7 sene yaşadı (1944-1951). Mahur Beste, Huzur, Sahnenin Dışındakiler ve Beş Şehir’i burada yazdı. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1933-1975, Aliye Berger 1930’lar-1974 yıllarında Narmanlı Handa’ydı. Velhasıl; yazarlara, şairlere, şiirlere, kitaplara sahip çıkmayı öğrenemedik. Bir yazarın 80 küsur yıllık hayatının küçük bir bölümüne tekabül eden Hesse Kabinett gibi müzeleri görünce bunun acısını daha çok hissediyoruz.

Doğduğu şehir Cawl


1990’da açılan Almanya Cawl’daki Hermann Hesse Müzesi, Nisan 2017’den bu yana şehirde Hesse için etkinlik düzenliyor. Annesi Marie Hesse’nin de doğumunun 175. yıl dönümü olması nedeniyle Cawl bu yıl epeyce hareketli. www.calw.de/Hesse-Jubiläen/2017.

Öldüğü Şehir Montagnola

İsviçre Montagnola’daki Hermann Hesse Müzesi’nde Şubat 2018’e kadar devam eden ‘Hermann Hesse ve Müzisyen Arkadaşları’ sergisi var. Hesse’nin arkadaş çevresinde üç besteci bulunuyor: Volkmar Andreae (1879-1962), Fritz Brun (1878-1959) ve Othmar Schoeck (1886-1957). Sergide, bu dostluğun belgeleri yer alıyor; fotoğraflar, mektuplar, İtalya’ya yaptıkları geziler ve sesli şiirler…

Alman rock’ı ve Hesse


Alman rock müzisyeni, yazar ve ressam Udo Lindenberg adına kurulan Udo Lindenberg Vakfı'nın amacı, Hermann Hesse’nin hayatını ve eserini modern müzikle birleştirip geleceğe taşımak. Herman Hesse’den çok etkilenen Lindenberg, ‘Hesse metinlerim ve müziğim için ilham kaynağı oldu” diyor.

Ressam olarak Hermann Hesse

İsviçreli yazar Hermann Hesse aynı zamanda ressam. 40’lı yaşlarında resim yapmaya başlamasına rağmen ressam olarak öldükten sonra dikkat çekiyor. Yaptığı 3 bin suluboya resim yaşlılık döneminin eserleri. II. Dünya Savaşı’nın buhranlı günlerini ve babasının ölümüyle yaşadığı krizleri resim yaparak atlatıyor. Eserlerini genelde doğada yapıyor. Ticino’daki evinin civarında. 1970’li yıllardan bu yana ABD, Kanada, Avustralya veya Japonya’daki ve Avrupa ülkelerinde 50’nin üzerinde Hermann Hesse resim sergisi açılıyor. 16 Eylül’de bu sergilere bir yenisi daha eklendi.

Hesse’nin ilk evliliğinden (üç kez evleniyor) dünyaya gelen büyük oğlu Bruno Hesse de (1904-1999) ressam. İsviçreli ekspresyonist Cuno Amiet’in öğrencilerinden biri olan Bruno, Cenevre ve Paris’te sanat akademilerinde eğitim görüyor ve 1999’da ölene kadar resim yapıyor. Ormanlar, peyzajlar, evler, akarsular ve bahçeler en sevdiği motifler.




Merzig şehrindeki Museum Schloss Fellenberg, 16 Eylül’de ressam baba ve oğulu yan yana getiren bir sergi açtı. Hayat Renktir- Ressam Hermann Hesse ve oğlu Bruno (Farbe ist Leben-Hermann Hesse und sein Sohn Bruno als Maler) sergisindeki 139 eser, Bruno’nun torunu Simon Hesse koleksiyonuna ait. Hermann Hesse’nin 83, Bruno’nun 56 eseri yer alıyor sergide. Simon Hesse 8 Ekim pazar günü Museum Schloss Fellenberg’de babasını ve dedesini anlatacak. Serginin burada açılmasının nedeni, müzeye ismini veren şehrin ileri gelen sakinlerinden Wilhelm Tell von Fellenberg ile Hermann Hesse’nin yakın dostlukları.







 ozarslansevinc@gmail.com

15 Eylül 2017 Cuma

Yaşasın Matisse, yaşasın Bonnard!

15.09.2017 
Fransız modern resminin iki ismi Henri Matisse ve Pierre Bonnard’ı bir araya getiren Yaşasın Resim sergisi Frankfurt’taki Städel Müzesi'nde bugün açıldı. 14 Ocak 2018’e kadar devam edecek sergi, hem iki ressamın birbirlerinden nasıl etkilendiklerini, hem de 40 yıllık dostluklarını anlatıyor.





Edebiyatta, sinemada, tarihte büyük dostluklar yaşanmış. Charles Dickens Wilkie Collins ile, J.R.R Tolkien C.S Lewis ile, Truman Capote, Harper Lee ile uzun yıllar dost kalmış. Picasso’nun dostları ise bir kitaba konu olacak kadar geniş. Frankfurt’taki Städel Müzesi, resim sanatındaki dostluklardan birini gündeme getiriyor. 14 Eylül’de açılan Yaşasın Resim (Es lebe die Malerei!) adlı sergi, iyi dost olan Henri Matisse (1869-1954) ve Pierre Bonnard‘ın (1867-1947) birbirlerini nasıl etkilediklerini, karşılıklı diyalog halinde izleyiciye sunuyor. Dünyanın önemli müzelerinden toplanan 120 resim, heykel, çizim ve grafiklerden oluşan sergi ile, 20. yüzyılın başından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen süreçte Avrupa avangardının gelişmesi de görülebiliyor.

Matisse ve Bonnard’ın nasıl tanıştıkları bilinmiyor. Fakat 1900’lü yılların başından beri sürekli görüşüyorlar, birbirlerini sık sık ziyaret ediyorlar. Matisse’nin 13 Ağustos 1925’te Bonnard’a Amsterdam’dan gönderdiği kartpostal 20 yıllık yazışmalarının başlangıcı oluyor. İki sanatçının dostluğu, Bonnard'ın ölümüne kadar devam ediyor. Bonnard öldükten sonra bir gazetede onun sanatını küçümseyen bir yazı çıkınca Matisse, gazeteye bir mektup yazarak arkadaşına sahip çıkıyor ve "Evet! Pierre Bonnard’ın bugün de gelecekte de büyük bir ressam olduğunu onaylıyorum." diyor.



Henri Matisse, 13 Ağustos 1925’te, Pierre Bonnard'a bir kartpostal gönderir. Arkadaşını yeni sergisine davet eden Matisse, kartpostala şu notu düşer: "Vive la peinture! / Yaşasın Resim". Frankfurt'taki Städel Müzesi’nde bu isimle açılan sergi, iki ressamın başyapıtlarını bir araya getiriyor.



Yaşasın Resim sergisi, iki bölüme ayrılmış. Küratör Daniel Zamani, alt kattan başlayan ilk bölümde önce ressamları tanıtıyor bize. İki ressamın atölyesinden, yaşamından fotoğraflar karşılıklı birbirini selamlıyor. Zeichen der Freundschaft (Arkadaşlıkları), Interior (ev içi), Fenstebilder (pencere resimleri), Stillleben (natürmort), Beriefwechsel (yazışmaları) ve nü’leri  olmak üzere yedi bölüme ayrılmış sergi. Son bölüm ise sadece Matisse’ye adanmış. Matisse, son yıllarında, 1940’larda renkli kağıtları makasla keserek resim yapıyor. Sanatçı, bu teknikle yaptığı eserlerini 1947’de Jazz adlı kitapta bir araya getiriyor. Sergide, o seriden 20 renkli tablo için bir oda düzenlenmiş.

 
Resimlerinde doğa, kadın ve yaşam temalarını işleyen Matisse ve Bonnard arasındaki etkileşim; benzer motifler ve temalar daha çok kendini ev içi ve pencere resimlerinde gösteriyor. Fakat iki ressam arasındaki derin ilişkiyi asıl yazışmalarında ortaya çıkıyor. 1930’lu yıllarda sık haberleşmeye başlayan sanatçılar, yoğun olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında yazışıyor. Kimi zaman mektup, kimi zaman kartpostal ile. Genelde günlük olaylardan bahsediyorlar birbirlerine. Hava durumunu, seyahatlerini ya da hastalıklarını anlatıyorlar. Hitapları da iki dosta yakışır gibi içten ve sıcak: Sevgili Matisse, Sevgili Bonnard ya da sevgili dostum… 1902’den 1946’ya kadar olan dönemi kapsayan yazışmalardan 62 adet bulunmuş.



İki sanatçının resim tutkusu aynı olsa da kişilikleri çok farklı. Bonnard, zayıf, hatta çelimsiz ve utangaç bir ressam. Genelde yalnız yaşıyor. Çağdaşları onu, oldukça tuhaf ve sessiz bir karakter olarak tanımlıyor. Matisse tam tersi. Kendinden emin bir duruşu ve kişiliği var. Lüks yaşamayı seviyor. Şoförü ile seyahat ediyor ve en şık otellerde konaklıyor.

Yaşasın Resim sergisinin ilham kaynağı ise, Städel Müzesi’nin 1988 yılından bu yana koleksiyonunda yer alan Bonnard’ın 1909 tarihli Reclining Nude Against a White and Blue Plaid adlı nü eseri. Matisse’nin de buna benzer bir çalışması vardır. Fakat, 1935 tarihli Grosser liegender Akt (Büyük Yalan) adlı bu eser, Baltimore Müzesi’ndedir. İki eser, Frankfurt’ta bir araya getirilerek Almanya’da ilk kez, klasik modernizmin iki ressamı buluşturulmuş oldu.  



Baltimore’un yanı sıra Paris, Chicago Sanat Enstitüsü, Londra Tate Modern, New York Modern Sanat Müzesi, St. Peterburg Hermitage Müzesi ve Washington Ulusal Sanat Galerisi’nden ödünç alınan eserlerin seçiminde, ünlü fotoğraf sanatçısı Henri Cartier-Bresson’ın karelerinin de etkisi var. Bilindiği gibi Bresson, 1944 yılında pek çok ressamı atölyesinde ziyaret ediyor ve onları en doğal halleriyle fotoğraflıyor. www.staedelmuseum.de/en/matisse-bonnard