25 Ekim 2014 Cumartesi

Göçün ve müziğin resmi

25 Ekim 2014
Ressam Banu Tansuğ’un anneannesi Drama’da, babası Manastır’da doğmuş. 1922’de ise Yunanistan’daki ta atalarından kalan 500 yıllık toprakları bırakıp anne tarafı İzmir’e, baba tarafı İstanbul’a göç etmiş. Çocukluğu, büyüklerinden dinlediği acı dolu göç hikayeleriyle geçen Tansuğ, dinlediklerini bugün Nişantaşı’ndaki Art 212 Sanat Galerisi’nde açılan “Rebetika: Haz ve Hüzün” sergisinde tuvale taşıyor. Sergide sadece acı yok elbette, adından da anlaşılacağı üzere göçe zorlanmış insanların mücadelesinde müziğin gücü de var. Tansuğ sergisinde, figür ve kompozisyonları oluştururken dönem fotoğrafları, kartpostallar gibi görsel malzemelerden yararlanıyor ve 20. yüzyıl başlarındaki Anadolu Rum ve Türk halklarına özgü yazı karakterlerini arka planda birer simge olarak kullanıyor. Mesela ünlü hattat Ahmed Karahisari’nin karalamalarını o dönemi yansıttığı için tercih etmiş. Sanatçı, neden böyle bir sergi hazırladığını şöyle anlatıyor:

“Toplumsal yıkımlar yalnızca acı, önyargı, düşmanlık ve tüyler ürpertici anılar mı yaratırlar? Hayır! Bir de şarkılar kalır geriye, şarkılar taşınır bir yerden ötekine; yükte hafif pahada ağır. İşte 1922 olayları sonrasında yaşanan mübadele yıllarında Kapadokya’dan İzmir’e dek türlü kentlerde yaşayan yüz binlerce Rum, anavatan demelerine karşın bir türlü kaynaşamadıkları Yunanistan’a taşındılar gemi gemi. Gemilerde şarkılardan başka şeye yer yoktu. Küçük Asya Rumlarının adeta istek dışı bir çığlıkmış gibi patlayan haykırışları (şarkıları) Yunanistan’ın dört bir yanından yükseldi. Anadolu’dan getirdikleri çalgılar eşliğinde acılarını aktarıyorlar, anılarını yâd ediyorlardı. Bugün tutkuyla dinlediğimiz Rebetika şarkılarını işte bu yıllara ve tarihsel kucaklaşmaya borçluyuz.” Rebetika: Haz ve Hüzün sergisi, 6 Kasım’a kadar açık kalacak.

Banu Tansuğ







13 Ekim 2014 Pazartesi

Âşık Veysel ile iki gün…

13 Ekim 2014
Gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay, 1970'te Ümit Yaşar Oğuzcan ile Ankara treninde karşılaşmasaydı ve birlikte Sivas'a gitmeselerdi, elma bahçesinde çekilen Aşık Veysel'e ait yukarıdaki kare bugün olmayacaktı. Âşık Veysel ile iki gün geçiren Çağatay, “Elimde onun bir düzine daha fotoğrafı var.” diyor. Ergun Çağatay arşivinden çıkardığı Aşık Veysel'in bu nadide fotoğrafını Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi'nde açtığı ‘Merceğimde 50 Yıl' sergisinde sergiliyor. 25 Ekim'e kadar açık kalacak sergide, Çağatay'ın dünyadan ve Türkiye'den çektiği başka kareleri de var.


Âşık Veysel’e ait o kadar az fotoğraf var ki, Google’a adını yazdığınızda hep elinde sazıyla çekilen bilindik o kare çıkar karşınıza. Oysa Sivas’ın Sivrialan köyünde, evinin yakınlarındaki elma bahçesinde, kız kardeşi ve torunuyla çekilen yukarıdaki mütebessim karesiyle bir sergide karşılaşmak ne güzel bir sürpriz oldu. 1968’de fotoğraf çekmeye başlayan ve 1974 yılında Paris’te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğine adım atan Ergun Çağatay imzalı kare, Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde geçtiğimiz hafta içi açılan “Merceğimde 50 Yıl” adlı fotoğraf sergisinden. Çağatay, sergi için tüm meslek hayatı boyunca çektiği karelerden bir seçki yapmış. Fakat elinde Âşık Veysel’in daha pek çok fotoğrafının olduğunu söylüyor. 1970’te çektiği bu karenin hikâyesi ise hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bir kez daha gösteriyor.

AŞIK VEYSEL: “BEN EDEBİYAT OLUP OLMADIĞIMI DÜŞÜNMEM”


1937 doğumlu olan Ergun Çağatay, 1970’te Ankara’daki ailesini ziyaret etmek üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Yemekli vagonda seyahat etmektedir. İki masa ötesinde tanıdık bir sima görür. Kim olduğunu hatırlar ve masadan kalkıp yanına gider, “Siz Ümit Yaşar Oğuzcan değil misiniz?” diye sorar. Aldığı cevap evettir. Ümit Yaşar, o yıllarda İş Bankası Kültür Yayınları’nı yönetiyordur ve Ankara treninde bulunmasının nedeni Sivas’a, Âşık Veysel’i ziyarete gidecek olmasıdır. “Çok yaşlandı, ölmeden evvel tüm sözlerini bir kitap halinde toplamak istiyorum.” der Çağatay’a. Nihayetinde birlikte gitmeye karar verirler. Çağatay ve Oğuzcan, ertesi gün Ankara garında buluşur, Şarkışla’nın Sivrialan köyüne varırlar.

Hikâyenin gerisini Çağatay’dan dinleyelim: “Köyde iki güne yakın kaldık. Âşık Veysel’in bir düzine fotoğrafını çektim ama bugün o anları tekrar yaşasaydım bu işi başka türlü yapardım. O yıllar Türkiye’de film bulmak bile bir dertti. Eldeki malzemeyi dikkatli hatta pinti kafasıyla kullanıyorduk. O köyde de öyle oldu. Sergideki fotoğrafı Âşık Veysel, beni elma bahçesine götürdüğü zaman çektim. Yanında kız kardeşi ve torunu vardı. Veysel köylülere ‘Burada iyi elma yetişir’ dediği zaman etrafındakiler ‘bu kör adam ne bilir’ demişler. Âşık Veysel’in inatla diktiği fideler boy verip meyveye durunca köylüler bu sefer asıl kör olan bizmişiz itirafında bulunmuş.”

Ümit Yaşar Oğuzcan İstanbul’a dönünce Âşık Veysel’in Dostlar Beni Hatırlasın adlı kitabını yayınlar ve birkaç ay sonra onu İstanbul’a getirir. İş Bankası’nın o tarihte Beyoğlu Atlas Sineması’nın yanında bir lokali vardır. Bankanın önde gelen şube müdürleri Âşık Veysel onuruna burada bir akşam yemeği verir. Ergun Çağatay da davetliler arasındadır. Çağatay o anı şöyle anlatıyor: “Hiç unutmam banka müdürlerinin övgü dolu sözlerinden Âşık Veysel çok sıkılmış, buram buram terlemişti. Bir banka müdürünün ‘Türk edebiyatının yücesi, kendinizi edebiyatımızın neresinde görüyorsunuz?’ sorusuna Veysel ‘Ben edebiyat olup olmadığımı düşünmem sadece içimden geldiği gibi söylerim. Edebiyat olup olmadığıma benim dışında başka insanlar karar veriyor. Bu onların işi.’ cevabını vermişti.

DİJİTAL ÖNCESİ FOTOĞRAFLAR

‘Merceğimde 50 Yıl’ sergisi Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi’nde 25 Ekim’e kadar devam edecek. Sergide Çağatay’ın Türkiye’den ve dünyadan çektiği, özellikle 1970’li yıllara ait başka kareleri de yer alıyor. Mesela Sultanahmet’in bilindik klasik fotoğraflarından çok farklı bir kare, Hasankeyf, Gümüşlük’ün şimdiki halinden eser olmayan bir görünümü, Küçükçekmece’de muhteşem ahşap mimarisine sahip bir ev, Mersin Aydıncık’ta bir kahve, İsveç’te sonbahar görülmeyi hak eden diğer kareler arasında...

Sergi temasını dijital öncesi fotoğraflar olarak tanımlayan Çağatay, dijitalleşmeyle birlikte fotoğraf sanatındaki gelişmelere ilişkin görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Bence fotoğrafın ölüm fermanı verileli neredeyse on yılı aşan bir zaman dilimi oldu. Bugün fotoğraf, kimliğinden soyutlanıp bir medya malzemesi oldu. Bugün fotoğraf, bir ressamın boya fırçası, bir yazarın kalemi kağıdı durumunda. Dijital ortam ve elektronik alanında her geçen gün kaybedilen baş döndürücü gelişmeler fotoğrafı basite indirdi ve fotoğrafı üzerinde oynayarak sahteleştirmek kolaylaştı. Daha önemlisi fotoğraf belge/belgesel olma niteliğini kaybetti, herkesin üretebileceği alelade bir mal oldu. Elektronik gelişmenin yavaş yavaş yok ettiği basım sayfalarından çıkıp, kişinin bilgisayar ortamında yarattığı kendi dünyasının fantezi malzemesine dönüştü. Dijital fotoğrafçılık doğru ışık ve açı için beklenen uzun saatleri, karanlık odalardaki mesaiden fotoğrafçıyı kurtardı ama fotoğraf sanatçısının esere olan katkısını, emeğini en aza indirdi... Bu sergi, dijital öncesi çağda, fotoğrafın ölüm fermanından çok önce çekilen, bazıları klasik anlamda, bazıları ise ölüme çeyrek kala çekilen gerçek fotoğrafların son kareleridir. Gerçek tarihtir.”
Pere Lachaise, Paris
Bozkashi game, Baysun, Özbekistan
Detroit, Kara Müslümanlar
Küçükçekmece
ABD
Haliç
Mardin

İsveç'te sonbahar
Moskova
Ergun Çağatay, Sultanahmet ve Hasankeyf karelerini nasıl çektiğini anlatıyor:

Sultanahmet… İstanbul üzerinde fotoğraf çekmek için üç defa uçtum. İki defa helikopterle bir defa dört kişilik ufak bir uçakla. O tarihlerde askeriyenin dışında helikopteri olan ne şahıs ne devlet dairesi (polis gibi) ne de şirket vardı. İstanbul’da iki şirket helikopter kiralıyordu. Aklımda kalan kiralık helikopterlerin saati beş yüz Amerikan dolarıydı, uçak ise bir havacılık kulübünden kiralanmıştı. Helikopterle ikinci uçuşumda Sultanahmet Meydanı’nın üstüne geldik. Karşımda neredeyse benden evvel bin defa çekilmiş beylik manzara vardı. Meydan ve Sultanahmet Camii, biraz gerisinde Ayasofya ve onun gerisinde Topkapı Sarayı. Aynı klişeyi belki lazım olur diye bir iki kere çektim ama daha başka bir şey yapmak istiyordum, değişik bir şey olmalıydı. Birden Sultanahmet Camii’nin kesiti gözümün önüne geldi. Makinama takılı objektif ile kafamdaki fotoğrafı tam alamıyordum, yetersiz kalıyordu. Pilota meydanın üstünde bir tur daha atmasını söyledim. Minareleri bir yerden kesmeliydim, ikinci turdan sonra istediğim fotoğrafı tam anlamıyla çekemeyeceğimi anladım. Üçüncü turda ne çıkarsa bahtına niyetine üç kare fotoğraf çekebildim. Bir tanesi düşünceme en yakın olanıydı yani sergideki fotoğraf. Helikopterin zamanını kendi kafamdaki fanteziler için harcamak istemedim. Nasıl olsa herkesin ilgilendiği, benim beğenmediğim o beylik fotoğraflar diyerek başka taraflara uçtum. Genellikle çektiğim fotoğrafları ben beğenmem. O fotoğraf yıllarca arşivde öylesine kaldı. Sadece birkaç yıl önce yanımda çalışan Seval hanım, negatiflere bakarken “Ergun bey ben bu fotoğrafı sevdim, benim için basar mısınız?” dediği zaman yeniden odak noktası oldu.

Hasankeyf… Hasankeyf’e birkaç kere gittim ama bu fotoğraf tam anlamıyla spontane bir şey oldu. Bir şirket bana bir araç ve şoför verdikten sonra Anadolu’daki şirkete ait servis istasyonlarının fotoğrafını çekmemi istedi. O yıllarda PKK olayları yeni yeni başlamıştı. Sadece Van ile Hakkari yoluna gece gitmeyin diye uyarmışlardı. Sonbaharla kış arası bir mevsimdi. Batman’dan çıktık Mardin'e doğru yol alıyorduk, uyumuşum. Birdenbire belki bir sarsıntı ile uyandım. Araç bir köprüyü geçiyordu. O sırada ilk defa Hasankeyf'i gördüm. Manzara karşısında oldukça şaşırmıştım. Şoföre arabayı durdurmasını söyledim. Araçtan dışarı çıktım soğukça bir havaydı, köprünün üstünden Hasankeyf'i seyrettim, buranın ne biçim yer olduğunu algılamaya çalıştım, sonra yürüyerek köprünün başına gittim. Bir çoban sürüsünü geri getiriyordu. Her şey o kadar etkileyici idi, ışık, bulutlar, sürü manzarayı tamamlıyordu. Sanki yukarlarda bir görünmez el her şeyi düzenlemişti. Bu fotoğrafın hâlâ Hasankeyf'in çekilmiş en iyi fotoğrafı olduğuna inanırım.

ERGUN ÇAĞATAY KİMDİR?

15 Ocak 1937'de İzmir'de doğdu. İlköğretimini İzmir’de tamamladıktan sonra, 1958 yılında İstanbul Robert Kolej'den mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki eğitimini yarıda keserek gazeteciliğe başladı. 1968 yılında, eşinin hediye ettiği bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekmeye başlayan Çağatay, 1974 yılında Paris'te GAMMA fotoğraf ajansına girerek foto muhabirliğe adım attı. 1980’de New York'ta Time/Life grubunda çalışmaya başladı ve dergide ses getiren pek çok önemli habere imza attı. 1983’de Paris / Orly Havaalanı’nda Ermeni terör örgütü ASALA'nın bombalı saldırısında çok ağır yaralanan Çağatay uzun süre yanık tedavisi gördü. Saldırı, hayatında bir dönüm noktası oldu ve bu dönemden sonra özellikle de tarih alanında yoğun araştırmalar yapmaya yöneldi. Yurtdışındaki başarılarının ardından Türkiye’ye dönen Ergun Çağatay’ın Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nadir el yazması kitaplar üzerine yaptığı çalışma, Japonya'dan Brezilya'ya kadar dünyanın bir ülkesinde yayınlandı ve büyük beğeni topladı.

Ergun Çağatay, Avrupa'ya göç eden Türk, Cezayirli, Pakistanlı ailelerin Avrupa'da büyüyen ikinci nesil çocukları üzerine de önemli araştırmalar yaptı. Paris/Fransa'da Nathan Yayınevi için TÜRKİYE kitabını hazırladı. Ergun Çağatay’ın en kapsamlı projesi “Turkic Speaking Peoples - Türkçe Konuşanlar” en çok ses getiren çalışmalarından biri oldu. Çok geniş ve kapsamlı olan bu proje; kitap, sergi ve belgesel film çalışmaları hedeflenerek hazırlandı. Sanatçı, yapımını üstlendiği ve fotoğraflarını çektiği, “Türkçe Konuşanlar: Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 Yıllık Yolculuk” kitabında, okuyucuları, birbirinden çarpıcı özgün fotoğraflar eşliğinde dil ve kimlik üzerine; göçebelik etkileşimleri, Türk-Çin ilişkileri, Türklerle Orta Asya İran – Arap, Slav, Avrupa etkileşimleri üzerine, sözlü edebiyattan mimariye, yemek kültüründen çeşitli sanat alanlarına, insan davranışlarına, eşsiz bir yolculuğa çıkarttı.

Ergun Çağatay, 14 yılda tamamladığı kitap için 110 bin kilometre yol kat ederek 35 bin kare fotoğraf çekti. Türk, Alman, Amerikalı, Fransız, İsveçli, Kazak, Norveçli, Özbek, Rus, Ukraynalı uzmanların bilimsel makaleleriyle yer aldığı 495 sayfalık büyük boyutlu kitapta, Oslo Üniversitesi'nden Prof. Bernt Brendemoen'in takdim, Ergun Çağatay'ın önsöz ve Doğan Kuban'ın Giriş yazılarından sonra 400 fotoğraf ve 34 makale yer aldı. Kitap, Kasım 2006’da Turkic Speaking Peoples başlığıyla İngilizce olarak Almanya’da Prestel Yayınevi tarafından Hollanda Kraliyet Vakfı Prince Claus Fund desteği ile yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi ise 2008’de İstanbul’da yayınlandı.

Türkçe Konuşanlar kitabı çalışmaları devam ederken çıkardığı Bir Zamanlar Orta Asya kitabı ile beraber hazırlanan sergi ise, İstanbul, Eskişehir, Taşkent (Özbekistan), Almatı (Kazakistan), Austin (Texas /ABD), Kashiwazaki (Japonya) ve Uppsala (İsveç) şehirlerinde izleyiciyle buluştu. Yine aynı proje çerçevesinde 1986 Çernobil nükleer santralindeki patlamadan sonra, dünyanın en büyük çevre felaketi olarak nitelenen, hatalı sulama sonucunda Aral Gölü'nün Kuruyup Çölleşmesi’ni anlatan belgesel filmini Akademi Prodüksiyon şirketi ile ortak çalışma sonucunda hazırladı. Filmden kısaltılarak hazırlanan 30 dakikalık bir film, 37. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (2000) Kısa Belgesel Film dalında 98 yerli ve yabancı katılımcı arasından birincilik ödülünü kazandı. Ödülün maddi tutarı, bölgedeki yardım çalışmalarına aktarıldı. Filmin Türkçe, Rusça ve İngilizce bir kitapçıkla birlikte VCD olarak yayınlandı. Son olarak Paris’te 2009 Eylül ve 2010 Ocak-Şubat aylarında Türkçe Konuşanlar kitabı için çekilmiş fotoğraflardan oluşan iki adet sergisi açıldı. Eylül 2009 da açılan sergi Paris’ten sonra sırasıyla La Rochelle, Clermont-Ferrand, Bordeaux (le Conseil général de Gironde), Lyon kentlerini dolaştı.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ

12 Ekim 2014 Pazar

Charlie Chaplin'in İstanbul hayali

12 Ekim 2014
Hollanda Film Müzesi ‘sessiz sinema küratörü' Elif Rongen Kaynakçı, müzenin sahip olduğu 6 bin sessiz filmi tarayıp ‘Osmanlı'dan Sinema Manzaraları' adlı bir seçki oluşturdu. Bu arşivden çıkan iki film, dünyada ilk kez İstanbul'da gösterildi. Filmler kısa, Kaynakçı'nın araştırmacı kimliğinin hikayesi uzun.

Sinemacılar, hep birlikte önceki gün başlayan 51. Antalya Film Festivali'ni izlemeye gitti ama Charlie Chaplin tam da bugünlerde Türkiye'ye geldi. Hollanda Film Müzesi'nin (EYE) arşivinde bulunan, 1919 yılına tarihlenen “Charlie Chaplin Türkiye'de” adlı 9 dakika 49 saniyelik çizgi film, 8 Ekim Perşembe günü İstanbul Modern'de başlayan Sessiz Sinema Günleri kapsamında İstanbul'da ilk kez gösterildi.

Aslında çizgi film, EYE'nin arşivinde uzun zamandır varmış fakat, adı ve Türkiye ile ilgisi dışında hakkında başka bir bilgi bulunmadığı için bugüne kadar ne Avrupa'da, ne Amerika'da gösterilmiş. Batı'nın, Doğu fantezileri üzerine kurulu olan çizgi film, İstanbul Şehir Üniversitesi, EYE ve Kino İstanbul işbirliği ile bu yıl birincisi düzenlenen festivalde sinema izleyicisi ile buluştu.

EYE'nin ‘sessiz sinema küratörü' Elif Rongen Kaynakçı ve İtalyan Mariann Lewinsky'nin küratörlüğünde hazırlanan ve festivalde ‘Osmanlı'dan Sinema Manzaraları' adlı ayrı bir bölümde gösterilen 20 sessiz film, 1896-1923 tarihleri arasında Cezayir'den Kırım'a, Balkanlar'dan Irak'a Osmanlı topraklarında çekilmiş. Festival bugün sona eriyor fakat İstanbul Modern'de saat 13.00'ten itibaren ‘Charlie Chaplin Türkiye'de' ve ‘Osmanlı Görüntüleri Seçkisi'ni son kez izleyebilirsiniz.
İş unvanı, 'Film seyreden kişi' 
 
Bir zamanlar Osmanlı coğrafyasında çekilen, gerek haber ve belgesel, gerekse kurmaca filmleri dünya film arşivlerinde bulmak artık mümkün. Ama onları ortaya çıkarmak, tanımlamak, kataloglamak başlı başına bir iş. Bu yüzden Elif Rongen gibi Avrupa arşivlerinde çalışan isimlere ihtiyaç var. Yıllardır EYE'ye araştırma için gidip gelen İtalyan küratör Mariann Lewinsky'nin de festivale katkısı önemli. 1947 yılında kurulan EYE, Hollanda'nın ulusal sinema arşivi. 6 bini sessiz olmak üzere arşivinde 38 film bulunuyor ve bu arşivde bir küratör takımı çalışıyor. 22 yıldır Hollanda'da yaşayan Elif Rongen de o küratörlerinden biri. ‘Film seyreden kişi' unvanıyla müzede çalışmaya başlayan Kaynakçı, EYE'ye gelen tüm sessiz filmin kuruma girişinden sinemada gösterime kadar her şeyinden sorumlu. İşi gücü film izleyip rapor yazmak, restore edilecek filmlere kaynak bulmak ve çeşitli temalarla bu filmleri izleyicilere sunmak. Son iki yıldır, Birinci Dünya Savaşı'nın 100. yılı nedeniyle filmleri bu gözle tekrar izliyor.

Lewinsky ise bağımsız bir küratör. İtalya'da her sene yüzyıl öncesinin filmlerinin gösterildiği bir program hazırlıyor ve bu programı hazırlamak için sene içinde Avrupa'daki bütün arşivleri dolaşıyor. Ocak, şubat gibi de yolu EYE'ye düşüyor. Sessiz Sinema Günleri'ndeki gösterimler de böyle ortaya çıkmış. Ellerinde Türkiye'yi ilgilendiren 100 film olduğunu belirten Kaynakçı, “Vakti gelince hepsini bir tema altında sunacağız. Mariann ile üç dört gün boyunca filmleri izleyip tartışıyoruz. Bu sene geldiğinde 1915'in filmlerini çıkarıp izleyeceğiz.” diyor.

‘Arşiv gençleştirme' programına katıldı

Boğaziçi Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı bitirdikten sonra Hollanda'da sinema tarihi eğitimi alan Kaynakçı, 15 sene önce Avrupa Topluluğu'nun, sinema okuyan öğrencileri arşivlere çekmek ve arşivleri gençleştirmek için açtığı kursa katılmış. Türkiye'deki arşivlerin de gençleşmeye ihtiyacı olduğu söyleyen kaynakçı şöyle devam ediyor: “15-20 sene önce Avrupa'daki arşivlerde çalışan insanlar hep yaşlıydı. Avrupa Topluluğu beş yıl bu kursu yaptı. Her sene 20-25 öğrenciyi yetiştirip çok başarılı oldular. O dönemdeki bütün arşivcileri tanıyorum, şimdi hepimiz çeşitli kurumlarda çalışıyoruz.”

Kaynakçı, EYE'nin arşivinde Türkiye'yi ilgilendiren başka filmleri de ortaya çıkarmıştı. Önceki yıllarda Antalya Film Festivali'nde de gösterilen bu filmler, Muhsin Ertuğrul'un kayıp olduğu sanılan Hollanda'da çektiği Kara Lale Bayramı ile Avusturyalı Enis Aldjelis'in 1917'de İstanbul'da çektiği Doğu'nun Çiçeği'ydi. Bu filmler arasına bir yenisi daha katıldı. Yazar Halide Edip Adıvar ile Atatürk'ün Gebze'deki karşılaşmalarında yaptıkları konuşma Sessiz Sinema Günleri'nde ilk kez gösterildi. (www.sessizsinemagunleri.com)

UNESCO korumasındaki film arşivi

UNESCO'nun korumaya aldığı bir film koleksiyonuna sahip Hollanda Film Müzesi'nin, UNESCO'nun 2011'de korumaya aldığı çok meşhur bir koleksiyonu bulunuyor. 1916-1917 yılları arasında Hollanda'da çalışan film dağıtımcısı Jean Desmets's, daha sonra emlakçılık yapmış fakat 1957'de ölene kadar elindeki filmleri saklamış. Sonra ailesi tüm filmleri EYE'ye bağışlamış. O yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde çekilen arşivdeki bu 930 film çok değerli. Çünkü bazılarının, kendi ülkelerinde dahi olmadığı biliniyor. Koleksiyon için önümüzdeki aralık ayında Hollanda'da bir sergi de açılacak. UNESCO'nun “Memory Of The World” listesine adını yazdıran Jean Desmets's koleksiyonunda bizi ilgilendiren elbette bir film var. 1917 yılının İzmir'ini anlatan 2 dakika 43 saniyelik film, tarihi değerde. Çünkü film, 1922'deki büyük İzmir yangınından önce çekilmiş.

EYE'nin arşivinden

İsmet İnönü
Sultan Reşad'ın Balkan ziyareti.
HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ



7 Ekim 2014 Salı

Söz yazar, Cem çizer, ‘doku’ tutar

7 Ekim 2014
Zaman’ın usta çizeri Cem Kızıltuğ’un ilk deneme kitabı Doku (Timaş Yayınları) yayımlandı. C’empati ve Alegorik Gri albümlerinde çizimlerini bir araya getiren Kızıltuğ’un denemeleri de çizgileri gibi bambaşka dünyaların kapısını aralıyor ve okurunu şaşırtıyor.


Cem Kızıltuğ’un çizimlerine her baktığımızda aklımıza ilk gelen soru ‘Bu adamın acaba nasıl bir dünyası var?’ oluyor. Her çizimi, gösterime yeni giren bir film kadar merak uyandırıcı, bir roman kadar akıcı, bazen de tiyatro sahnesi kadar cesaret verici. Hepsi uzun uzun seyredilmeyi hak ediyor, çoğu, insanı iç dünyasına sürüklüyor, bazen de o çizgilerle aynı sahneye çıkıp hikâyenin bir parçası olmak istiyorsunuz.

Kızıltuğ’un imgelerle dolu çizgi dünyasına artık metinler eşlik ediyor. Sanatçının ilk deneme kitabı Doku geçtiğimiz hafta yayımlandı. “Her Tebessüm Kısadır”, “Size Hoyrat Diyecekler”, “Küllerinizi Nasıl Taşırsınız?” başlığı altında üç bölümde toplanan 50 deneme, çizgi-yorum tadında. Ama Kızıltuğ, denemeleri çizimler için yazmadığını söylüyor, fakat birbirinden bağımsız olmadığını da ifade ediyor. Bir deneme, bir çizim şeklinde tasarlanan kitaptaki tüm öğeler iç içe geçmiş, ne birbiriyle bağımlı ne de bağımsız…
15 yıldır kalemi elinden düşürmeyen Cem Kızıltuğ, ilk yıllardaki çizimleriyle yüzleşmek için zaman zaman gazetemizin arşivini ziyaret ediyor. FOTOĞRAF: ZAMAN, KÜRŞAT BAYHAN
Zaman’ın usta çizerlerinden biri olan Kızıltuğ’u çizimlerinden tanıyor, kitaplarındaki kısa özgeçmişinden mezun olduğu okul, aldığı ödüller, iş hayatını biliyoruz. Fakat sanki hakkında bilmediğimiz, belki de bilmememiz gereken çok şey varmış gibi hissediyoruz. Mesela mühendis bir babanın, diş doktoru bir annenin oğlu. Sanatçı kişiliğini biraz babasına borçlu, klarnet dışında tüm enstrümanları çalabilen bir babanın dizinin dibinde büyümüş. Çocukluğu İstanbul Kadıköy’de geçmiş, hayretle izlediğimiz çizgilerini o yıllarda inşaatlarda oynarken keşfetmiş. Arkadaşları ile mermerleri toplar, sonra kırmızı kiremitleri o mermerle ezer, kırmızı tozu ıslatıp mermer ve tuğlanın arasında sürtünce oluşan lekeleri uzun uzun incelermiş. Kendisinin ifadesiyle Kürsü sayfasında gördüğümüz, bir kısmı Doku’da yer alan çizgiler, işte o zaman gözünün önünde hep uçuşurmuş. Ortaokulda elinden bırakmadığı Aziz Nesin kitaplarından, kahramanı Marian Gold’a, Avni, Fırfır, Limon mizah dergilerine… Yaşadıklarının devamı var ama gerisi denemelerinde saklı.
Doku’daki hikâyelerin kimi bir hastane bahçesinde geçiyor. Öğrencilik yıllarında bir yakınını ziyaret etmek için gittiği Zeytinburnu’ndaki Surp Pirgiç’in çok sevdiği havuzlu bahçesi Kızıltuğ’un hafızasından hiç çıkmamış. Kimi denemesinde bir şairin nar ile ilişkisini anlatıyor. Hangi şair olduğunu söylemeyelim, siz bulun. Bir yazısı var ki çok özel, kırkıncı yaş denemesi. Çoğu yazarın aksine Kızıltuğ, kalabalık hatta gürültülü ortamlarda yazmaktan çok hoşlandığını söylüyor: “Çizgiler sakin ortamda çıkıyor, yazmayı kalabalıkta sevdim. Hatta çok hoşuma gitti. Tramvayda, kafede, parkta... ”

Peki neden Doku? Kitabın adı üzerine aslında çok düşünmüş Kızıltuğ, isimler üzerinde düşünmeyi seviyor. ‘Kabaca Siz’, ‘Resimli Aporya’ gibi soru işaretleriyle dolu isimler aklına gelse de Doku’da karar kılmış. “Ben çalışırken hep dokularla çalışıyorum. Bir klasörüm var, içinde dokularım var, gün boyu onlarla haşır neşirim, sonuçta hepimiz bir dokuyuz, bir resmin bir parçasıyız. Herhalde bunlardan çıktı Doku.” diyor.

Cem Kızıltuğ takipçilerine güzel de bir haber verelim. Doku’nun yakında tiyatroya uyarlanması planlanıyor. İsmi ne mi olacak? Elbette Doku’dan türeyecek. Doku, d’yi eksilt oku, z kat dokuz ya da dokun…

Denemelerden… 

“Toplum içinde uyumamalısınız, size hoyrat diyecekler, sizi garip sanacaklar, gözlem gözlem üstüne bir zayıflık bulup onu büyütecekler, uyumayın, mutsuzun en mutsuz anı uyandığı, mutlunun da en mutlu anı uyuduğu, ikisi de değilsiniz, koparılmayıp günbegün birikmiş saatli maarif takvimi yaprakları gibisiniz, öyle nötr, arada bir yerdesiniz, not, sizi koparmak istiyorlar, uyanık kalmalısınız…” 

ÇEKİMLERDEN...



ÇİZİMLERİNDEN





HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ






2 Ekim 2014 Perşembe

Şehir Tiyatroları, 16 oyunu repertuardan çıkardı

2 Ekim 2014
İBB Şehir Tiyatroları, yeni sezon programını dün açıkladı. İki ay önce genel sanat yönetmenliğine atanan Erhan Yazıcıoğlu, 16 oyunu repertuardan kaldırıp yerine şimdilik 5 oyun koydu. Provaları devam edenler var. Yazıcıoğlu, ‘Yetersiz bulduğum, beğenmediğim ve gişe başarısı düşük olduğu için bazı oyunları kaldırdık. Bunun hesabını herkese vermek zorunda değilim.’ dedi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 2014-2015 sezonu repertuarını dün Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde düzenlediği basın toplantısıyla açıkladı. Şehir Tiyatroları Müdürü Salih Efiloğlu, Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu, genel sanat yönetmen yardımcıları ve yönetim kurulu üyesi oyuncu Perihan Savaş'ın katıldığı toplantıda, yeni oyunlar ve 100. yıl kutlamaları hakkında bilgiler verildi.

İBB Şehir Tiyatroları 8 Ekim’den itibaren 5’i yeni, 30 oyunla perde açacak. 19. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyeri yapılan Engin Alkan‘ın yönettiği Çürük Temel ile Orhan Alkaya‘nın yönettiği Lillian, yeni sezonda izleyicinin karşısına çıkacak. Sezonun yenileri arasında iki müzikal de bulunuyor. Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından beş yıldır oynanan Kerbela, Cibali Karakolu ve Reginald Rose’un yazdığı, sinema filmi de çekilen On İki Öfkeli Adam ekim ayı içinde ilk kez perde açacak. Şehir Tiyatroları, Avrupalı tiyatro yönetmenleriyle de işbirliği içinde. 2014-2015 sezonunda Makedon yönetmen Aleksandar Poposvki, Alman yönetmen Roberto Julie’nin oyunları izleyicilerle buluşacak. 

100. yıl projeleri devam ediyor


2014, Şehir Tiyatroları’nın yüzüncü yılı fakat Ocak 2014’ten bu yana -AVM’lerde açılan sergileri saymazsak- elle tutulur, gözle görülür pek bir şey yapılmadı. Erhan Yazıcıoğlu, 100. yıl kutlamalarının ve projelerinin devam edeceğini söylüyor. 17 Kasım’da 100. yıl kutlamaları özel bir geceyle başlayacak ve şu etkinlikler ve projenler gerçekleştirilecek:

Şehir Tiyatroları’nın Sözlü Tarihi başlıklı sempozyum yapılacak. Laçin Ceylan’ın yöneteceği Darülbedayi’nin iki önemli kadın oyuncusu Bedia Muvahhit ve Afife Jale’nin hayatını anlatan İki Kadın oyunu sahnelenecek. Hüseyin Köroğlu’nun hazırladığı bir aktörün gözünden Darülbedayi’nin tarihini anlatan Düş Oyuncakları da bu kapsamda perde açacak. Alternatif tiyatrolarla, Şehir Tiyatroları’nı buluşturan bir festival yapılacak.

Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi, 100. Yıl Darülbedayi Atölyesi adı altında eğitim merkezi haline getirilecek. Kasım ayında hayata geçecek bu okula herkes katılabilecek ve burada çağdaş gösteri merkezi ve çocuk eğitim birimi aynı çatı altında buluşacak. 100. Yıl Müzesi’nin kurulma çalışmaları devam ediyor. Muhsin Ertuğrul’un reji notlarından yola çıkılarak bir kitap hazırlanacak. Bunların dışında 9 adet tiyatro kitabı yayımlanacak. Beş açıkhava tiyatrosu İstanbullularla buluşacak. Yazıcıoğlu, bu sahnelerin yerlerini henüz belirlemediklerini ama belediye başkanı ve kültür müdürleriyle İstanbul’un müsait yerlerini helikopterle görmeye çıkacaklarını söylüyor. Bostancı Hali ise iki ayrı sahneye dönüştürülecek. Repertuardan kalkan oyunların kostüm ve aksesuarları de amatör tiyatrolarla paylaşılacak.

‘Az ve öz oyun sahneleyeceğiz’

Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu’nun repertuarda yaptığı değişiklik, sanat çevrelerinde sessiz bir tepkiye neden olmuştu. Mesela geçen sezonda provası başlayan Mehmet Baydur’un  yazdığı Kadın İstasyonu’nun akıbeti henüz belli değil. Şark Dişçisi de repertuardan çıkarılmıştı fakat, yeniden dahil edildi. Yazıcıoğlu, ‘Yetersiz bulduğum, beğenmediğim, seyirciden tepki alan ve gişe başarısı düşük olan oyunları kaldırdık. Bunun hesabını herkese vermek zorunda değilim. Çok oyun çıkardık. Bu hakka sahibim. Az ve öz oyun sahneleyeceğiz. Beş oyuna yapacağımız masrafı tek oyuna indireceğiz.’ diyor.
8 Ekim 2014 Çarşamba günü 5'i yeni 30 oyunla perdelerini açacak olan Şehir Tiyatroları, Çürük Temel, Lillian, Cibali Karakolu, Kerbela, On İki Öfkeli Adam adlı yeni oyunları seyirciyle buluşturacak.

Yeni oyunlar
Çürük Temel (Engin Alkan), Kerbela (Ayşe Emel Mestçi), Cibali Karakolu (Nedret Denizhan), On İki Öfkeli Adam (Arif Akkaya), Lilian (Orhan Alkaya).

Provaları ve hazırlıkları devam edenler
Terzi (Sławomir Mrozek), Komşum Hitler (Tolga Yeter), Tenesa Williams’ın ünlü oyunu Sırça Hayvan Koleksiyonu (Yıldırım Fikret Ura), İki Kadın (Laçin Ceylan), Ölü Ordunun Generali (Nurullah Tuncer), Samuel Beckett’ın Ders (Emre Koyuncuoğlu), Shakespeare’den Bir Yaz Gecesi (Makedon Aleksandar Popovski), Düğün Evi Oyun Evi (Nurhan Karadağ), Kısasa Kısas (Zişan Uğurlu).

Çocuk ve genç oyunları

Fırtına, Cimri, Balon, Patlamış Mısır, Kırtık ve Kaybolan Ayakkabı.

Repertuardan çıkarılanlar
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Lysistrata, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Kösem Sultan, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum, Toros Canavarı, Kes ve Kaç, Yuvaya Dönmek, Perşembenin Hanımları, Yüzleşme, Dar Ayakkabıyla Yaşamak, İsimsiz, Buluşma Yeri, Büyünün Gözleri.

HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ






1 Ekim 2014 Çarşamba

Siirt’in Paris köyüne bir Eyfel lazımdı

1 Ekim 2014
Siirt'in Eruh ilçesine bağlı Paris köyü bir sergiye konu oldu. Sanatçı Fikret Atay, Taksim Pilot Galeri'de açılan ‘Paris Köyü' adlı video sergisinde, yaklaşık yüz kişinin yaşadığı köydeki gençlerle yaşlılar arasında diyalog kurmayı hedefliyor. Avusturya'da yaşayan Kürt müzisyeni, keman virtuözü Dilşad Said'in 'Sorani Badhinan' bestesinin eşlik ettiği 'Paris Köyü sergisi', 25 Ekim'e kadar görülebilir.

Taksim Sıraselviler'deki Pilot Galeri'ye girdiğinizde, karşınıza çıkan ilk videoda Siirt'in Paris köyü ile tanışıyorsunuz. Şenlikli bir köye giriş sahnesi… Beş metre boyutundaki Eyfel Kulesi'ni traktöre yükleyen gençleri, köyün kadınları neşe, sevinç, heyecan içinde karşılıyorlar. Ama o da ne! Kulenin en tepesinde iki hoparlör, onun üstünde de alem. 6.20 saniye süren video, Charli Chaplin filmleri gibi siyah-beyaz, sessiz ve hareketli.

Videolarında, Doğu-Batı, gelenek ve modernite, sivil ve askerî alanlar arasındaki gerilim noktalarını işaret eden Fikret Atay'ın, beş yıl aradan sonra açtığı 'Paris Köyü sergisi', yaklaşık yüz kişinin yaşadığı köydeki gençlerle yaşlılar arasında diyalog kurmayı hedefliyor.

Geçtiğimiz yıllarda Tate Modern ve New Museum ile Lyon, İskenderiye, İstanbul ve Sidney bienalleri gibi birçok müze, kurum ve etkinlikte sergilere katılan ve Tate Modern, Mudam, Frac, VKV gibi koleksiyonlarda çalışmaları bulunan sanatçının sergide, Paris Köyü dışında iki videosu daha bulunuyor. “Yürüyen Anılar”, “Devlerin Aşkı” ve “Paris Köyü” isimli üç ayrı hikâye, üç ayrı yol, aynı düzlemde kesişiyor. Serinin başlangıç noktası olan “Yürüyen Anılar”, boşaltılmış bir köyün kadınlarının geri dönüş filmi. Serinin ikinci filmi “Devlerin Aşkı”, şehirli kız, köylü oğlan, imkânsız aşk imgeleri çerçevesinde gelenekselci olmayan bir noktadan modernlik eleştirisi sunuyor.

Absürt bir kara-komedi olarak tanımlanabilecek olan Paris köyü ise Siirt/Eruh arasında gerçekten var olan bir köyden yola çıkarak kurgulanıyor. Önce köyün adına uygun bir sembol, Eyfel Kulesi hazırlanıp köye getiriliyor. Ardından çıkan tartışmada, köyün ileri gelenlerinin kuleyi istemedikleri görülüyor. Yaşlılar ile gençler arasında ortak yol bulunmaya çalışılıyor ve sonunda, kuleye takılan hoparlör ve alem ile minareye benzeyen bir yapı üretiliyor. Fikret Atay filmde, Paris'in renkli atmosferinin aksine renksiz bir alan oluşturmak istediğini söylüyor. Her şey yalın ve basit…

Peki tüm bu hikâye tamamen kurgu mu? Değil elbette. Kurgu olan hikâye gerçeğe dönüşüyor. Köyün yaşlıları, gerçekten minareleri olmadığı için çekimler bittikten sonra Fikret Atay'dan minareyi köylerine hediye etmesini istemiş. Henüz teslimat tamamlanmamış ama olacak.

2003'ten beri Paris'teki dünyaca ünlü Galeri Chantal Crousel ile çalışmaya devam eden Fikret Atay (1976), son üç yıldır memleketinde yaşıyor ve işlerini burada da üretmeyi sürdürüyor. Avusturya'da yaşayan ünlü Kürt müzisyeni, keman virtuözü Dilşad Said'in 'Sorani Badhinan' bestesinin eşlik ettiği 'Paris Köyü’ video sergisi, 25 Ekim'e kadar görülebilir.

Fikret Atay: Köyü, Paris yapmak istedim

“Birkaç yıl Paris'te yaşadığım için bu köyün adını ilk duyduğumda dikkatimi çekti. Kürtçede bostanlara 'paréz' deniyor. Zamanla Paris olmuş bu kelime. Köyün girişine Paris yazmışlar, sonra kaldırılmış. Merak edip köye gittiğimde yolun kenarında adı Cafe de Paris olan küçük bir bakkal vardı sadece. Başka bir özelliği yoktu, Siirt ile Eruh arasında ona benzer pek çok köy var ama çoğu boşaltılmış. Tabii, Paris köyü, Paris değildi. Burayı Paris yapmak istedim, bir hikâye yazdım. Mademki Paris burası, Eyfel Kulesi neden yok? Tabii ki bir çatışma alanında yapmam gerekiyordu. Yaşlıları işin içine kattım. Yaşlılar da 'Köyümüzün camisi var ama minaresi yok.' dediler. Köye Eyfel Kulesi kurmak isteyen gençlerle, minare isteyen yaşlılar arasında bir diyalog kurmaya çalıştım. Gençler, Eyfel Kulesi'ni yapıp kuleye hoparlör ve tepesine de alem takıyorlar. Bu şekilde ortak bir yaşam alanı oluşturuyorlar.

İşlerini üç yıldır Batman’da üretiyor
Fikret Atay 1976 yılında Batman’da doğdu. Dicle Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar eğitimi gördü. 2010’da Viktor Pinchuk Vakfı tarafından iki yılda bir verilen Future Generation Art Prize’a aday gösterildi. Viafarini Docva (Milano, 2010), Bonner Kunstverein (Almanya, 2008), Site Gallery (İngiltere, 2007), UCLA Hammer Museum (Los Angeles, 2006), FRAC Ile-de-France-Le Plateau (Paris, 2006), Maison de l’Architecture (Paris, 2005) ve Museo de Arte Contemporáneo di León (İspanya, 2005) gibi mekanlarda kişisel sergileri oldu. Yurtiçi ve yurtdışında, İstanbul Modern, New Museum ve Tate Modern gibi çağdaş sanat müze ve kurumlarında birçok grup sergiye katıldı.Son dönem katıldığı grup sergileri arasında “Çok Sesli”, Istanbul Modern, Türkiye (2014), “Destini/Storie/ Vite”CaMec, İtalya(2014), “Manifesta - Unloop Kino”, St Petersburg, Rusya(2014), “Attention Economy”, Kunsthalle Wien, Avusturya(2014),“Lines Made by Walking”, Haifa Museum of Art, İsrail (2011), “Future Generation Art Prize@Venice”, Palazzo Papadopoli, Venedik (2011) ve “Starter, Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonundan İşler”, ARTER, İstanbul (2010) bulunuyor. Atay’ın eserleri 10.Lyon Bienali (2009), İskenderiye Bienali (2009), 10. ve 8.İstanbul Bienalleri (2007, 2003) ile Sidney Bienali (2006) kapsamında gösterildi. Fikret Atay Batman’da yaşıyor ve çalışıyor.




HABERİN SAYFAMIZDAKİ GÖRÜNÜMÜ